Prof. Dr. Şadi EREN
Yeri Geldiğinde İçtihat Edebilmek
İçtihad yapmak, yerine göre farz-ı ayn, yerine göre farz-ı kifaye olur.
Mesela ormanda gezen biri, namaz vakti geldiğinde çevrede soracak birilerini bulamamışsa kıbleyle alakalı içtihadda bulunur. Güneşin durumu, ağaçların kuzey kısımlarının yosunlu olması gibi karinelerden hareketle kıbleyi belirler. Elinden gelen gayreti gösterdikten sonra, tamamen ters istikamete bile yönelse namazı makbuldür.
Dinin genel meselelerinde içtihadda bulunmak ise, konunun uzmanları olan müçtehidlerin görevidir. Onlar farz-ı kifaye olarak ümmet adına içtihadlar yaparlar.
Hz. Peygamber (asm) dönemindeki şu olay, dinde içtihadın durumunu gayet güzel olarak yansıtmaktadır:
Hz. Peygamber, Muaz Bin Cebel'i Yemen'e görevli olarak gönderirken aralarında şöyle bir konuşma geçer:
-Onlara ne ile hükmedeceksin?
-Kur'an'la.
-Ya Kur'anda bulamazsan?
-Rasulünün sünnetiyle.
-Ya sünnette de bulamazsan?
-O zaman kendi reyimle içtihat ederim.
Bu cevap üzerine Hz. Peygamber "Rasulünün elçisini muvaffak eden Allah'a hamdolsun" der.[1]
Bu olayda görüldüğü gibi, bir meselenin hükmü araştırılırken önce Kur'ana bakılacak, onda açık bir hüküm bulunmazsa Hz. Peygamberin sözlerine müracaat edilecek, orada da doğrudan bir hüküm bulunmadığında içtihat yapılacaktır.
Bu olaya bakarken, hayalen on dört asır evveline gidip meseleyi o günün ortamında görmek ve değerlendirmek gerekir. Muaz Bin Cebel Yemen'e gittiğinde başlangıç itibarıyla dini bilen tek kişidir. Oradaki insanların meselelerini hallederken öncelikli olarak elbette Allah’ın kitabına bakacak, ona göre hüküm verecektir. Ama orada her meselenin çözümünü bulamayacağından zaman zaman da hadislere göre hüküm verecektir. Hadislerde de her mesele yer almadığından ister istemez içtihad yapmak durumunda kalacaktır.
İÇTİHADDA TEŞEHHİDEN UZAKLIK
Teşehhi, bir delile dayanmadan kendi sığ anlayışını esas almak, yanlışını doğru sanmaktır. Âlim olana yaraşan, kendi zihninde var olanı Kur'an’danmış gibi göstermek değil, Kur'an’da var olanı izhar etmektir. Bediüzzaman’ın Daru’l- Hikmet-i İslamiyeden mesai arkadaşı ve Hak Dini Kur'an Dili isimli meşhur tefsirin müellifi Elmalılı Hamdi Yazır, teşehhi ile ilgili şöyle der:
“Garaz, hırs, teşehhi kalb ve aklı sislendirir, basiret gözünü şaşı yapar. Ya hiç göstermez veya çatal gösterir. Bunun için ilm-i dinde teşehhiden tecerrüd şart-ı âzamdır.”[2] Yani, dini meselelerde hüküm verirken keyfilikten, tekellüflü yorumlardan uzak kalmak, en büyük bir şarttır, âlim olmanın “olmazsa olmaz”larındandır.
Nasslarda var olanı göstermekle, kendi fikrini sanki bir nass gibi göstermek birbirinden çok farklıdır. Bediüzzaman, bu konuyu şöyle bir olayı misal vererek ele alır:
“Bir adamın ismi Alo imiş. Bal hırsızlıyordu. Ona denildi: “Hırsızlığın tebeyyün edecektir.” O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda saklıyor idi. Biri sual etseydi, derdi: “Bu, bal mühendisi olan arılarımın sanatıdır.” Sonra da arılarıyla konuştuğu vakit, müşterek bir lisan ile
ڤِظْ ڤِظْ ژِوَه هِنْگِڤِينْ ژِمِنْ (Vız vız jive hingivîn jimin) derdi. Yani, “Tanin sizden, bal benden...”
Ey teşehhî ve hevesle te’vil edici efendi! Bu teşbih ile teselli etme. Zira bu teşbih, temsildir. Senin manan bal değil, zehirdir. O elfaz arılar değil, belki kalp ve vicdana ervah-ı hakâiki vahyeden o kitab-ı kâmilin kelimâtı, melâike gibidirler.”[3]
Nasslarda var olanı göstermek Kitaba uymaktır, kendi fikrini sanki bir nass gibi göstermek ise işi kitabına uydurmak olur!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.