Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

‘Kuyruk Acısı’nın Öyküsü

Zaman zaman bazı kimseler hasım muhatapları için, “Senin bu sözlerini anlamak zor değil, neden böyle konuştuğunu biliyoruz. Sende kuyruk acısı var” derler. Muhatap da, “Bende kuyruk acısı filan yok, asıl sende kuyruk acısı var ki, böyle söylüyorsun” der. Tartışma bu şekilde devam edip gider.

Bilge ve gariban bir adam bir gün gezinti için dağa giderken ormanda dar ve derin bir mağaraya rastladı. Mağaranın ağzına yanaşıp derinliğine baktı; dipsiz bir kuyu gibi derin olduğunu fark etti. Tam o sırada mağaranın içindeki kayanın dibinden upuzun bir engerek yılanı çıktı. Bilge adam korkuyla irkildi ve geri çekildi. Ancak yılan hikmet lisanıyla konuştu ve bilge adama korkmamasını, kendisine zarar vermeyeceğini söyledi. Sonra ağzında getirdiği bir altını mağaranın girişindeki kayanın üzerine bıraktı.

Bilge adam hayretler içinde kaldı; sevinçle altını aldı, şöyle bir baktı, kontrol etti, altının gerçek bir altın olduğunu anladı ve cebine koydu. Sonra uzun uzadıya yılanla dertleşti; aralarında samimi bir dostluk oluştu. Yılan her gün mağaranın ağzına gelmesini ve bir altını buradan almasını tembih etti. Bilge adam da her gün mağaranın ağzına giderdi; yılan onun geldiğini görünce, mağaradan çıkar, kayanın üzerine bir altın bırakır ve her günkü gibi bilge adamla dertleşirdi. Günler haftalar bu minval üzere devam edip gitti. Bilge adamın oğlu ve eşi, getirdiği altınların kaynağını merak ettiler ama bilge adam bu sırrı onlarla paylaşmak istemedi.

Ancak bir gün bilge adam hastalandı, yatağa düştü ve dağa çıkamaz oldu. Birkaç gün sonra altınsız geçen günlerinin fazlalaştığını görünce Ali adındaki oğlunu yanına çağırdı; yılanla olan hikâyesini ve getirdiği altınların kaynağını ona anlattı. Böylece sırrını ifşa etmiş oldu. Oğluna dağa çıkmasını, filan yerdeki mağaranın başına gitmesini ve durumu yılana anlatmasını vasiyet etti.

Ali, babasının vasiyeti üzerine dağdaki mağarayı buldu ve mağaranın ağzında, bir kayanın üzerinde, bir yılanın güneşlendiğini gördü. Doğru adrese geldiğini anladı ve yılanla hemen diyaloğa geçip babasının hastalığı sebebiyle onun yerine geldiğini söyledi. Yılan çocuğa inandı ve her zamanki gibi ağzından çıkardığı altını kayanın üzerine bıraktı. Ali büyük bir sevinç ve heyecanla çil altını alıp eve geri döndü. Babası, geleneğin devam etiğini görünce çok sevindi ve rahatladı. Artık oğlunun kendi yerine yılandan altın almaya gidecek olmasından memnuniyet duydu ve huzurla yatağına uzandı.

Ancak bilge adamın oğlu toy olduğu için eve gelir gelmez akşam yatakta şeytanî bir plan düşünmeye başladı. O bir kereden zengin olmak istiyordu. Planı şuydu: “Böyle her gün dağa çıkıp yılandan bir altın alacağıma yılanı öldürüp bütün altınlara birden sahip olurum. Eğer yılan bu altınları mağaradan çıkarıyorsa, mağaranın dibini bulup bütün hazineye sahip olurum. Yok, eğer altınları karnından çıkarıyorsa, onu öldürdükten sonra karnını deşip tüm altınları birden alırım.”

Bilge adamın oğlu Ali, bu şeytanî planı babasından gizli tuttu ve ona söylemedi. Ertesi gün planını uygulamak üzere dağa çıktı ve mağaranın girişine vardı. Yılan, olacaklardan habersiz bir şekilde yine mağaradan çıktı ve ağzındaki bir tek altını kayanın üzerine bırakıp güneşlenmek ve dertleşmek üzere Ali’ye yanaştı. Fakat Ali, arkasında keskin bir balta saklıyordu. Niyeti baltayla yılanı ikiye bölüp öldürmekti.

Ali sakladığı keskin baltasıyla ilk hamleyi yaptı. Yılan Ali’nin niyetini fark edince mağaraya doğru kaçtı, fakat Ali’nin keskin baltası yılanın kuyruğuna isabet etti ve kuyruğundan bir parça kopardı. Yılan da kuyruk acısıyla Ali’nin üzerine hamle yapıp onu ayağından soktu ve mağaranın içine süzülüp gitti. Engerek yılanının zehri çok şiddetliydi; Ali yarım saat içinde oracıkta son nefesini verdi.

Bilge adam oğlunun gelmediğini görünce hasta yatağından çıkıp onu aramaya başladı. Doğruca mağaranın bulunduğu yere geldi. Bir de ne görsün, Ali mağaranın yanı başında uzanmış, yatıyor, yılan da ortalıkta görünmüyor. Bilge adam bir şeylerin ters gittiğini anladı. Hemen yanına gitti ve yılan tarafından ayağından sokulduğunu gördü; ayağında kan izleri vardı. Oğluna seslendi ancak oğlu çoktan ölmüştü. Büyük bir kederle oğlunun cesedini alıp evine döndü. Komşuların yardımıyla Ali’yi defnettiler.

Birkaç gün sonra bilge adam tekrar dağdaki mağaranın başına gitti, ancak yılan eski yerinde yoktu. Bilge adam saatlerce beklediği halde yılan ortalıkta görünmüyordu. Son bir ümitle yılana seslendi, “Yılan kardeş, çık ben geldim, ben… Eski dostun bilge adam” dedi. Yılan, “Dostum, eski dostumsun ama senin yanına gelmeyeceğim” dedi. Bilge adam, “Etme eyleme dostum, oğlumun hırsı yüzünden onu kaybettim, ama senin dostluğunu kaybetmek istemiyorum, çık dertleşelim eskiden olduğu gibi, bana dostluk elini uzat” dedi. Bunun üzerine yılan son sözünü söyledi, “Bak dostum, bende bu kuyruk acısı sende de evlat acısı olduğu sürece biz asla dost olamayız. Eski dostluğumuzu da unut” dedi. [el-Meydânî, Mecmeu’l-Emsâl]

O günden sonra, sakladığı bir bahane sebebiyle istişareye katılmayanlara, dost meclisinde alınan kararlara itiraz edenlere, itirazlarını eften püften şeylere bina edenlere, çok fazla konuşarak bir huyunu ya da inancını gizleyemeye çalışanlara ve mızıkçılık yapanlara “Kuyruk acısı” deyimi bir darb-ı mesel oldu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum