Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Kültürümüzde İslam Kardeşliği ve Hoşgörü (1)

Kültür, eskilerin deyimiyle hars, bir toplumda hayatî önem taşıyan örfî unsurların başında gelir. Çünkü toplumlar kültürleriyle kimliklerini sürdürebilirler. Kültür için birçok tanım yapılmış olmakla birlikte, hepsinin ortak özelliklerini şöyle ifade edebiliriz: “Kültür bir milletin vicdanında yer alan değerlerin tümüdür.” Başka bir deyimle, bir insanın doğumundan ölümüne kadar öğrendiği ve inandığı değerlerin tümüne kültür diyoruz. Kültür aynı zamanda bir terbiye sanatıdır. Mesela: İnsan anne ve babasına nasıl davranmalıdır? Komşularıyla ilişkilerimiz hangi düzeyde olmalıdır? Mahremlerine ve yakın akrabalarına ne gözle bakmalıdır? Hiç tanımadığı ve bilmediği insanlarla ilişkileri ne ölçüde olmalıdır? Misafirlerini nasıl ağırlamalıdır? Yardıma muhtaç bir kimseye nasıl yardım etmelidir? Hayvanlara karşı davranışları nasıl olmalıdır?

Bu sorulara verilecek cevaplar aynı zamanda kültürümüzün temel prensiplerini ve bakış açısını da ortaya koyduğu için şüphesiz ki, her millet bu sorulara farklı cevaplar verir. Dünyada ne kadar millet varsa o kadar farklı kültürler de mevcuttur, denilebilir. Fakat kültürlerin oluşmasında en etkili unsur ve kültürlere rengini veren temel öğe dindir. Hatta denilebilir ki din, kültür ağacının beslendiği en büyük kaynaktır. Yani kaynağını dinden almayan bir kültür yoktur.

Doğru ve Yanlış Kültürler

Kategorik olarak dünyadaki kültürleri iki kısma ayırmak mümkündür. Doğru kültürler ve yanlış kültürler. Eşitliği, adaleti ve başkasını düşünmeyi esas alan ve hak dinlerden kaynaklanan kültürler doğru kültürlerdir. Fakat batıl dinlerden kaynaklanan, batılı, yanlışı ve şahsi menfaati esas alan kültürler de yanlış kültürlerdir. Doğru kültürlerin amacı, hem insan haklarına hem de Allah hakkına yönelik olarak yeryüzünde insanca yaşamayı temin etmek, zulmü ve putperestliği kaldırmak, yeryüzündeki kaynakları adaletli bir şekilde paylaşmayı ve huzur içinde birlikte yaşamayı temin etmektir. Yanlış kültürler ise, bir veya birkaç zümrenin menfaatini temin etmeyi, o zümrelerin güçlü olmasını ve servetin belirli ellerde birikmesini hedef alan kültürlerdir. Bu yüzden yanlış kültürler haksızlığa uğramış ve mağdur olmuş insanların durumuyla ve açlığa mahkûm edilmiş milletlerin geleceği ile samimi bir şekilde ilgilenmez.

Doğru kültürlerin temsilcileri bütün insanlığı bir tek millet, bir tek aile gibi kabul ederler. Dünyanın herhangi bir bölgesinde zulme uğramış bir millet varsa doğru kültüre sahip olan insanları ilgilendirir. Çünkü onlar haksızlığa uğramış insanlara yardım etmek için istirahatlerini bozarlar. Unutulmamalıdır ki, İslam topraklarının fetih yolu ile genişletilmesi yönündeki çabalar hep bu maksada yöneliktir. Hz. Peygamber (s): “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” hadisiyle, dini ne olursa olsun başkalarına yardım etmeyi ve diğergamlığı ümmetine telkin etmiş ve esasen önceki peygamberler tarafından temelleri atılan doğru kültürün temellerini sağlamlaştırmıştır. Rasulüllah’ın (s) ikinci halifesi Hz. Ömer: “Fırat Kenarında bir koyunun ayağı incinse ondan mesulüm” diyerek doğru kültürün hedefini koymuştur. Doğru kültürün 20. yüzyılın temsilcilerinden olan M. Akif Ersoy şöyle haykırır:

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
“Adam aldırma da geç” diyememem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu.
İrtıca’ın şu sizin lehçede manası bu mu?

Doğru kültürlerin adresi hep peygamberler ve semavî vahiyler olmuştur. Yanlış kültürlerin temsilcileri değişebilir. Tarihte kendi vatandaşlarını köle olarak kabul eden Bizans, Roma ve Sasani devletleri yanlış kültürlerin temsilciliğini yaparken bugün aynı konumda olan ve eski devletlerin temsilciliğini yapan başka ülkeler vardır. Fakat İslam’ın doğuşuyla birlikte Kur’an-ı Kerim yeniden doğru kültürün adresi haline gelmiştir. Çünkü doğru ve mutlak hakikat Allah’ın iradesinin tecelli etmesidir. Yanlış ise, insan nefsinin ve mutlak hakikatin zıttı olan şüphenin insan ruhu üzerinde egemenlik kurmasıdır. Kur’an Allah’ın emir, kudret ve iradesini yansıtan ve insanlığa gönderilmiş olan son mesajıdır. Kâinatta tek ve mutlak hakikat Allah’ın birliğidir. Bu hakikati kabul etmeyen hiçbir kültür tamamen doğru olamaz. Ancak dünya, ne doğruyu temsil eden insanlardan, ne de yanlışı ısrarla savunan kişilerden hali olur. Başka bir deyimle, dünyada her zaman doğruyu savunan ve doğruyu temsil edenler olduğu gibi, yanlışı savunan ve yanlışı temsil edenler de olmuştur. Bu iki farklı kültüre sahip olan insanlar dünyanın muhtelif bölgelerinde hep var olmuşlardır.

Birlikte Yaşamanın Kaynağı

Birlikte yaşama kültürü İslam’ın engin hoşgörüsüne işaret eden bir deyimdir. Esasen hoşgörü dinimizle çok yakından ilişkilidir. Hatta hoşgörü dinimizin emridir, denilebilir. ( خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ) “Bağışlama yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırma[1] ayeti hoşgörünün İslam dininde temel bir insanî yaklaşım olduğunu açıkça ifade eder. Bu açıdan baktığımız zaman birlikte yaşama kültürü, İslam dininin engin hoşgörüsüne dayanmaktadır. Çünkü İslam uygarlığı birlikte yaşamayı esas alan bir uygarlıktır ve özünde sevgi vardır. Sevgi ise, kâinatın yaratılış amaçlarından biri olarak kabul edilir.

Hakikat şu ki, bir insanın kendisi gibi insanlara verebileceği en büyük ve en kolay fedakârlık hoşgörüdür. Bu yüzden denilebilir ki, kâinattaki varlıkları, hatta kütleleri birbirine bağlayan en güçlü bağ sevgi bağıdır. Dolayısıyla sevgiden yoksun olan bir varlık söz konusu olamaz. Sevginin kaynağı imandır. İmanın yerleştiği mekân ise gönül, yani kalptir. İmanlı bir gönül Allah’ın mahlûkatını yine Allah namına sever. Yunus’un deyişiyle “yaratılanı sever yaratandan ötürü”.

Kur’an-ı Kerim imandan ve sevgiden yoksun olan kalpleri taşa benzetir. Hatta Kur’an-ı Kerim taşı bile böylesi kalplerden daha yumuşak kabul eder. Şöyle der: (ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ) “Ne var ki, bütün bu mucizelerden sonra kalpleriniz yine katılaştı. Bu inanmayan kalpleriniz katılıkta taş gibi, hatta daha da ilerdedir. Çünkü taşlardan öylesi vardır ki, çatlar da içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynamaya başlar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusundan yukarıdan aşağıya düşer.”[2] Görüldüğü gibi, sevgiden ve imandan yoksun bir gönül taştan da beterdir.

İslam uygarlığı birlikte yaşama anlayışı üzerine kurulan bir uygarlıktır, dedik. Çünkü birlikte yaşamanın temellerini oluşturan hoşgörü bir sevgidir, güzelliktir, doğruluktur ve doğruya yönelmektir. Hoşgörü daima iki şeyden en iyisini ve en güzelini tercih etmektir. Hoşgörü affetmek, bağışlamak, karşısındaki insana değer vermek ve ona saygı göstermektir. Hâsılı hoşgörü, Rasulüllah’ın (s) hadislerinde ifadesini bulan “ahlak-ı hasene”nin özeti gibidir.

Hoşgörünün zıttı taassup ve bağnazlıktır. Hoşgörünün kaynağı ilim, iman ve fazilet iken taassubun kaynağı cehalettir. Dolayısıyla diyebiliriz ki, cehalet İslam’dan ne kadar uzak ise taassup ve bağnazlık da o kadar uzaktır. Başka bir deyimle; güzellik, sabır, güzel sözler ve davranışlar, başkasının kahrını çekebilme yiğitliği, nezaket ve kibarlık… Bütün bu güzel sıfatlar imandan, ilimden ve faziletten kaynaklanır. Tahammülsüzlük, başkalarının düşüncelerine ve hayat tarzlarına saygılı olmamak, haset, kin, hırçınlık, saldırganlık, etnik temizleme harekâtı, soykırım, baskı ve zulüm… Bütün bunların kaynağı da küfürden kaynaklanan cehalet ve bağnazlıktır. Bunların hiç birisi Müslüman’ın işi olamaz. Çünkü güzel sözlere kulak vermek akl-ı selim sahibi müminlerin işi iken cehalet ve bağnazlık tağuta, yani batıl mabutlara tapanların işi ve zalimlerin mesleğidir.

Kur’an şöyle der:( وَالَّذِينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ أَن يَعْبُدُوهَا وَأَنَابُوا إِلَى اللَّهِ لَهُمُ الْبُشْرَىٰ فَبَشِّرْ عِبَادِ الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ أُولَٰئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ وَأُولَٰئِكَ هُمْ أُولُو الْأَلْبَابِ) “Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde ver. Müjdele Ey Muhammed o kullarımı ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahibidirler.[3] Ancak burada bir hususu belirtmekte fayda vardır: Kâfirin her sıfatının küfür olması gerekmediği gibi Müslüman’ın da her sıfatı ne yazık ki Müslüman olmayabilir. Yani bazen Müslümanlar küfür sıfatlarıyla muttasıf olabilirler. İşte günümüzde fazilet üzerine kurulan İslam uygarlığını bu hale getiren, Müslümanların küfür sıfatlarını taşımalarıdır.

(DEVAM EDECEK)

[1] Araf, 7/199.

[2] Bakara, 2/74.

[3] Zümer,39/ 17-18.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum