Mehmet Asıf IŞIK

Mehmet Asıf IŞIK

Fırtınalı Havada Güvenli Kalede Olmak-2

(Sünnet-i Seniyeyi Yaşamak)

Bir Açıklama:

Bu makalenin konusu Peygamber Efendimiz (sav)‘in sünnetini önemsemeyen ve hadislerine yapılan itirazlara dair reddiyedir. Bu itirazcılar önceleri “Kur’an müslümanlığı” kavramıyla ortaya çıkıp bilahare “Kur’an bize yeter” söylemiyle sadece Kur’an’ı delil aldıklarını iddia ediyor. Cenab-ı Allah’ın Kur’an’da Peygamber Efendimizin (sav) ahlâkını medhettiği sünnet-i seniyeye itibar etmiyor. Hadis-i şeriflerini “rivâyet” diyerek hafife alıyor. Selef-i salihini ise cehalet ve dini tahrif dahil, türlü ithamlarla red edip mezhepleri de inkâr etmek suretiyle İslâm bünyesi içinde tedavisi hiç kolay olmayacak büyük ve tehlikeli bir yaranın açılmasına sebep oldular.

Ehl-i ilmin mâlûmudur ki asırlar boyunca İslâm dinini yıkmak, tahrif etmek ve insanların gözünden düşürmek maksadıyla İslâm düşmanları, misyonerler, şarkiyatçılar (oryantalistler) hep hadislere ve Peygamber sünnetine ilişmeye çalışmışlar. Bugün bir gurup, hangi niyetle bilemiyoruz, fakat sanki o habis zihniyetin bıraktığı yerden yıkıma devam eder bir görüntü veriyor!..

Bu akımın iddialarını yine Kur’an-ı Hakim’i hakem ve delil kılarak cevaplamaya çalıştık. Aynı konu ve mealdeki pek çok âyetlerden bazıları mealleri ile verilmiştir. Usûl olarak ayetler nüzûl (iniş) sebepleriyle, siyak-sibakıyla (öncesi-sonrasıyla) beraber değerlendirilmesi gerekir. Yazımızda geçen ayetleri bağlamlarından koparmadan değinilen hususa azami ölçüde riayet etmeye çalıştık. Tevfik Allah’tandır.

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ (Zâriyât / 56) “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

İnsan, en güzel surette yaratılan, en yüksek özelliklerle, en ince algı ve duygularla, geniş ve zengin mânâları aklı ve kalbiyle idrak edip, kendisine tevdi edilen büyük emaneti, yâni Allah’ın yeryüzündeki halifelik ünvanını taşıyabilecek istidat ve kabiliyetlerle donatılmıştır.

Kâinatın kendisine hizmet ettirildiği bu nadide eser, bütün varlıklardan daha üstün ve değerli olan hasletlerine rağmen aynı zamanda şerri isteyip işleyerek kendisini “aşağıların aşağısına indirerek” “zalim ve cahil” durumuna düşebilmektedir.

Ömrünün sonuna kadar kendisinden kulluk yapması istenilen insan var oluşunun hikmetini düşünmesi, erdemli bir hayat yaşayarak yaratılış amacından sapmaması, tökezleyince uyarılıp ikaz edilmesi, kendisine hayırda ve güzel işlerde örneklik, önderlik ve rehberlik yaparak doğruyu gösterecek peygamberlerle ve Yaratıcının emir ve iradesini açıklayan kitaplarla desteklenmiştir.

Çünkü insan, nisyana, unutmaya ve unutkanlığa maruz, zaaflarla malül ve müptelâdır. Zaten nefsi اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ (Yusuf/53) “daima kötüyü ve şerri istiyor.” İnsan, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, hayır ve şerrin bir arada ve iç içe bulunduğu imtihan meydanı olan dünyaya atıldığından itibaren çoğu zaman وَيَدْعُ الْاِنْسَانُ بِالشَّرِّ دُعَٓاءَهُ بِالْخَيْرِۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ عَجُولاً (İsra/11) “hayrı istercesine şerri istiyor” bazen şerrin peşinde kendini de ömrünü de tüketip hüsrana düşüyor!

İnsan, İlâhi gayeyi ve muradı anlamaya muktedir olmadığından vahyin maksad ve mânâsını kendi başına kâmilen ve sahih olarak kavrayamaz. Bu sebeple, insanoğlu peygamberlerin öğreticiliğine muhtaçtır. İnsanlar içinden seçilerek “kendilerine ilim ve hikmet verilenler” elçilik göreviyle vahy edenin emir ve iradesini tam ve doğru anlamışlar. Bundan dolayı otuza yakın âyetin “Allah’a ve Resûlüne itaat edin…” beyanıyla insan(lık) peygamber(ler)e uymakla emrolunarak kendi haline ve “başıboş bırakılmamış”tır. Bu durum insanın kıymetini tenzil etmez; bilakis, aklı, fikri ve letaifi ile çok kıymetli olması hasebiyle nasıl ki medeni olması bakımından başkalarına muhtaçtır, toplum ile birlikte yaşamaya ihtiyacı var, manevi anlamda terakkisi için de peygamberlerden ve hikmet ehlinden yardım almaya ihtiyacı var.

İlâhi inayet insanın bu zaafına rahmetiyle karşılık vererek onu yalnız bırakmamış, nübüvvet ile yardımını ihsan etmiştir. Beşeriyet, tarih boyunca peygamberlere tabi olup izlerinde yürüdükçe hidâyete ermiş, onları ve onlara verileni unutup terk ettikçe de sapkınlıklara düşmüştür. Bu hakikat Kur’an-ı Hakim’de özellikle İsrail oğullarının ibretli kıssalarında sıklıkla anlatılır.

Buna misal olarak, Meryem suresinin 29. âyetinden itibaren Hz. İsa’nın henüz beşikte iken insanları Allah’a kul olmaya davet ettiği, sonraki âyetlerde Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsmail, Hz. İdris’ten özellikleriyle bahsedildikten sonra nübüvvet yoluyla insanlara hidâyet nimetinin ihsan edildiği, اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْرَٓائ۪لَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّداً وَبُكِياًّ (Meryem/58) “İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği (lütuflarda bulunduğu), Âdem’in soyundan gelen peygamberler; Nûh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımız, İbrâhim ve İsrâil’in (Ya‘kūb) soyundan gelenler ve doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerden olup, kendilerine Rahmân’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak ve secde ederek yere kapanırlar” (secde âyetidir) buyurulur.

Bu husus Fatiha suresinde صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ “Bizi sırat-ı müstakime (dosdoğru yola) erdir” dua ve temennisinin hemen ardından “kendilerine nimet verdiklerinin yoluna” beyanıyla nimetin en büyüğü ve en değerlisinin “doğru yol” olduğu tarif edilir. Malumdur ki hidâyet nimeti de peygamberler vasıtasıyla insanlara ihsan edilir. Meselâ, yine Meryem suresinin 43.âyetinde Hz. İbrahim’in diliyle babasını hakka davet etmesi şöyle anlatılır: يَٓا اَبَتِ اِنّ۪ي قَدْ جَٓاءَن۪ي مِنَ الْعِلْمِ مَا لَمْ يَأْتِكَ فَاتَّبِعْن۪ٓي اَهْدِكَ صِرَاطاً سَوِياًّ “Babacığım! Sana gelmeyen bir bilgi hakikaten bana geldi, bu sebeple bana uy ki seni hidâyete (doğru yola) çıkarayım.” Yâni hidâyete ermek peygambere tabi olmak suretiyle mümkün olacaktır.

Keza, aynı mânâ Nisa Suresi 69.âyetinde وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِح۪ينَۚ وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَف۪يقاًۜ “Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği (lütuflarda bulunduğu) peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” beyanıyla, nimetlendirilmeye Allah’a ve peygambere itaat etmekle nail olunacağı buyurulmuştur.

İnsan her ne kadar yüksek istidat ve kabiliyetlerle donatılmış ise de İlâhi irade ve hikmet gereğince halden hale geçirilerek sınanıyor. Etrafı nefsine, iradesine, his ve arzularına tesir edip onu baştan çıkarabilecek pek çok imtihan unsuruyla tuzaklanmış adeta. Fıtratına konulmuş güçsüz ve korunmasız yönleriyle de her an aldanmaya ve gaflete düşmeye açık bir haldedir. İnsanın bu durumuna birkaç âyetle örnekler verelim:

يُر۪يدُ اللّٰهُ اَنْ يُخَفِّفَ عَنْكُمْۚ وَخُلِقَ الْاِنْسَانُ ضَع۪يفاً (Nisâ/28) “Allah yükünüzü hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”

…خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ (Enbiya/37) “İnsan, aceleci olarak yaratılmıştır. ...”

وَيَدْعُ الْاِنْسَانُ بِالشَّرِّ دُعَٓاءَهُ بِالْخَيْرِۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ عَجُولاً (İsrâ/11) “İnsan hayra dua eder (ister) gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir.”

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ي كَبَدٍۜ “Hiç kuşkusuz biz insanı zahmetli bir hayat için yarattık.” (Beled/4)

اِنَّ الْاِنْسَانَ خُلِقَ هَلُوعاًۙ (Mearic/19) “Gerçekten insan pek tahammülsüz (hırslı ve sabırsız) bir tabiatta yaratılmıştır.”

اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ … (Ahzap/72) “… Kuşkusuz insan çok zalim, çok cahil (bilgisiz) dir.”

اَلَّذ۪ينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعاً / قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْاَخْسَر۪ينَ اَعْمَالاًۜ “De ki: “Size, iş ve davranışları bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? / Onlar, iyi yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” (Kehf/103-104)

Yukarıda verilen âyetlerden özetle; insanın zayıf, aceleci, sabırsız, hırslı, zahmetli bir hayat için ve hayrı istercesine şerri isteye(bile)cek, tahammülsüz, dünyaya meyledebilecek, nefsin ve apaçık düşmanı olan şeytanın iğfallerine her an maruz kalabilecek, haddini aşacak, kan dökecek, kendine ve başkalarına zulmedebilecek bir keyfiyeti var. İnsan bu özelliklerinden dolayı daima kendisine rehberlik edecek peygamberlere muhtaç olmuştur. Bediüzzaman’ın beliğ ifadesiyle, Mesalih-i külliyenin (bütün iyi, hayırlı ve faydalı işlerin) kutup ve mihveri ve maden-i hayatı hükmünde olan nübüvvet, nev-i beşerde zarurîdir.” (Muhakemat, 156)

“İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyamet/36) En alt ile en üst arasında düşüp yükselebilecek olan, duyguları, kuvveleri, potansiyel güçleri sınırsız bırakılan insan elbette başıboş ta bırakılmamalıydı; Zaten bırakılmadı da. وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولاً اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَا لَةُۜ … (Nahl/36) “Andolsun ki biz her ümmete “Allah’a kulluk edin, sahte tanrılardan uzak durun” diyen bir elçi gönderdik. Allah onlardan kimini doğru yola iletti, kimileri de saptırılmayı hak ettiler. ...”

Hz. Ademden itibaren en küçük topluluklara varıncaya kadar bütün ümmetlere 124 bin (veya 224 bin) peygamber gönderilerek insanlığa hilkatin hikmeti, yaratılışın gayesi ve Yaratıcının istekleri bildirilmiş; iyi, doğru ve hayırlı işlerde önderlik etmek ve onlara kitabı ve hikmeti talim etmek. (Al-i İmran/81,164, Nisa/54, İsra/39, Lokman/12, Sad/20, Zuhruf/63 vs.) Önceki kavimlerin ahvalinin medar-ı bahs edildiği pek çok âyette insanların bir kısmının peygamberlere tabi oldukları, bir kısmının ise haddini aşarak taşkınlıklar yaptıkları, fesat çıkarıp zulümler işledikleri beyan edilir.

Neredeyse bütün kavimlerin hikâyesi aynıdır: Önce peygambere uyulur, sonraki nesiller ise nebevî hakikatten uzaklaşarak sapkınlığa düşer. فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَياًّۙ (Meryem 59) “Sonra bunların ardından artık namazı kılmayan ve nefsânî arzulara uyan bir nesil geldi. Bunlar elbette azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.” İnsan ne için ibret almaz ki? Hele ki bugünlerde!..

Buraya kadar yazılanlarla, önceki kavimlerin kıssalarından hareketle, insanın tabiatı muktezasıyla çoğu zaman zaaflarına yenik düşüp yoldan çıkabileceği, ifrat ve tefritlerle yoldan sapabileceği ve bu durumlarda nebevî ikaz ve irşadlarla doğru istikamete varabileceğinin örnekleri verilerek beşeriyetin nübüvvet müessesesine mutlak ihtiyacı olduğu ifade edilmeye çalışıldı. Çünkü İlâhî irade, maksad ve hikmet peygamberler tarafından kâmil mânâda anlaşıldığı için onlar vasıtasıyla insanlığa bildirilmiştir. İnsanlık tarihi boyunca bütün sapmalar nebevî irşadın izinden ve öğretilerinden ayrılmakla başlamıştır.

Bundan dolayı bugün “Kur’an bize yeter” iddiasında olanların Peygamberin sünnet ve hadislerine lâkayd olmak bir yana, karşı oluşlarını iyi niyetle karşılayamıyoruz. Başta da ifade ettik, ne hikmetse din düşmanları asırlardır aynı şeyi yapmaya çalışıyor! Bu akımın tutumu karşısında insanın -Allah korusun- tarih bir daha mı tekerrür edecek diyesi geliyor!..

PEYGAMBERİN GÖREVİ – PEYGAMBERLE GELEN

Bir önceki ‘Fırtınalı Havada Kapı-Pencere Açmak’ başlıklı yazımızda gerek Kur’an-ı Hakim’in ve gerekse tercümanı olan Hazreti Peygamber Efendimizin hitabının tarihsel olmadığını, tebliğ ve irşadının bütün alemleri تَبَارَكَ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلٰى عَبْدِه۪ لِيَكُونَ لِلْعَالَم۪ينَ نَذ۪يراًۙ (Furkan/1), bütün zamanları ve insanlığın bütün tabakalarını وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً لِلنَّاسِ (Sebe/28) kuşattığını ifade etmiştik. Tafsilata girmeden ilgili âyetleri burada tekrar hatırlatarak mevzuya geçelim.

Kur’an eğer son kitap ise, Hz. Muhammed eğer son peygamber ise, artık vahiy kesilmiş ve semadan bir kitap daha indirilmeyecek ise, Hz. Adem (as)’dan beri insanlığa gönderilen İslâm dini kemâle erdi ve nimet tamamlandı ise o halde aşağıdaki âyetleri dikkatle okuyalım:

/يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ وَدَاعِياً اِلَى اللّٰهِ بِـاِذْنِه۪ وَسِرَاجاً مُن۪يراً (Ahzap/45-46) “Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik. وَبَشِّرِالْمُؤْمِن۪ينَ بِاَنَّ لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ فَضْلاً كَب۪يراً (Ahzap/47) “Kendileri için Allah’ın büyük bir lütfunun bulunduğunu müminlere müjdele!”

45.âyette Hazreti Peygamberin şahit, müjdeleyici, uyarıcılığı ve davet ediciliğine ilâve olarak 46.âyette “sirac’en munira” yâni aydınlatıcı bir kandil olduğu bildirildikten sonra 47.âyette o nurdan istifade eden ve aydınlananların Allah’ın büyük lütuflarına mazhar olacakları müjdelenir.

Peygamber vahiy ile müeyyed, münevver ve müşerreftir. “O hevasından (kendi arzusundan) konuşmaz / O vahyedilenden (bildirilenden) başkası değildir.” (Necm/3-4) Nebinin görevi vahyi tebliğ edip anlamını insanlara ders vermektir. Hazreti Peygamberin Kur’an’ın dışında söyledikleri ve konuştuğu vahyin izahı ve açıklaması olduğu gibi fiilleri de aldığı vahyin pratiğidir.

Öyle olmasaydı “Emrolunduğun üzere müstakim (dosdoğru) ol” (Hud/112-Şura/15) emrine, “Sen elbette doğru yol üzeresin” te’yidine muhatap, وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ “(Kalem/4) “Sen pek yüksek bir ahlâk üzeresin” medhine mazhar olur muydu? Allah “Le umrike” (Hicr/72) beyanı ile bütün hayatı ibadetle ve istikamet üzere geçen Nebinin ömrü üzerine yemin eder miydi?

O halde Hazreti Peygamber Efendimizin sadece Kur’an’ı tebliğ, uyarıcılık ve davetçilik dışında bu sayılanlar kadar önem arz eden bir vazifesi daha olmalıdır: Aydınlatıcılık.

Sünnete ve hadislere itibar etmeyenlere göre, Peygamber Efendimizin vefatı ile insanlığın maddi ve mânevî hayatının aydınlatılma keyfiyeti sona ermiş olmalı. Eğer öyle ise o vakit Nebi’nin aydınlatan kandili sönmüştür sonucuna mı varılacak? Haşa!..

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يراًۜ (Ahzab/21) “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah´a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah´ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”

وَمَٓا اٰتٰيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهٰيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُواۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ … (Haşir/7) “… Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah´tan korkun…”

Kur’an’ın bütün zamanlara ve insanlığın bütün tabakalarına hitab ettiği yukarıda verilen âyetlerle delillendirildi. Âyetin beyanına istinaden bu aydınlatan nur, cehalet asrını saadet asrına çeviren Peygamberin 23 yıl süren nübüvvet vazifesi sırasında söyledikleriyle, açıkladıklarıyla, yaptıklarıyla, yasaklayıp emir ve tavsiye ettikleriyle kıyamete kadar parlamaya devam edecektir. 1391 yıl evvel vefat eden beşerî şahsiyeti ile değilse nasıl olacak peki? Elbette insanlığa Kur’an’ı izah ettiği hadisleriyle, gösterdiği sünnetiyle ve manevî şahsiyetiyle…

Benzeri bir izahı Ahzap/45.âyette Peygamberin sıralanan vasıfları arasında bir de öğreticiliği beyan edilmiştir. O da kendisinden önceki peygamberler gibi insanlığa Kitap ve hikmeti öğretecektir. كَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪يكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّ۪يكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَۜ (Bakara/151) “Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab´ı ve hikmeti talim edip bilemiyeceklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik.” Kendilerine kitap gönderilenlere Kitabın açık ve örtülü mânâlarını ders verecektir.

Konunun daha iyi anlaşılması için yukarıdaki âyette (Bakara/151) geçen bir tabirin fazlaca teknik izahat yapılmadan altının çizilmesi gerekir: “Me lem tekûnû ta’lemûn” yâni “bilemeyeceklerinizi”. Bazı meallere “bilmediklerinizi” diye çevrilmiş ifadenin dilimizdeki tam karşılığı “bilemeyecekleriniz”dir. Pek çok âyette “le ta’lemûn”, “me ta’lemûn”, “le ya’lemûn”, “me ta’lemûn” gibi bilmezsiniz, bilmezler vs. tabirler vardır. Fakat Bakara 151.âyette “bilemeyeceklerinizi” tabiri oldukça dikkat ekicidir.

Âyet önce Peygamberin kendisine vahyedilen âyetleri tilâvet etmesinden (geldiği gibi okumasından), daha sonra kitabı ve hikmeti öğreteceğini beyan eder. Demek ki peygamberin vazifesi sadece âyetleri okumakla ve kitabı tebliğ etmekle bitmiyor. İnsanın vahyedilen kitap ilminin, inceliklerinin ve hikmetin öğretilmesine de ihtiyacı bulunmaktadır. Tebliğ vazifesi inanan-inanmayan herkesedir. Fakat inanıp iman edenlere ise irşaddır, yâni öğretmedir. Elbette ders verip öğretecek olan, kendisine bildirileni en iyi anlayan, bilen ve en güzel yapan olmalıdır. İşte bunları yapacak ve öğretecek olan seçkin ve seçilmiş peygamberdir.

İnsan ne kadar üstün ve yüksek vasıflara sahip olursa olsun, aklı ve idraki vahyin hakikatini muallimsiz anlamaya muktedir değildir. Öğretilmeyen bir kitap olur mu? Muallim olmaksızın eğitim-öğretim olur mu? Eğer öğretmekle görevli kimse devre dışı kalacak/bırakılacak olursa o vakit herkes kitaptan ya kendi istidadı, akıl ve idrak rütbesi kadarını ya da istediği gibi anlayacak veya beğendiğini alıp istemediğini görmeyecektir. İşte önceki kavimlerde din böyle tahrif olmuştur.

اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنْصَحُ لَكُمْ وَاَعْلَمُ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (A’raf/62) “Size rabbimin vahyetiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah’tan (gelen vahiy ile) biliyorum.” Vahyin insanlara rahmetin en değerli hediyesi ve nimeti olduğunu belirtmiştik. Cenâb-ı Allah dini muhafaza etmek, hem de rahmetinden dolayı, peygamberi bilmediklerimizle beraber bilemeyeceklerimizi de bilmeye tâkat getiremeyeceklerimizi de bize öğretmek için görevlendirmiştir.

بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِۜ وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ (Nahl/44) “… İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve (ola ki üzerinde) düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.”

لِكُلِّ اُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكاً هُمْ نَاسِكُوهُ فَلَا يُنَازِعُنَّكَ فِي الْاَمْرِ وَادْعُ اِلٰى رَبِّكَۜ اِنَّكَ لَعَلٰى هُدًى مُسْتَق۪يمٍ (Hac/67) “… sen rabbinin yoluna çağrıda bulunmaya devam et! Sen hakka götüren doğru bir yol üzerindesin.”

اِنَّٓا اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُۜ وَلَا تَكُنْ لِلْخَٓائِن۪ينَ خَص۪يماًۙ (Nisa/105) “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği(ne göre) gibi hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma!”

وَلَا يَأْتُونَكَ بِمَثَلٍ اِلَّا جِئْنَاكَ بِالْحَقِّ وَاَحْسَنَ تَفْس۪يراًۜ (Furkan/33) “… biz sana mutlaka kesin gerçeği ve en güzel tefsiri (açıklamayı) bildiririz.” ve daha pek çok âyet…

“Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbâl onun getirdiği nûrun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve Resûl yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.” (BSN, Mektubat, 19.Mektup, 1.Nükteli İşaret)

En yüksek seviyedeki kulluk vazifesi Hazreti Muhammed (sav) ile eda edilmiştir ki, “en güzel örnek” lik O’ndadır ve insandan O’nun örnek alınması istenmiştir. Hak O’nun anladığı ve anlattığıdır. Çünkü İlâhi maksadı ve murâdı en iyi anlayan o olmuştur. Çünkü, vahiy için o seçilmiş ve kitap ona inmiştir. Çünkü ilim ve hikmet O’na verilerek vahyin mânâsı, dersi, te’vili ve tefsiri ile bilmedikleri O’na öğretilmiş ve o bütün peygamberlere gelen semâvi hakikatin vâris kılınmıştır.

Allah’ı sevmenin şartı Peygambere itaattir. قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ (Al-i İmran / 31) "(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah´ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir." Sünnet-i Seniye Risalesinden devamla, “… şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullah’ın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder. Evet, Cenâb-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullah’ın gösterdiği ve tâkip ettiği yoldur.” (BSN, Lem’alar, 11.Lem’a, 5.İşaret)

Şu halde özellikle her türlü fitnenin kanser hücreleri gibi hayatımızın her alanına yayılıp maddî ve mânevî hayatımızın tehdit altında bulunduğu günümüzün şu fırtınalı kış şartlarında her türlü sapkınlıktan korunmanın yegâne çaresi, en selâmetli yolu ve en korunaklı sığınak Hazreti Peygamberin sünnet-i seniyesine uymak ve onun rehberliğini tâkip etmektir.

DEVAM EDECEK

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
12 Yorum