Prof. Dr. Şadi EREN
Müçtehitte Olması Gerekenler
Müçtehid, içtihadda bulunan kimsedir. Hz. Peygamber (asm), içtihadda bulunan kimsenin durumunu şöyle anlatır:
"Hâkim (müçtehit) isabet ettiğinde iki sevap vardır. Hata ettiğinde ise, bir sevap."[1]
Bediüzzaman, üstteki hadise atfen şöyle der:
“Çünkü içtihad eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır.”[2]
Müçtehidi petrol mühendisine benzetebiliriz. Petrol mühendisi, yapılan sondajda isabet ederse maaşına ilaveten prim de alır. Gösterdiği yerden petrol çıkmama durumunda ise, sadece maaşını alır.
Kur'anın şu ayeti içtihadla ilgilidir:
"Onlara, emniyet veya korkuyla ilgili haber geldiğinde bunu hemen yaydılar. Hâlbuki onu, Peygamber'e ve aralarındaki ulu'l- emr olanlara (söz ve tedbir sahibi yetkililere) bildirselerdi, elbette onlar istinbat ederler, yapılması gerekeni bilirlerdi."[3]
Müçtehit, istinbatta bulunur, yani nass’lardan hüküm çıkarır. İstinbat kelimesinin türediği nabt, kuyu kazılırken ilk çıkan suyun adıdır. İstinbat, kelime anlamıyla “yeraltında gizli olan su, petrol veya maden gibi şeyleri çıkarmak” demektir. Istılah olarak ise, “âyet ve hadislerdeki gizli hükümleri ve derin manaları ortaya çıkarmak” anlamında kullanılır. Müçtehit, yerin altından su çıkarmaya çalışan kişiye benzetilmiştir. Kuyu ustaları bazı emarelerle "şu toprağın altında su vardır" diyebildikleri gibi, müçtehit imamlar da ayet ve hadislerin yorumunda başkalarının göremediğini görür, sezemediğini sezerler.
AYETİN SEBEB-İ NÜZULÜ
Müslümanlar Medine’ye hicret edince, kısmen emniyete kavuşmakla beraber, bütünüyle emniyette değillerdi. Her an Mekkelilerin saldırma ihtimali vardı. Halk arasında zaman zaman "geldiler, geliyorlar" şeklinde dedikodular yayılmaktaydı.[4] Üstteki ayet, böyle durumlarda yapılması gerekeni ders vermektedir.
Hamdi Yazır, ayetten şu istinbatlarda bulunur:
1-Olayların hükümleri içinde doğrudan nass ile malum olmayıp, istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.
2-İstinbat ta bir delildir.
3-İstinbata ehil olmayan avamın, olayların hükmünde ehl-i ilme müracaatı ve taklidi vaciptir.
4-Rasulullah da istinbat ile mükelleftir.[5]
MÜÇTEHİTTE ARANAN ŞARTLAR
Ortada bir hasta olduğunda, tıb eğitimi almış kimselerin onun durumuyla alakalı görüş beyan etmeleri gibi, dinî meselelerde de işin uzmanı olan din âlimleri kanaatlerini anlatırlar. Müçtehid, “eğer bu konuda nass gelseydi bu şekilde gelirdi” şuuru içinde ve hastasıyla ilgilenen bir doktor hassasiyetinde içtihad yapmaya çalışmalıdır.
Bediüzzaman, Kur’ân’ı tefsir edecek zâtta şu üç özelliğin olması gerektiğini söyler:
-Âli bir dehâ,
-Nafiz bir içtihad,
-Kâmil bir velâyet.[6]
Aynı özellikler, içtihad için de geçerli olan durumlardır. Nasıl ki fen bilimlerinde Bîrûnî ve Nicola Tesla gibi sıra dışı dehaya sahip kimseler çıkmış ve bunların ulaştıkları sonuçlardan diğer insanlar fayda görmüşlerdir. Onun gibi, içtihad alanında da İmam Azam ve İmam Şafiî gibi âli dehâya sahip âlimler çıkmış, bunların fetvalarından diğer insanlar istifade etmişlerdir.
Herkesin içtihat seviyesini yakalayabilmesi realitede mümkün değildir. Çünkü içtihat için birtakım şartlar ve özellikler gerekmektedir. Bunların en önemlileri şunlardır:
1-) Arapçayı iyi bilmek.
Kur'an ve hadisler Arapçadır. İyi Arapça bilmeyen birisinin kelamın zahirini mücmelini, hakikatini mecazını, âmmını hassını, muhkemini müteşabihini, mutlakını mukayyedini, nassını fehvasını... bilebilmesi mümkün değildir. Kur'an ve hadisleri Türkçe mealinden okuyarak da elbette iyi bir seviye elde etmek mümkündür; ama bu, kişiyi asla müçtehid derecesine yükseltmez.
2-) Kur'anı iyi bilmek.
Kur'an, dinin esasıdır, kaynağıdır. İçtihat için sadece ayetlerin bilinmesi yeterli olmayıp, ayetlerin sebeb-i nüzullerini, nasihini mensuhunu… da bilmek icap eder. Bazan bir âyetten yola çıkmak insanı yanıltabileceğinden Kur'anın tamamına iyi bir derecede vakıf olmak gerekir. Kur'an, baştan sona bütünlük arzeder. Âyetin bir kısmını alıp diğer kısmını görmezden gelmek insanı yanlış sonuçlara götürür. Mesela âyette “Yazıklar olsun o namaz kılanlara” denilir. Devamında ise “Onlar namazlarını ciddiye almazlar” denilerek hükmün genel olmadığı gösterilir.[7]
Keza âyette “Namaza yaklaşmayın” denilir. Ama devamında yani “içkili iken” kaydı vardır.[8] Bediüzzaman, buna atıfta bulunduğu kısımda şu değerlendirmeyi yapar:
“…Kelime-i vâhide hükmünde olan Kelâmullah’ın bir kısım âyâtı, sair ihvanının hakikat ve cevherlerine karine ve rehnüma ve komşularının kalplerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar.”[9]
Bediüzzaman, üstteki metinde kelamullah olan Kur'anın tamamının “kelime-i vahide” hükmünde olduğunu söyler. Bu ifade, onun bütünlüğünü anlatmaktadır. Kur’ân'ı yorumlayacak zatların, bir bütün olarak ona bakmaları ve ona göre yorumlamaları icap eder. Yoksa bir veya birkaç ayetten hüküm çıkarmaya kalkışanlar yanlış sonuçlara varabilirler, sapar ve saptırırlar. Ehl-i bida fırkaları, genelde bu noktada yanılmışlardır.
3-) Sünneti iyi bilmek.
Hz. Peygamber Kur'anın ilk müfessiridir. Onun sözlerini bilmeden Kur'anı iyi anlayabilmek mümkün değildir. Ayrıca hadislerin metnine ilave olarak onların rivayet yollarını, ravilerin durumlarını da bilmek gerekir.
4-) İcma yerlerini bilmek.
İcma, herhangi bir meselede, İslam ümmetinin ittifak halinde olmasıdır. Bunları bilmeyen biri, bazı fetvalarında icma’a muhalefet etmekle karşı karşıya kalabilir.
5-) Kıyas
Müçtehid, diğer müçtehidlerin fetvalarını bildiğinde kendi vardığı sonucu onlarla karşılaştırır, böylece daha sağlıklı bir şekilde sonuçlara ulaşır.
6-) "Makasıdu'ş-Şeria" denilen dinin temel maksatlarını bilmek.
7-) Dinin zaruriyatını bilmek ve bunlardan taviz vermemek
Dinin zaruriyatı, dinin öncelikleri ve onun “olmazsa olmazları”dır.
Zarûrât-ı dîniyye terim olarak “dinden oldukları sübût ve delâlet açısından kesin bir delille belirlenmiş hususlar” şeklinde tanımlanabilir.[10]
İmâm-ı Rabbânî, dinin zaruriyatını üç gruba ayırır.
1 - Tevhid, nübüvvet ve ahiret gibi inanılması zorunlu olan esaslar.
2 - Namaz, zekât, oruç, hac gibi farziyeti kesin olan ibadetler.
3 - Zina, içki, kumar gibi haramlığı sabit olan hususlar.[11]
Dinin zaruriyatı kesinlik arzettiğinden bunların varlığı içtihada konu teşkil etmez.[12]
Bediüzzaman, bu zamanda içtihad kapısından girmeye bazı manileri sayarken dinin zaruriyatına dikkat çeker ve şu değerlendirmeyi yapar:
“Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü kat'î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kût ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelir…”[13]
Bediüzzaman’a göre dinin zaruriyatı, tevil kabul etmez. Bunlar dinin "muhkemat" denilen düsturlarıdır, hiçbir cihette tebdile açık değildir. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarır ve hadiste bildirilen “okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar”[14] kaidesine dâhil olur.[15]
8-) Selef-i salihinin (önceki büyük âlimlerin) içtihadlarını göz ardı etmemek
İçtihad yapabilmenin çevre ve ortama bakan yönü de vardır. Hz. Peygamberin methetmiş olduğu ilk üç asır, içtihad yapabilmeye daha uygun bir zemindi. O günün Müslümanları nassların ruhuna çok daha kolay ve çok daha derinlemesine nüfuz edebilecek bir ortamdaydı. Dolayısıyla, günümüz insanına nisbetle içtihad yapabilmeye çok daha yakın idiler. Bediüzzaman, buna şöyle dikkat çeker:
“İşte o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya her bir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki; yakın idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, "nurun alâ nur" sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.”[16]
Kibrit ile yaş odun yanma noktasında elbette bir olmaz. Kibrite hafif bir temas tutuşması için yeter. Ama yaş odunun tutuşması için çok özel bir gayret gerekir. İşte, İslam’ın o ilk devirlerinde ortam içtihada müsait idi, bu yüzden de kabiliyetler âdeta birer kibrit halindeydi. Ama günümüzün şartları içinde o aynı kabiliyetler günahlarla ve malayani şeylerle hayli ıslanmış, âdeta yaş odun halini almıştır. Dolayısıyla günümüzde yapılacak içtihadlarda selef-i salihinin içtihadları mutlaka nazara alınmalı, müstağni davranılmamalıdır.
9-) Görüşüne sağlam gerekçeler bulmak
İçtihadda bulunan kimse, ulaştığı sonuçların delillerini gösterebilmelidir. Yoksa iddia düzeyinde kalan delilsiz bir dava, başkalarınca nazara alınmadığı gibi, dinen de muteber değildir. Bediüzzaman şöyle der:
“Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba’ etmiyor. Burhan isteriz.”[17]
Yani biz bu zamanın insanıyız, istikbale de adayız. İddiaları tasvir etmek ve süslemek zihnimizi doyurmaz. Kat’i delil isteriz.
10-) Sağlıklı bir anlayış.
Sağlıklı bir anlayış, ilahî bir mevhibedir. Bediüzzaman buna şöyle dikkat çeker:
“…Hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur'aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelatı suretine sokulmaz. Belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüt etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.” [18]
Bediüzzaman, burada Kur'anın sırlarına mazhar olmanın ilahi bir mevhibe olduğunu söylemekte ve bunun için de şu üç esasa dikkat çekmektedir:
1-Halis bir niyete sahip olmak
2-Dünyaya gönül bağlamamak
3-Nefsani hazlardan sıyrılmak.
[1] Buhari, İ'tisam, 21
[2] Nursi, Mektubat, s. 53
[3] Nisa, 83
[4] Bkz. Beydâvî, I, 227
[5] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1403-1404
[6] Nursi, İşaratu’l- İ’caz, s. 20
[7] Maun, 4
[8] Nisa, 43
[9] Nursi, Asar-ı Bediiyye, s. 185
[10] Mahmut Çınar, “Zarûrât-ı Dîniyye” md. DİA, XL, 138
[11] Nursi, Mektubat, III, 22
[12] Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İçtihat, Ankara 1985, s. 216
[13] Nursi, Sözler, s. 480
[14] İbn Hanbel, III, 159
[15] Nursi, Mektubat, s. 435
[16] Nursi, Sözler, s. 481
[17] Nursi, Asar-ı Bediiyye, s. 199
[18] Nursi, Mektubat, s. 70
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.