Risale-i Nurla Kur'an'ı daha iyi anladım

Risale-i Nurla Kur'an'ı daha iyi anladım

İlahiyatçı-Yazar İsmail Aksoy, RisaleHaber'e konuştu...


Röportaj: Nurettin Huyut-RisaleHaber

İlahiyatçı-Yazar İsmail Aksoy

Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Ben aslen Erzurumlu olup, yedi erkek kardeşin ikincisi olarak 1952 yılında Muş'ta dünyaya geldim. Çocukluğum medresede geçti. Kur'ân ve Arapça talimiyle uğraşırken, ilkokulu dışarıdan bitirdim. Daha sonra Elazığ İmam- Hatip lisesinde okudum. İmam Hatip Lisesini tamamladıktan sonra Elazığ’da İmam-Hatiplik görevine devam ederken, Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünü kazandım. Mezuniyetin ardından bir hafta içinde İstanbul İl müftü yardımcılığına atanarak, Süleymaniye'de ilk vazifeme başladım. Daha sonra Erzurum İli İspir İlçesi müftüsü olarak vazifeme devam ettim. Bazı sebeplerle naklen Milli Eğitim Bakanlığına geçiş yaptım. Farklı okullarda öğretmenlik ve idarecilik görevlerinde bulundum. Milli Eğitim Bakanlığının Merkez teşkilatında birim ve şube müdürlüğü ile Bakan danışmanlığı gibi görevlerde bulundum.

2001 yılında emekliye ayrıldıktan sonra Fransa'da iki sene mânevi hizmetlerle iştigal ettim. Zaman zaman Avrupa'ya gidip geldim. Değişik yerlerde konferanslar verdim. Hali hazırda bu manevi hizmetlere biiznillah koşturmaya gayret gösteriyoruz.

Halen RisaleHaber Sitesinde yazılarıma devam etmekteyim. “Kur’ân’da Nazar ve Dikkat” ile “İlâhî Rahmet Hz. Muhammed” adıyla iki kitabım yayınlandı. Üç çocuk babası, beş torun dedesiyim elhamdülillah…



Risale-i Nurları ilk olarak ne zaman ve nerede tanıdınız?

Elazığ'da okurken Risale-i Nurları tanıdım. Çünkü ilk defa bir vilayette yaşama fırsatı bulmuştum. O zaman yatılı İmam-Hatip Lisesi en yakın Elazığ'da vardı. Biz de birkaç arkadaşla beraber Elazığ'a gittik. Onun hikâyesi çok uzun... O konuya girmek mevzûyu uzatır. Fakat o zamanki hatıraları düşününce Rabbimizin inayetiyle birçok şeyi başardığımızı görüyorum. Bir ev kiralamış, arkadaşlarla beraber kalıyorduk. Henüz yatılı okula geçmemiştik. Sıramızı bekliyorduk. O sıralar bir takım sıkıntılarımız olmuştu. Meselâ bütün bir seneyi tek bir hasır üstünde geçirmiştik. O arada ailemizden çok sağlam mânevi bir terbiye almış ve medreseden Kur’ân ve Arapça eğitimi almış olmamıza rağmen, maalesef o gençlik devresi atmosferi içinde bizde bir takım mânevî sıkıntılar baş göstermişti. Bir takım bunalımların arefesinde iken, gurbetin de tesiriyle zor günler yaşamaya başlamıştım. Bir gece rüyamda büyük bir canavar gördüm. Canavar beni tam kapmak üzereyken nûrânî bir zâtın cübbesini benim üzerime örttüğünü ve beni o canavardan koruduğunu gördüm. Bu sadık bir rüyaydı elbette. Benim için bir geçiş dönemiydi. Allah muhafaza başka taraflara kayma ihtimali vardı. Çünkü o devirlerde arkadaşlarımız değişik yerlere, sinema vs. gibi eğlencelere gidip geliyorlardı. Biz oraya vereceğimiz paraları kitaba veriyorduk. Onlar sigara içiyorlardı, biz yine kitaba para veriyorduk. Böyle bir tereddüt devresi geçirirken, bu rüyayı görmüş olmamız, bizim için bir dönüm noktası olmuştu. Bu sırada on dört yaşında idim.

O zamanlar, öyle Risale-i Nurlar şimdiki gibi serbest okunamıyordu. Urfalı Halil adında bir kardeşle beraber okulun bodrum katına inerek Risale-i Nur okumaya başladık. O kardeş Gençlik Rehberi, Küçük Sözler gibi risalelerden bize okuyordu. Aradan bir hafta geçtikten sonra Elazığ'da büyük bir zatın olduğunu ve bu zatın Bediüzzaman'ın talebesi olduğunu, onun sohbetlerine gittiğini ve eğer arzu edersek bizi de o sohbetlere götürebileceğini söyledi. Ben de kabul ettim ve dershaneye gittik. İlk defa gittiğim dershaneden içeriye girer girmez, o rüyadaki cübbeli zatı görünce hemen tanıdım. Rüyamda beni cübbesi altına alan Zât olduğunu anladım. Çok büyük bir şaşkınlık içindeydim. Kapının eşiğinde oturabildim ancak, daha ileri gidemedim.

“RÜYAMDA GÖRDÜĞÜM BEDİÜZZAMAN’IN TALEBESİ KARŞIMDAYDI”
Rüyanızda gördüğünüz ve dershanede kendisiyle karşılaştığınız o Zat kimdi?

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin birinci talebesi Emekli Albay Merhûm Hacı Hulûsî Bey (ra) idi. Bir iki dersin ardından, Hacı Hulûsî Bey’in dikkatini çekmiş olacak ki, benim kim olduğumu sordular. Oradaki abi ve kardeşler beni tanıttılar ve hâfız olduğumu söylediler. Bunun üzerine Hulûsî Ağabey haddimiz olmadığı halde bizi yanına aldı. O dersin ardından aşağı yukarı üç-dört sene derse gittiğimizde zaman zaman bizi yanına alıyordu. Risale-i Nurlar’da geçen âyetlerin hangi sûrede olduğunu soruyordu. O zaman şimdiki gibi şerhler veya dipnotlar yoktu. O soruyordu ben de Kur’ân’dan açıp kendisine veriyor, yerini gösteriyordum. Osmanlıca bir Kur’ân meâli vardı, “Mevâkib” adlı muhtasar bir tefsîr… Bilemiyorum kendisine mi ait idi? Oradan o ayetlerin meâllerini okuyordu bizlere, cemaate de açıklıyordu. Özetle Risale-i Nur’u ve Hulûsî Bey’i bu şekilde tanımış olduk. Yaklaşık üç-dört sene rahle-i tedrisinde bulunma şerefine nâil olduk elhamdülillah…

Dersleri nasıl yapıyordu?

Merhûm Hacı Hulûsî Bey’in yakınında olanlar ve derslerini takip edenlerin de iyi bildikleri gibi; O Zât-ı merhûm, Risale-i Nur’un mütefekkirâne ve müdakkikâne okunmasına ve dinlenmesine çok ehemmiyet verirdi. Birlikte okumaktan da çok haz duyar ve mutlu olurdu. Bu durumu etrafındakilere de nükteli ve samîmi ifadeleriyle hissettirirdi. O’nun sohbetine bir defa katılan, bir daha kolay kolay bırakamazdı.

Açıklama yaparken, cemaatte bir rehâvet görürse bunu dağıtmak için latifeler anlatır, sevdiği yâranlarına iltifat ederek takılır, dikkatleri derse çekerdi. Bazen bir hâdiseye bağlantı kurar, taşı gediğine koyardı.

Derslerine mutlaka “besmele, hamdele ve salvele” ile başlardı. Dersin başında okuduğu bir salavât-ı şerîfe vardı, onu okurdu.
“Ayn-il inâyeti, we kenzi-l hidâyeti, imami-l hazreti, emîni-l memleketi, tirazi-l huleli, nasiri-l mileli, taci-ş şerîaiti, sultani-t tarîkati, burhani-l hakîkati, zeyni-l Kıyâmeti…” şeklinde uzayıp giden ve sonuna kadar okunan bir salavât-ı şerîfe… Üstad Hazretleri o salavât-ı şerîfeyi şu ifadeleriyle takdîr buyurmuştur:

“Yazdığın Salavât-ı şerîfe ise, onun hususunda bir şeye rastgelmedim. Fakat, ondaki letâfet ve nûrâniyyet gösteriyor ki, O onun hakkında zikredilen sevâba ve fazilete lâyıktır.” (Barla Lâhikası)

Ders esnasında Kur’ân, Tefsîr, Hadîs ve Fıkıh kitabı bulundurarak, duruma göre birkaç âyet meâli ve tefsîri, hadîs meâli okur veya okuturdu. Bazen de ihtiyaca ve yerine göre fıkhî meseleler üzerinde dururdu. Daha sonra Risale-i Nur’dan ders verirdi. Derslerinin başında çoğunlukla hadîs okumasının sebebini ise şöyle açıklardı: “Bu sâyede Resûl-i Ekrem (asm), sahâbe-i güzîn (r.anhüm), evliyâ ve asfiyâ (kaddesallahu esrârehüm)’ün rûhâniyetlerinin bu meclisten haberdâr ve feyze medâr olmalarını temenni etmek…”

Başta kendisi olmak kaydıyla, çevresindeki kişilerle beraber çok müeddeb bir şekilde dersleri dinliyorlardı. Meselâ ben hiçbir zaman dizlerini kırıp serbest oturduğunu görmedim. Devamlı namazda oturur gibi oturuyordu. Zaman zaman da : “Üstad şu anda bizimle beraber, bu dersi dinliyor. Biz de ona göre dinlemeliyiz. Üstadın manevi şahsiyetinin aramızda olduğunun ve bu dersleri bizlerle beraber dinlediğinin farkında olalım” meâlinde ikazlarda bulunurdu.

Hulusi Ağabeyle alakalı hatırladığınız bir olay veya dikkatinizi çeken bir hadise var mı?

Başta “Mektûbat” isimli eser olmak üzere birçok eserler, merhûm Hulûsî Bey’in sorularına cevap olmak üzere te’lîf edilmiştir.

Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî ve Şâh-ı Nakşibend gibi nice zevât-ı mübârekenin işâret ve tebşîrlerine mazhar olmuş böyle bir şahsiyetin hal ve sırlarına vâkıf olmak veya izaha kalkışmak ne mümkün? Benim gibi günahkâr ve pürkusûr mücrim bir simanın isyan ve ma’siyet kokan ifadeleriyle izah edilmesi ne kadar müşkil?..Ancak son kişi olabilirim.

Onun kıymetini zamanında bizler bilemedik. Onu birinci sıraya koyan Üstad’ın (ra) Onunla alakalı pek çok ifadeleri mevcuttur:

“…Ve vefatımdan sonra sadakatli vârisim, birâderzâdem…” (Mektûbât)
“Cemâata Sözleri okumak zamanında sendeki hissiyât-ı âliye ve fazla inkişâf ve fedâkârâne hamiyyet-i dîniyye galeyânının sırrı şudur ki: Velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvetteki makam-ı teblîğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı kur’ân Said’in vekili, belki ma’nen aynı hükmüne geçtiğin içindir.” (Barla Lâhikası)

Gördüğü bir rüya üzerine cevâben şöyle buyurur Üstad:
“…Onuncu safta iken, imâmetin çok mânidârdır. İnşâallah, Cenâb-ı Hak seni, âlî bir mertebe olan İmamlık mertebesine mazhar eder…” (Barla Lâhikası) gibi pek çok itlifât-ı Üstâdânelerine mazhar olmuş mübârek bir şahsiyettir.

Hulûsî Ağabey deyince akla hemen “İhlâs” geliyor. Biz o zaman çocukluk aklıyla Risale-i Nur’u okumaya daha yeni yeni başladığımız için O Zâtın bir kutup olduğunu tam olarak anlayamamıştık. Gerçekten bir kutuptu. İhlâs abidesiydi. İhlâs üzerinde çok duruyordu. Yani İhlâsa çok önem veriyordu. Özellikle bahar ve yaz aylarındaki bağ/bahçe derslerinde genellikle 21. Lem’a olan İhlâs Risalesini okuturdu. En az on beş günde bir okunması gerektiği kuralına mümkün olduğu kadar riâyet ettiğine şâhidiz.

Dersleri kendisi mi okurdu?

Hayır, ekseriyetle okuması düzgün, sesi ve aksanı yerinde olan birisine okutur, arada hatalar olursa veya telaffuzda yanlışlık yapılırsa, mutlaka düzeltir, hızlı okuyan biri olursa, tatlı ve yapıcı bir uslûpla ikaz ederdi. “Kardeşim, hele bir anlayalım, dur, yavaş, yavaş, kelime kelime oku” diyerek durdurur, acele etmeden gerekli izahâtı yapardı.

İrşad metodunun bütün unsurlarını kullanırdı. Bu hakikatleri şimdi daha iyi anlıyorum, o zamanlar pek farkında olmasak da…

Arada soru soran olursa onlara cevap veriyordu. Biz de meslekî tatbikat dolayısıyla Ramazan ayında ve diğer zamanlarda zaman zaman cami kürsülerine çıkıyorduk. Ramazan olduğu için, Ramazan Risalesini açıklayarak okuyorduk. Zaman zaman bazı itirazlar oluyordu. Böyle açıklama yapılmaz, olduğu gibi okumanız lazım diyorlardı. Biz de bir takım âyet ve hadislerle açıklıyorduk, kıssalar ve nükteler sıkıştırıyorduk araya… Çünkü cemaat içinde anlamayanlar oluyordu. Bir gün itiraz eden ağabeylerden biriyle beraber Hulûsî ağabeyin yanına gidip, bu konuyu soralım dedik. İkindi namazı için genellikle yeni cami’de olurdu. Biz de kendisini karşılayarak selam verdik ve bu meseleyi sorduk. “Siz anlatmaya devam edin…” dedi bana. Bu şekilde onun görüş ve re’yini de almış olduk.

Dersler hangi sıklıkla oluyordu?

Her gün ikindi namazından sonra ders oluyordu. Hafta sonları ve yaz aylarında da bağ ve bahçe dersleri… Biz genellikle hafta sonu derslerine iştirak edebiliyorduk.

Camide mi oluyordu dersler?

Hayır… Belirli bir ev vardı, orada. Daha sonra dershane açıldı ve dershanede dersler devam etti. Hiç aksatılmadan devam ettiğini biliyoruz. Yazları Diyarbakır’ın Çermik kazasına giderdi bir süreliğine. Dizlerindeki ağrılar sebebiyle kaplıcalara gidiyordu sanırım. Onun dışında pek Elazığ dışına çıkmazdı.

Hulusi Ağabeyin bir de şöyle bir vasfı vardı. Çok toparlayıcı ve derleyici bir insandı. İslâm uhuvvetine çok önem verirdi. Kendisini ehl-i tarik insanlar da gelir dinlerdi. Hiçbir zaman ayrım yapmazdı. Değişik çevrelerden muhibbanı, seveni vardı. Onlar da gelir dinlerdi. Hatta o zaman Elazığ'da İzzet Paşa Camisinin temeli yeni atılmıştı. Caminin yapma ve yaşatma derneği vardı. Onun mensupları bir ihtilafa düşmüştü galiba. Hacı Hulusi Bey hatırladığım ve duyduğum kadarıyla o zaman devreye girmiş. Caminin altında altmış tane dükkan vardı, komple büyük bir camiydi. İstikbalde önemli bir yeri olacaktı mutlaka Elazığ'da, hizmetlere vesile olacaktı. Hulûsî Ağabey demek ki anlamış bu durumu. Ve o cemiyete tavsiyelerde bulunarak, onları tekrar bir araya getirerek onlara nasihat etmiş, caminin mutlaka tamamlanması gerektiğini belirtmişti… O cami tamamlandı, bu gün hizmetlerine devam ediyor.

Bildiğimiz kadarıyla Hulusi Ağabey bütün sorulara cevap verirmiş, hatta bazen soru sorulmadan cevabını verirmiş...

Evet, bu duruma çok defalar şâhit olduk. Gerek insanların içinden geçirdikleri sorulara cevap vermesi açısından, gerek o anda cemaatin içinde bulunduğu ihtiyaçlar açısından, âcizâne ehl-i keramet bir zat olduğunu bizzat müşâhede ettim. Kendimde de bunu yaşadım. Şöyle de bir hâtırası var:

Yine bir gün derse gidecektik. Ders günüydü. Biz öğrenci olduğumuz için daha çok hafta sonları gitme imkânımız vardı. İmam- Hatipten bazı arkadaşlar sinemaya gidiyorlardı. Ben derse gittim. Fakat içimde bir tereddüt vardı: “Ya Ben genç değil miyim? Ben niçin sinemaya gitmiyorum?” diye düşünüyordum. Bu olumsuz düşüncelerimden dolayı da Hulûsî Bey'in yanına yaklaşamamıştım. Böyle kapı arkasında bir yere oturmuştum. Ders başlamıştı ama ben hâlâ derse konsantre olamamıştım. Hulûsî ağabeyin yanına da gidememiştim. İçimden de kötü düşünceler geçmeye devam ediyordu: “Benim de eğlenmeye hakkım var, onlar gitti ben niye gitmedim?” vs... Yani cismim derste olsa bile aklım, fikrim orada, arkadaşlarla beraberdi. Birdenbire Hacı Hulûsî Bey öfkeyle, celalli bir şekilde: “Yeter be kardeşim, yeter! İçindeki o kötü düşünceleri at artık. Yeter!” dedi. Ben hemen bu ikazın bana olduğunu anladım. Tövbe, istiğfar ederek kendimi derse verdim. Aklen, ruhen ve fikren de derse iştirak etmiş oldum. Böylece bir kerametini bizzat müşâhade etmiş oldum.



Gençlik yıllarınızda bunalımlar yaşadığınızı ve Risale-i Nur sayesinde bu sıkıntılarınızdan kurtulduğunuzu ifade ettiniz. Bu değişim sırasında yaşadığınız duyguları anlatır mısınız? Yani daha evvelinde Arapça dersleri görmüş, Kur’ân okumuş ve dinî bilgilerle ilgilenmişsiniz. Fakat buna rağmen hâlâ bir boşluk yaşamışsınız. Risale-i Nur sizde hangi duyguları uyandırdı ki bunalımlarınızdan kurtuldunuz?

Risale-i Nur!.. Kur'an Âyetlerinin nurlu bir tefsiri... Baştan başa îman ve tevhid hakikatlarıyla dolu.. Her sınıftan ve yaştan insanın anlayışına göre ihsan buyurulmuş... Müsbet ilimlerle mücehhez... Vesveseli şübhecileri ikna ediyor... En avamdan en havassa kadar herkese hitab edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor...

Akla gelen bütün istifhamları gidererek isbat metodunu uyguluyor. Zerreden Güneşe kadar îman mertebelerini, derecelerini, Vahdaniyet-i İlâhiyyeyi, Nübüvvetin hakikatını...Hepsini bir bir hallediyor…

Yer ve gök tabakalarından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, Haşir ve Âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün gerçek mahiyetinden, ebedî saadeti kazanmanın yollarından ve şekavetin menbaına kadar isbat ve delille dolu… Akla gelen ve gelmeyen bütün imanî meseleleri en kat'î delillerle aklen, mantıken, ilmen isbat ediyor... Pozitif ilimleri teşvik ederek, Kur’ân’ın emrine vererek işliyor meseleleri... Riyazi meselelerden daha kat'î delillerle aklı ve kalbi ikna edip, merakları gideren, ruhları tatmin eden bir şâheser…

Risale-i Nur'u okuyanların ruh ve kalbleri, vicdan ve latifeleri o feyizli dersten hisselerini ve gıdalarını alıyorlar. Risale-i Nurun üslûbu, belagatı, hizmet metodu çok hârika.. Eserlerden istifade edebilmek için bir hoca, üstad veya şeyhe ihtiyaç bırakmıyor. Herkes ferdi olarak da okuyup, öğrenebilir ve istifade edebilir. Ayrıca cemaat halinde müzakere edilen Risale-i Nur derslerine katılarak istifade edebilir ve cemaatin feyzinden ve şahs-ı mânevîden daha fazla müstefid olabilir. Risale-i Nur, Kur’ân ve Sünnetteki hakikatlere ulaşmanın en kısa yoludur.

Bir insanın ahlakının güzelleşmesine vesile olduğu gibi bir başkasının imanına vesile olabilmek, başka bir insana ise hiç düşünmediği konuları düşündürtebilmek anlamlıdır insan için… Ölüm, kıyamet, ahiret gibi gerçekleri hatırlatıyor insana…
Üstad Bediüzzaman ne diyor?

"Hem, iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir sûrette inkısam edip tevzî olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalp, sır, nefis ve hakeza, letaif kendine göre birer hisse alır, masseder.”



“BEDİÜZZAMAN BİR DELLAL, RİSALE-İ NUR DA KUR’AN’IN DERSİDİR”

Risale-i Nur sadece akla hitap etmiyor; ruha, kalbe, sırlara, maddi manevi latifelere hitap ediyor aynı zamanda. Gerçekten demek ki, vakti, saati o zamanmış... Evet biz hâfızdık, Arapça da okumuştuk, hadis dersleri de okuyorduk. Ama demek ki bunları sathî nazarla okumuşuz, esrârına vâkıf olamamışız ki latifelere tam olarak sirâyet etmediği için istifâdemiz tam olamamış… Yani Risale-i Nur’un küllî mânada bir mürşid olduğunu, büyük bir tesiri olduğunu anlamış oldum. Risale-i Nur küllî bir hizmeti yerine getiriyordu. İçerisinde bütün dini ilimler vardı. Biz kendimizi orada bulmuştuk ve tatmin olmuştuk. Demek ki esrâr-ı Kur'âniye doğrudan doğruya Kur’ân’dan alınıp, insanlara hitap ettiği için Üstad Hazretlerinin ifade buyurdukları gibi; kendisinin bir dellâl, Nurların ise Kur’ân’ın dersleri olduğunu idrak etmiş olduk. Yani doğrudan doğruya Risale-i nur Kur'âna muhatap olması hasebiyle ve insanları da doğrudan doğruya, Kur’ân’a muhatap kılması sebebiyle, insanlar zaten Kur’ân’dan en güzel mânevî dersleri de almış oluyorlar. Bu mânevî dersler sayesinde insanların ahlâkında, gidişatında, hallerinde, tavırlarında, konuşmalarında, hayatın her kademesinde, her noktasında ve her nüktesinde Risale-i Nur tesirini icra ettiği için bizim de hayatımız o andan itibaren değişmişti. İfade etmeliyim ki, kötü bir halimiz yoktu. Fakat farklı bir mecraya geçiş yaptığımız aşikardı. Hayata, insanlara, olaylara daha farklı bir gözle bakmaya başladık. Kur'ânın nazarıyla, Kur’ânın dürbünüyle bakmanın ne olduğunu, nasıl bakmamız gerektiğini, özellikle mana-yı ismiyle değil de, mana-yı harfiyle nasıl bakılır olaylara, hadiselere? Biz bunu Risale-i Nurla öğrendik ve anladık. Belli bir alt yapımız da vardı o güne kadar, bu sebeple bakış açımızı değiştirmemiz daha da kolay oldu... Hem diğerleri zahiri ilimlerdi, Risale-i Nurla bu ilimlerin batınî yönlerini kavramış olduk. Yani hülasa, Risale-i Nur sayesinde Kur’ân’ı, Hadis’i daha iyi anladık, onları daha çok sevdik ve sarıldık. Hulûsî abi de bize Kur’ân, Hadîs, Tefsîr, Fıkıh gibi ulûm-i diniyye ve dürûs-i Kur’âniyye şuûrunu kazandırmıştı. Nurlar da zâten Üstadımızın ifadeleriyle Medresenin malıydı. Böylece derslerimizde daha başarılı olduk. Okuma alışkanlığımız gelişti...

Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünü birincilikle tamamlamışsınız...

Evet... Orayı da yine Allah’ın inâyeti, Risale-i Nur’un himmetiyle, birincilikle bitirmeyi başardık. O zaman imtihana giriliyordu. Kur’ân, Tefsir, Arapça, Hadis derslerinden giriyorduk. Yoksa almıyorlardı. Bu imtihanı başarmak gerekiyordu. Onu başardık elhamdülillah, ardından okulu da birincilikle bitirdik.

Yurtta mı kalıyordunuz?

O zaman evliydim. Kendi evimde kalıyordum. Burs alıyordum, kirada oturuyordum bodrum katta… Ama hizmetlerle de bize şevk veren , -Kırkıncı Hocamızdan- Allah razı olsun. Buradan kendisini minnetle, şükranla, hürmetle anıyorum- bizim üzerimizde Hacı Hulûsî ağabeyden sonra ikinci emeği olan Mehmet Kırkıncı Hoca Efendidir. Talebe olmamıza rağmen, bizim evimizde de dersler oluyordu. Fakat bardak yetiştiremiyorduk. Elli-altmış civarında bardağı bulmak kolay değildi. Çoğu zaman komşulardan topluyorduk bardakları. Kırkıncı Hoca Efendi’nin dersleri çok bereketli, renkli ve de şevkli oluyordu. Çok geniş oluyordu katılım. Kendisi de bizzat katılıyordu derslere.

MEHMET KIRKINCI’NIN BEDİÜZZAMANLA TANIŞMASI

Mehmet Kırkıncı'dan bahseder misiniz biraz da?


Kendisi Erzurum merkeze bağlı Güllüce köyündendir. Uzun yıllar Erzurum’un önde gelen ilim adamlarından ve müderrislerden ders okuduğunu biliyorum.

1955 yılında Risale-i Nurlardan tashih amacıyla götürdüğü bir forma vesilesiyle İsparta’da Üstad Bediüzzamanla tanıştığını ve talebeliğe kabul edildiğini duymuştum. Bu konuda bir de kitabı vardır. “Üstâd’ı Nasıl Tanıdım?” adıyla…

Bu ziyaret dönüşünde Üstad’ın; “evlerinizi medrese yapın” tavsiyesine uyarak Karanlık Kümbetin yanındaki evini medreseye çevirmiş… 1956 yılında Fethullah Gülen Hocaefendi’yi cemaatle tanıştırmış… O gün bu gündür Erzurum’da Risale-i Nur ve Arapça dersleri vermeye, etrâfında bir ilim ve irfan halkası oluşturmaya, ilerlemiş yaşına rağmen şevkle hizmetlerle yakından ilgilenmeye devam ettiğini biliyorum... Merhum Osman Demirci Hocaefendi ile 1960 yılında ihtilalle tanışmış, ondan sonra da bir daha ayrılmamışlar…

Herhangi bir yerde imamlık gibi vazifeleri olmuş mu?

Benim bildiğim kadarıyla herhangi bir resmi vazife yapmamış… Gençliğinde medresede Ulûm-i Diniyyeyi tahsil edip ikmal etmesine rağmen tedrîs ve ta’limi bırakmamış, bir arkadaş grubuyla Karanlık kümbet denilen ve esasında kendi evi olan, ancak o gün bu gün medrese olarak istihdam edilen bu mekânda Kur’ân ilimlerini okumaya ve okutmaya devam etmiştir. Bir kaç kez de bendenizin bu derslere iştirak etmişliğim vardır. Kızıl İ’câzın Arapçasını okuduklarını da duymuştum. Zengin bir kütüphaneye sahip bulunan bu mekân yıllardır ilme hizmet etmiştir. Kırkıncı Hocaefendi mantık küpüdür. Mantığın ummanıydı gerçekten. Derslerinde de biz bu nazarla bakıyorduk. Her kim gitse ikna olmuş olarak ayrılıyordu yanından. Biraz mahalli bir şivesi vardı. İlk etapta giden insanlar, şivesinden fazla bir şey anlamıyordu ama zamanla insanı tiryaki hale getiriyordu. Kırkıncı Hocanın böyle bir özelliği vardı. Tiryaki oluyordu insanlar onun dersine. Onun ikna edici misalleri, mantıklı teşbihleri, akla yol açıp kolaylaştıran espirileri, özellikle hayattan, bu gün yaşanan hadiselerden örnekler vermesi... İşte mantık küpü dediğimiz buradan kaynaklanıyor. Çok güzel derleyici, toparlayıcı bir vasfı vardı. Onlarca demiyorum, binlerce... Bir nur fabrikası gibi binlerce insan yetiştirdi. Erzurum Üniversitesinden gelip geçen, asistanlarından doçentine, profesörüne kadar, bunların tamamının Kırkıncı Hoca Efendinin tezgahından geçtiğini biliyorum. Bugün bunlardan tanıdığımız Celaleddin Atamanalp, Edip Kaha, Alaaddin Başar, Şener Dilek, Ahmet Akgündüz, merhum İbrahim Canan gibi burada isimlerini sayamayacağımız şahsiyetlerin tamamı Kırkıncı Hoca Efendi'nin medrese-i irfanından, rahlesinden geçmişlerdir.

Hekimoğlu İsmail’in de Erzurum’da görev yaparken sürekli ilim halkasında bulunduğu söyleniyordu. Bir zaman M.Şevket Eygi de Onun derslerine devam etmiş…

(Devam edecek)