Prof. Dr. Şadi EREN
Kışrı Lübb Zannetmek, Lübbü Zayi’ Etmektir
Bediüzzaman’ın 1921 yılında telif ettiği Lemaât eseri, müstakil bir eser olmakla beraber Sözler kitabının sonunda yer alır. İlk baskıda şimdi Sözlerde bulunandan üçte bir kadar ziyadeler bulunmaktadır. Bunlardan en dikkat çekenlerden biri aşağıda kırmızı yazıyla gösterdiğimiz metindir. Anlaşılması zor olduğundan metnin altında açıklamalarımız yer almıştır:
Beş şey beş şey’e perde, şehâdet ise gaybe, tabiat meşiete...
Kör kuvvet de kudrete, lafz medlûl-u zihniye, medlül dahi mânâya.
Kışrı Lüb Zannetmek
Kışır kabuk, lüb ise onun içidir. Cevizin kabuğu ve yenilen içi olması misali, hakikatlerin de hem kabuğu hem de içi vardır. Lübbe kışırdan ulaşılır. Mesela cevizi yemekten maksat, kabuğu aşıp öze ulaşmaktır. Kabuğu aşamayıp onu öz zannedenler asıl özden mahrum kalırlar.
Gerçekler ayan-beyan olmaktan ziyade genelde perdelidir. Perde, hafif bir aralamayı gerektirir. Bunu yap(a)mayan kişi, perdenin örttüğü şeyi görmekten mahrum kalır.
Bediüzzaman, derin manalarla dopdolu bu kısımda beş şeyin beş şeye perde olduğunu söyler:
- Şehadet âlem-i gayba,
- Tabiat, ilâhi meşiete,
- Kör kuvvet ilâhi kudrete,
- Lafız zihnî medlûle,
- Zihnin medlûlü manaya.
1-Şu görülen âlem, görülmeyen âleme tenteneli bir perdedir. Perde hafiften aralansa aslında şu âlemin görünenlerden çok daha ileri boyutta görünmeyenlerle dopdolu olduğu görülecektir. Sadece mikroskobun keşfi bile görülmeyen nice mikroorganizmaları, bakterileri, virüsleri görünür hâle getirmiştir. Öte yandan melekler, ruhaniler âlemin her tarafını şenlendirmekle beraber çıplak gözle görülmemektedir. Bu tıpkı üstten denize bakmaya benzer. Deniz, böyle bir bakışta bir mavilikten ve yer yer de dalgalanmalardan ibaret zannedilir. Hâlbuki o deniz iğne gibi küçücük balıklardan ta dev balinalara kadar nice balıkların meskeni ve mercan kayalıkları gibi rengarenk motiflerle süslü muhteşem manzaraların mekânıdır. Maddeci felsefe mensupları bu perdeyi aşamamış, eşyayı görünenlerden ibaret zannetmişlerdir.
2-Tabiat, ilâhi meşiete perdedir. Meşiet “dilemek” anlamında olup ilâhi iradeyi ifade eder. Tabiat dediğimizde eşyanın tabiatı, özellikleri, onlarda olan kanunlar… hatıra gelir. Mesela demirin sert olması, ateşin yakıcı olması… birer tabiattır. Bunların bu özellikte olmaları ilâhi meşietten haber verir. Yani bunlar kendilerini böyle yapmış değillerdir, ilâhi iradeyle bu özellikler kendilerine verilmiştir.
3-Kör kuvvet, kudrete perdedir. Âlemde çekim kuvveti, suyun kaldırma kuvveti, elektrik kuvveti… gibi kuvvetler vardır. Ama bu kuvvetler, o şeylerin zâtî malları olmayıp Allah’ın kudretiyle vücud bulmuşlardır.
Küremizi yaratan O olduğu gibi ona çekim kuvvetini veren de O’dur. Suyu yaratan O olduğu gibi, o suya kaldırma kuvvetini veren de O’dur. Dolayısıyla kuvvet görüldüğünde hemen ilâhi kudrete intikal edilmelidir.
4-Lafız, zihnî medlûle perdedir. Mesela “ateş” dediğimizde zihnimizde bunun karşılığı yakıcı özelliğe sahip bir surettir. Benzeri bir şekilde “kitap, ağaç, güneş” gibi lafızların zihnimizde belli bir sureti olur.
5-Medlûl, manaya bir perdedir. Lafızlar zihnimizde bir karşılığa sahiptir. Ama zihindeki ateş hariçteki ateşle birebir aynı değildir. Mesela hariçteki ateş yakar, ama zihindeki ateş aynadaki görüntü gibidir. Özellikle derinliği olan kavramların zihindeki medlulü çok cılız kalır. Kur’ânda “Allah’ın eli” gibi ifadeler vardır.[1] “El” kelimesinin zihindeki medlûlü malum uzuvdur. Ama bununla anlatılanı zihindeki karşılığı ile anlamak, anlamamak demektir. Çünkü O’nun eli bizim hayal ettiğimiz şekilde bir el değildir. Bize düşen, “Allah’ın eli” ifadesini bir pencere olarak değerlendirmek, o pencereden ötelere bakmaktır. Bu manada bakabildiğimizde fark ederiz ki O’nun eli âlemdeki bütün ilâhî icraatların sembolüdür.
Perdeye hasr-ı nazar daim olur pür-hatar, vesvese ondan çıkar.
Perdeye odaklanmak her daim hatalı bir bakıştır, vesveseye yol açar. Gayet güzel bir manzaranın önünde olan perdeyi açarsak o güzelliğe muhatap oluruz. Açmadığımızda veya açamadığımızda ise o güzel manzaradan mahrum kalırız. Bu bir nevi yumurtanın içindeki yavru kuşun hâline benzer. Yumurtanın kabuğunu aşmadığı veya aşamadığı sürece daracık yumurtada sıkışıp kalacak, ama kabuğu parçaladığında, yani önündeki perdeyi kaldırdığında “Oh be, dünya varmış!” diyecek, hayal bile edemediği çok geniş bir âleme çıkacaktır.
Perdeye takılıp kalmak bazı vesveseleri beraberinde getirir. Söz gelimi maddenin dar kalıplarına takılan ve eşyayı görülenlerden ibaret sananlar, melekler ve ruhanilerle ilgili dinî metinleri okuduklarında veya duyduklarında şüpheyle bakarlar, hatta inkâr ederler.
Mesela ki medlûlün, zihindir ona her makarr, eğlencedir zekâya.
Medlûlün her daim yeri zihindir. Zihindeki suretler zekanın eğlencesidir. Zihinde her an nice medlûller kaynaşır, zihin âdeta bunlarla oynaşır.
Mana hâricî olur
Yani medlul zihnîdir, mana ise haricîdir. Mesela hariçte meydana gelen korkunç bir yangın zihinde bir suret olarak bulunur.
O medlül-i zihniyle kasden ismî hem bizzat,
Eğer meşgul olursa televvünlü bir suret ya bir lafz-ı hayalî
Bî-nema bî-mâye.
Kişi zihninde meydana gelen suretle kasden ve bizzat meşgul olursa, elde edeceği şey renkli bir suret ve hayalî bir lafız olacaktır. Bu ise nemadan ve mayadan mahrumdur. Yani gelişmeye ve maya misali büyütmeye kifayet etmez.
Himmeti meşgul eder o daracık seyyale incecik hem cevvale,
O medlülun veledi suret-i bî meâle ne deva ne şifaya.
Daracık, akışkan, incecik ve hareketli olan zihindeki medlûl, -eğer manaya açılan bir pencere misal yapılmazsa- manayı ifade etmeye dar gelir, kişinin himmeti bununla meşgul olur. O medlûlden meydana gelen şey mana ile tam örtüşmeyen bir surettir, ne derde devadır ne de sadra şifadır.
Himmeti tatmin etmez şevki de teskin etmez zevki de taltif etmez.
Böyle bir medlûlün veledi/ neticesi himmeti tatmin etmekten, şevki sükûnete erdirmekten ve zevki hoşlandırmaktan çok çok uzaktır.
Öyle ise o medlûlü ya cam gibi etmeli ya her taraf delmeli,
Harice baktırmalı zekâ çıksın ziyaya.
Zira hariç geniştir, meydan-ı cevelandır hakâik-ı sabitedir.
Camın en önemli bir özelliği şeffafiyetidir. Duvara baktığınızda ilerisini göremezsiniz, ama cama baktığınızda gayet net olarak ilerisi görülür. İşte zihindeki medlûl cam gibi olmalı, ilerisini göstermelidir. Veya duvar gibi ise onda bir pencere açıp ötesine bakılabilmelidir. Bu yapıldığında o medlûl bizi harice baktırır, zekâmız onunla ilgili yeni ufuklara açılır. Zira dış dünyada zihnimizdeki suretlerin gerçekleri vardır. Bunlar zihindeki suretler ve hayaller gibi daracık ve incecik değillerdir, aksine sabit hakikatlerdir, ayrıca çok geniş bir cevelan meydanına sahiplerdir. Zihnimizdeki orman medlûlüyle gerçekteki orman arasında ne kadar da mesafe vardır!
Özellikle “deyim” türü ifadelerde deyimin medlûlüyle manası arasında çok daha fazla mesafe bulunur. Mesela, “kelle koltukta savaşmak” bir deyimdir. Yiğit birinin kahramanlığı anlatılırken “Falanca kelle koltukta savaştı” denilir. Bundan anlaşılması gereken, ileri cephede cesur bir şekilde savaşmasıdır. Ama bugün Anadolu’da şehitlerle alakalı anlatılan bazı menkıbelerde, bunun hakikat zannedilerek ifade edildiğini görebilmekteyiz.
O küçücük zihninden medlülün parçasından
Diktiğin ankebutî dâm-ı vehm ü hevâya
Bir sineğe dar gelen bir gömleği getirme, arş kürsiye giydirme.
Ankebut, örümcek demektir. Örümcekle ilgili âyette şöyle denilir:
“Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendisine bir ev edinen örümceğe (örümcek ağına sığınanlara) benzer. Fakat evlerin en gevşeği de şüphesiz örümcek evidir. Eğer bilselerdi..."[2]
Örümcek bir sanat olarak ağını örer, bununla avlanmaya çalışır. Ama bu ağ bir sineğin bile delip geçebileceği gevşekliktedir. Bediüzzaman, kişinin vehim ve hevâya dayalı bir şekilde zihnindeki medlûllerden hareketle mana avına çıkmasını böyle bir örümcek ağına benzetir. Böyle bir ağla sinek bile avlanamazken, ona dar gelen bir gömleği arş ve kürsiye giydirmeye çalışmak elbette sonuçsuz kalacaktır.
Kur’ânda “Rahman’ın arşı, Allah’ın kürsisi” gibi ifadeler vardır.[3] “Arş” kelimesinin zihindeki medlülü taht, “kürsi” kelimesinin zihindeki medlûlü ise malum sandalyedir. Ama bu iki kelimeyi zihindeki karşılığı ile anlamak, anlamamak demektir. Çünkü Rahman’ın arşı bizim anladığımız anlamda bir padişah tahtı olmadığı gibi, O’nun kürsisi de bizim hayal ettiğimiz şekilde bir sandalye değildir. Bize düşen, “arş ve kürsi” kelimelerini birer pencere olarak değerlendirmek, o pencereden ötelere bakmaktır. Bu manada bakabildiğimizde fark ederiz ki O’nun arşı her şeyi kuşatan bir hükümranlıktır, O’nun kürsisi ise âlemdeki her şeyi içine alan ilmidir, kudretidir.
Bediüzzaman’ın şu ifadeleri, bu manaya güzel bir misaldir:
“Bedevi, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: "Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor." Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar.”[4]
İşte, böylelerinin zihinlerindeki “saltanat” kelimesinin hayalî medlûlü, padişahın hariçteki gerçek saltanatının milyonda birini bile yansıtmamaktadır. Zihinlerindeki medlûlleri cam ve pencere gibi yapmayanların ulaştıkları mana da o derece cılız ve hakikatten uzak olur.
Sinek kanadı kadar küçücük bir harita vesveseye sermaye.
Sahife-i medlülde zihnde tersim edersin,
Sonra onun içinde kendini kaybedersin,
At koşturmak istersin, bak dahi bu belaya.
Zihnimizdeki medlûl, küçücük sinek kanadı kadar olan bir haritaya benzer. Haritada dağlar, denizler, yollar… vardır. Ama bunlar hakikat değillerdir, sadece hariçteki dağlara, denizlere, yollara… delalet etmektedir. İşte zihnî medlûllerini gerçek manalara bakmaya bir cam veya pencere yapamayanlar, kendi vehim ve hayal dünyalarında at koşturur dururlar. Ama onların bu değerlendirmeleri reel dünyanın gerçekleriyle asla bağdaşmaz.
Ey madde-perest tabiatla âlûde, kör kuvvet de kör etmiş,
Lafz u sûret aldatmış, bırak dehâ-yı fenni, tâ sen çıksın bir hüdâya.
Bediüzzaman bu konunun başında beş şeyin beş şeye perde olduğunu söylemişti. Burada “Ey maddeye tapan, tabiatla kafası karışan, ilâhi kudreti göremeyip kör kuvvete takılan, lafza ve surete aldanan!” diyerek perdelere takılanlara hitap etti. Onlara “beşerî düşünce mahsulü olan bakışları bırak, Allah’ın hidayetine bak, Onun hidayetinin mücessem misali olan Kur'ânın rehberliğine yönel” dedi.
Not: Burada tenkide medar olan “dehâ-yı fenni” fen ve teknoloji olmayıp fenleri ve bilimi ateizme, materyalizme sermaye yapan beşerî düşünce, yani materyalist ve pozitivist felsefedir. Yoksa bilimin kendisi yorum yapmaz, sadece verilere ulaştırır. Mesela bilim hücreyi ve atomu anlatır. Bu anlatışta madde ötesini inkâr ve Allah’ı reddetmek gibi bir durum yoktur. Ama bu verileri kullanan inkârcı akımlar “hani bunlarda Allah’ın kudret eli?” diyebilmektedir. Hâlbuki bu durum -mesela- Marsa indirdiğimiz uzay aracını gösterip “Bunda kaptan görülmüyor, öyleyse bu kendi kendine gitmektedir” demek gibi bir hezeyandır. Uzay aracı zaten muhteşem bir teknoloji ürünüdür. Bir de bunun uzaktan kumanda edilebilmesi çok daha ileri bir teknolojidir. Temsilde hata olmasın, Allah’ın âlemdeki icraatı bir nevi bunun gibidir. O her şeyi en harika bir şekilde yaratmış, arş-ı rububiyetinde durup onları idare etmektedir. Yaratan O olduğu gibi, her şeyin tedbirini gören de Odur.
Beş perdeden bir perde sana misâl gösterdim, ki beşinci en küçüğü.
Başkaları kıyas et, safsata-ı maddiyun seni atar gayyaya.
Sarıl silsile-i semaya,
İsâl eder o bizi tâ cennet-i âlâya.
Bediüzzaman bu kısımda bu beş perdeden en küçüğü olan beşincisini ele aldı. Maddeci felsefenin eşyayı görünenlerden ibaret göstermesi kişiyi şu dünyada maddenin dar kalıplarına sıkıştırır. Ahirette de cehennem çukuruna yuvarlandırır. Kişiye düşen, semadan bize uzatılan ipler gibi olan Kur'ân âyetlerine sarılmak, bunlarla hakikatin semasına yükselebilmektir. Bunu yapan şu dünyada gerçeğe ulaşır, diğer âlemde de cennet-i âlânın aziz bir misafiri olur.
Muhatap bunu anladığında şöyle diyecektir: Zihindeki medlûl ile hariçte bunların hakikati arasında nasıl bu kadar mesafe varsa elbette diğerlerinde çok daha fazla mesafe bulunmaktadır. Bu durumda bana düşen vazife, perdelere takılmamak, o perdeleri bir cam veya pencere yapıp ötelere bakabilmektir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.