Prof. Dr. Şadi EREN
İslam Medeniyetinin Artıları
İslam Medeniyeti, bir vahiy medeniyetidir. Vahiy, bir cihetten bakıldığında -tabir yerindeyse- tarihin akış seyrine ilâhi bir müdahaledir. Allah insanları kendi hallerine bırakmamış, indirdiği kitaplar ve gönderdiği elçilerle onları yönlendirmiştir. Cenab-ı Hak şöyle bildirir:
“Ey iman edenler! Size hayat veren şeye çağırdığında Allaha ve Peygambere icabet edin.”[1]
Öyle görülüyor ki, vahiy hayattır. Peygamberin getirdiği ve açıkladığı ilâhi mesaj, insanları canlandıracak esaslarla doludur.
Kitap ve sünnet, İslam Dininin itikat, amel, ahlak alanlarında iki temel kaynağı olduğu gibi, İslam Medeniyetinin de kaynaklarıdır. Kültür ve medeniyetimizin kodlarını başka yerlerde değil, başta Kitap ve sünnette aramak gerekir. Kitap, yani Kur'ân, dinin anayasası hükmündendir. Sünnet ise, Hz. Peygamberin bu ilâhi vahyi sözleriyle ve fiilleriyle yorumlamasıdır. Yusuf Kaplanın ifadesiyle “Medeniyetin mana haritaları, sünnet-i seniyye'de şifrelenmiştir.”[2] Mesela, dinin direği sayılan namazın cemaatle kılınması camiyi, Cuma’da hutbe okunma vecibesi minberi, vaaz ihtiyacı kürsüyü, abdest alınması şadırvanı… netice vermiştir.[3]
Bediüzzaman İslam Medeniyetinin başlıca artı esasları olarak şunları nazara verir:[4]
1-Hakka Dayanmak
2-Fazileti Esas Almak
3-Hayatı Bir Yardımlaşma Görmek
4-Irklar Ötesi Olmak
5-Ruhu Tekâmül Ettirmek
Sözün burasında bu beş artı yöne biraz daha yakından bakabiliriz:
1-Hakka Dayanmak
Akla kalsa güç kutsanabilir, “Güçlü olan haklıdır” denilebilir. Böyle diyenlerin güçsüz insanları sömürmesi ve bunların ülkelerini birer sömürgeye çevirmesi “akıllılık” zannedilebilir. Ama vahiy mutlak güç sahibinin Allah olduğunu anlatır, “Haklı olan güçlüdür” esasını ders verir.
“Hukukun üstünlüğü mü, üstünlerin hukuku mu?” suali zaman zaman gündeme gelir. Dünya çapında genel uygulama çoğu zaman “üstünlerin hukuku” şeklinde olmuşsa da artık evrensel hukuk bunu böyle kabul etmemektedir. En azından teorikte esas olan “Hukukun üstünlüğü”dür.
Zikredeceğimiz şu olay, bu mananın güzel bir yansımasıdır:
Olay Hz. Ömer devrinde yaşanır. Amr Bin As Mısır valisidir. Oğlu, Kıbti bir gence vurur. Genç, Emiru'l-mü'minin Hz. Ömer'e şikâyet edeceğine yemin eder. O da "Git bakalım, senin şikâyetinden bana bir zarar gelmez. Ben asîl (soylu) çocuğuyum" der. Hac mevsiminde, Hz. Ömer önde gelen devlet adamlarıyla beraberken Kıbti genç gelir, olanı biteni anlatır. Hz. Ömer, Amr Bin As'a, "Anaların dünyaya hür olarak getirdikleri insanları ne zamandan beri köleleştirdiniz?” der. Sonra, şikâyetçi gence, Amr Bin As'ın çocuğunu gösterip şu tarizli sözleri söyler: "Sana vurduğu gibi, vur bakalım şu ‘soylu çocuğa’!"[5]
2-Fazileti Esas Almak
İslam Medeniyeti, bir fazilet medeniyetidir. O, hayatın merkezine menfaati değil, fazileti koyar. Bu medeniyetin çocukları “rahat yaşamak” ideali yerine “başkalarını rahat ettirmek” idealiyle yaşar.
İnsan, tabiatı itibariyle bencil ve egoisttir. Egosantrik bir hayat felsefesiyle her şeyi kendi menfaatine göre değerlendirmek ister. Bunun toplumlara ve milletlere yansıması, güçlünün zayıfı ezmesi ve sömürmesi şeklinde kendinde gösterir. Hâlbuki insaniyete yaraşan, “ene”yi aşabilmek, menfaat yerine fazileti esas alabilmektir. Bu bağlamda Kur'ânda geçen infak ve yardım âyetlerini,[6] ayrıca “Veren el alan elden hayırlıdır” gibi hadis-i şerifleri hatırlayabiliriz.[7] İslam Dininin esasları Batı Dünyasındaki “kazan-kazan” formülünün faydalı şeklini bize gösterir, verirken de kazandığımızı bize anlatır.
Vakıf müessesesi, konunun güzel bir misalidir. Vakıf, yararı kullara ait olmak üzere bir malı kendi mülkiyetinden çıkararak Allah yolunda tahsis etmektir.[8] Mesela, kişi kendine ait tarla veya ev hakkında “Falan vakfa gelir sağlaması için vakfettim” der. Artık o tarla veya ev, kendisinin değildir, ölümünden sonra mirasçılarına ait de değildir. Hangi vakfa vermişse, o tarla ve ev ilgili vakfın hizmetlerinde kullanılır.
Vakıflar, “İnsanlara faydalı olan her hizmet bir nevi ibadettir” telakkisinin hayata yansımasıdır.[9]
Kur’an-ı Kerimde nice âyet Allah yolunda vermeye teşvik ettiği gibi, Hz. Peygamber de hem fiili uygulamalarında bunu göstermiş hem de her vesileyle insanlara Allah yolunda başkalarına yardımcı olmayı hatırlatmıştır. Kitap ve sünnetten bu öğretiyi alan Müslümanlar Allah yolunda vermeyi müesseseleştirerek vakıflar kurmuşlardır.
Konuyla ilgili çok örnek verilebilir, numune olarak üç âyet ve üç hadise yer vereceğiz:
-“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) vermedikçe, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz.”[10]
-“İyilik ve takvada yardımlaşın.”[11]
-“Mal ve evlat, dünya hayatının zinetidir. Bakiyat-ı salihat ise, Rabbin katında sevabça daha hayırlı ve amelce daha hayırlıdır.”[12]
Âyette geçen “bakiyat-ı salihat” vakıf manasının Kur'anî temellerindendir. Çünkü mal ve evlat gelip geçicidir, ama işe yarar salih işler baki kalıp devam edecektir. Halkımız arasında hayli yaygın olan “Ne verirsen elinle, o da gider seninle” ifadesi, âyetin manasından süzülmüş bir ibret kelamıdır.
Hz. Peygamber ise, vakfa esas olabilecek hadislerinde şöyle der:
-“Âdemoğlu öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Ancak sadaka-i câriyesi olanlar, kendisinden faydalanılan bir ilim (topluma yararlı bir eser) bırakanlar ve kendisine hayır dua eden hayırlı çocuk bırakanlar müstesna.”[13]
-“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez.
Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar.
Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir.
Bir Müslüman’ın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.”[14]
-"Komşusu açken tok olarak geceleyen kişi (kâmil) mü'min değildir."[15]
Hz. Peygamber bunlar gibi sözleriyle Müslümanları Allah yolunda vermeye teşvik ettiği gibi, vakıf müessesesine fiilen öncülük de yapmış, Fedek ve Hayber arazilerindeki bazı hisselerini Müslümanların yararına vakfetmiştir.[16]
İşte bunlar gibi vakfetme manasını teyit eden âyetler ve hadislerden ders alan Müslümanlar, başkalarına yardımcı olabilmek için âdeta can atmışlar, “canın yongası” denen mallarını cömertçe başkalarının yararına verebilmişlerdir.
Câbir Bin Abdullah, asr-ı saadetteki vakıf ruhunu şöyle ifade eder:
"Ben Mekkeli ve Medineli Müslümanlardan mal ve mülk sahibi olup da vakıf yapmamış bir kimse bilmiyorum."[17]
3-Hayatı Bir Yardımlaşma Görmek
Hayat bir mücadele değil bir yardımlaşmadır. Kuvvetli ve zengin olan, zayıf ve fakir olana yardımla mükelleftir. Bu meselede Kur'an-ı Kerimin nazara verdiği Zülkarneyn kıssası bizlere önemli mesajlar sunar. Şöyle ki:
Zülkarneyn, Allah’ın teyidine mazhar olmuş bir cihan fatihidir. Gittiği her yere adaleti götürmüş, zalimin karşısında, mazlumun ise yanında yer almıştır.
Seferlerinden birinde mazlum bir millete uğrar. Bunlar Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan çapulcu ve saldırgan kavimlerden şikâyetçidirler. Zülkarneyn’e “Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi versek olur mu?” derler. O ise “Rabbimin bana verdikleri daha hayırlıdır. Ama bana kuvvet yönünden yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir sed yapayım” cevabını verir. İki dağ arasını demirle doldurtur, aşılmaz bir sed meydana getirir.[18]
Kıssada bizlere çok kıymetli mesajlar vardır. Mesela:
-Yeryüzüne hâkim olmak ve onu bayındır hale getirmek için gerekli olan bilgi, güç ve meşru her türlü vasıtayı elde etmeye çalışmak dinî bir görevdir.[19]
- Mazlum milletlerin güçlü iktidarlar üzerinde “himaye edilmek, korunmak” gibi hakları vardır.
-Müslümanlar kuvvetli olmalı, ama bu kuvveti güçsüzleri ezmede değil, onlara yardımda kullanmalıdır.
- Her nimetin kendi cinsinden şükrü olur. Güçlü bir devletin başında bulunmanın şükrü, adaletle hükmetmek, insanların maddî ve manevî refahına çalışmaktır.
-Ezici güce sahip olunduğunda zavallı insanları ezmeye çalışmak yiğitliğe sığmaz.
-Başkalarıyla münasebette menfaati değil, yardımcı olmayı esas almak gerekir.
-İngiltere, Amerika ve Fransa gibi ülkelerin Asya ve Afrika’da yaptıkları sömürü faaliyetleri vahyin mesajlarıyla asla bağdaşmaz. Maddeten geri kalmış yerlere gidilmelidir, ama bu hizmet götürmek ve elden tutmak için olmalıdır, onları köleleştirmek ve sömürmek için değil…
4-Irklar Ötesi Olmak
Her ne kadar yeryüzünde farklı ırklar ve milletler olsa da aslında bütün insanlar birbiriyle kardeştir. Dört çeşit kardeşlikten söz edebiliriz:
1-Nesebî kardeşlik
2-Dinî kardeşlik
3-Beşerî kardeşlik
4-Kevnî (evrensel) kardeşlik
Nesebî kardeşlik, aynı anne-babadan gelen kimselerin kardeşliğidir.
Dinî kardeşlik, aynı dine mensup kimselerin, -velev farklı etnik kimliklere sahip olsalar bile- benzeri his ve heyecanlarla yaşamalarıdır. Kur’an-ı Kerim, “Mü'minler ancak kardeştir” âyetiyle bu kardeşliğe işaret eder.[20]
Beşerî kardeşlik, insan olarak hepimizin aynı asıldan gelmemizi anlatır. Kur’an-ı Kerim, “Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık” âyetiyle beşerî kardeşliğe dikkat çeker.[21] Bu zaviyeden bakıldığında, dünyadaki bütün insanların birbiriyle akraba olduğunu söyleyebiliriz. Şeyh Sadi bunu “Benî Âdem a'zâ-yı yek-dîgerend” (Âdem evladı birbirinin azası gibidir) sözüyle ifade eder.[22]
Kevnî (evrensel) kardeşlik ise, diğer bütün varlıklarla yaratılışta beraber olmaktan gelen kardeşliğimizi ifade eder, çünkü hepimizi Allah yaratmıştır.
İslam öncesinde Araplarda kabilecilik zihniyeti vardı. Bazı kabileler üstün kabul edilir, bunlar diğerlerine üstten bakarlardı. Hele siyah ırka mensup olanlar adamdan bile sayılmazdı. Kölelik yaygındı ve kölelere insan muamelesi yapılmazdı. Hz. Peygamber bütün bu yanlış uygulamaları Kur’anî esaslarla ve kendi fiilleriyle birer birer düzeltti. Mesela:
-Selman-ı Farisi İranlı bir köle iken, onun hürriyetine kavuşmasına yardımcı oldu. “Selman bizdendir, ehli beyttendir”[23] yani hane halkımızdan biridir diyerek kendisini onurlandırdı, meşveretlerde öne çıkardı.
-Habeşli siyah bir köle olan Bilal-i Habeşî’yi kendisine müezzin yaptı.
-Azatlı kölesi Zeydi, halasının kızıyla evlendirdi, Peygamber hanedanına akraba kıldı.
-Zeyd’in oğlu Üsame’yi daha on dokuz yaşında İslam ordusu komutanlığına getirdi ve Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman gibi seçkin sahabileri onun emrine verdi…
Bunlar gibi icraatlar ile toplumun önünü açtı; kavmiyetçilik, ırkçılık gibi günümüzde bile nice toplumların başının belası olan menfilikleri ortadan kaldırdı.
İslam’daki bu farklılığı Batı dünyasında fark edenler olmuştur. Mesela W. Montgomery Watt şöyle der:
Birçok Hristiyan’ın meylettiği fikre göre, bütün dünyanın nihai dini Hristiyanlık olacaktır. Fakat bu kesin olmaktan çok uzaktır. Sadece bir noktaya dokunmak, konuya açıklık getirmek için yeterlidir: Başta gelen Hristiyan ülkelerden bazıları, bugün bir ırkçılık felaketine düşmüşler. İmdi, kendi mensupları arasında görülen ırkçılık felaketiyle başa çıkamayan bir dinin, diğer dünya problemlerinin çözümüne katkıda bulunması elbette mümkün değildir... İslâm’ın üstün olduğu konular arasında başta geleni, onun insan kardeşliğinin kurulmasındaki başarısı ve iman konusundaki derinliğidir... Geleceğin yegâne dininin çerçevesini te’min etme iddiasında İslâm, şüphe yok ki güçlü bir yarışçıdır.[24]
İslam’ın güçlü bir yarışçı olduğunu ilmî bağlamda göstermek için şunlara dikkat çekmekte yarar görüyoruz:
Peygamber Efendimiz ırkçılık konusunda şöyle der:
"İslâmiyet cahiliye ırkçılığını kesip atmıştır."[25]
"Müslüman olduklarında Kureyşli bir efendiyle Habeşli bir köle arasında bir fark yoktur."[26]
"Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık üzere ölen bizden değildir."[27]
Sahabeden biri, "Ya Rasulallah, kişinin kavmini, milletini sevmesi, ırkçılık sayılır mı?" diye sorar. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verir:
"Hayır, sayılmaz. Lâkin ırkçılık, kişinin kendi kavmine zulümde yardımcı olmasıdır."[28]
Kişi, sırf "kendi kavmindendir" diye bazılarına ayrımcılık yapsa, haksız olduklarını bile bile onları savunsa zulme yardım etmiş olur. Hâlbuki değil zulüm işlemek, zulme razı olmak bile uygun görülmemiştir.[29] Zira "Küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür."
İslam öncesinde Araplar arasında "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et" sözü hayli meşhurdu. İslam dini gelip daha önceki nice batıl esasları yerle bir etti. Bu cümleden olarak, kendi kabilesini üstün görmek şeklindeki yanlışı da kaldırdı.
Bir gün Peygamber efendimiz "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et" ifadesini kullanınca sahabeler hayli şaşırdılar. "Ya Rasulallah, mazluma yardımı anladık da zalime nasıl yardım edebiliriz?" diye sordular. Peygamber efendimiz şöyle açıkladı:
"Zulmüne engel olmak, ona yardım etmektir."[30]
5-Ruhu Tekâmül Ettirmek
İnsanda göz ve kulak ayrı fonksiyonlara sahip oldukları gibi, ruh ve nefis de ayrı fonksiyonlara sahiptir. Ruh insandaki ulvi hislere, nefis ise süfli hislere yöneliktir. Mesela ruh ilimden, ibadetten, tefekkürden, başkalarına yardım etmekten… lezzet alırken insanın nefsi yeme-içmeden, gülüp oynamaktan, günahlardan, kendi menfaatine yönelmekten… keyif alır. Meşru dairede olmak şartıyla nefsin isteklerinin yerine getirilmesi önemli olmakla beraber, günümüz medeniyeti meşru gayr-i meşru ayırımına gitmeden daha çok nefsi tatmine yönelik bir dünya görüşüne sahiptir. İslam medeniyetinde nefsi dizginlemek ve meşru dairede tutmak, ruhu ise ulvi zevk ve lezzetlere yönlendirmek vardır.
[1] Enfal, 24.
[2] Kaplan, “Medeniyet tasavvuru manifestosu”, Yeni Şafak Gazetesi, 18 Ekim 2015.
[3] Bkz. Mustafa Bektaşoğlu, Türk-İslam Sanatı, DİB Yay. 2009 Ankara, s. 12.
[4] Bkz. Nursi, Asar-ı Bediiye, s. 160
[5] Afîf Abdulfettah Tabbera, Rûhu’d- Dîni’l- İslâmî, Beyrût 1980, s., 277.
[6] Mesela bkz. Bakara 261, 265.
[7] Buhârî, Zekât 18; Müslim, Zekât 94-97.
[8] İsmet Kayaoğlu, İslam Kurumları Tarihi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara-1984, s. 141.
[9] Bkz. Ahmet Akgündüz, Vakıf Müessesesi, OSAV Yay. İst. 2013, s. 48.
[10] Âl-i İmran, 92.
[11] Maide, 2.
[12] Kehf, 46.
[13] Müslim, Vasıyye, 14; Nesai, Vesaya, 8.
[14] Buhârî, Mezâlim 3.
[15] Buhârî, Edeb, 12; İbn Ebi Şeybe, Kitabu'l-iman, (nşr. el-Albanî), Dımaşk, ts. s.33.
[16] Buhârî, Vesâyâ, 1; Ferâiz, 3.
[17] İbn Kudame, El-Muğnî, Mısır, 1970, IV, 4.
[18] Bkz. Kehf, 83-98.
[19] Abdülbaki Güneş, Kur'ân Kıssaları ve Medeniyetlerin İnşası, Gündönümü Yay. İst. 2005, s. 72.
[20] Hucurât, 10.
[21] Hucurât, 13.
[22] Seyyid Hüseyin Nasr, Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi, (A Young Muslim's Guide to the Modern World) Ter: Şahabeddin Yalçın, İz Yayıncılık İst. 2003, s. 78.
[23] İbn Sa'd, Tabakatu’l- Kübra, Daru İhyai't- Türasi'l- Arabi, Beyrut, IV, 83.
[24] W. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi, Ter: Mehmet Aydın, Hülbe Yay. Ankara, 1982, s. 173.
[25] Tirmizi, Cihad, 28.
[26] İbn Hanbel, II, 488.
[27] Müslim, İmare, 57.
[28] İbn Mâce, Fiten, 7.
[29] Hûd, 113.
[30] Tirmizi, Fiten, 68.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.