Fatma Mebrure ŞENLER

Fatma Mebrure ŞENLER

İstanbul Konaklarında Eski Ramazanlar

İstanbul Şehrinde Ramazan, toplar, davullar ve manilerle karşılanmadan önce büyük bir hazırlık başlardı. Konaklar, evler temizlenir, kilerler doldurulurdu. Ramazan’da büyük konaklar iftar saatinde kapısı açık bırakılırdı. İsteyen istediği ağa veya paşanın konağına girer iftar ederdi. Nihayet Ramazan gelir, oruç ayının ilk gecesi ile beraber iftarlar, teravihler, sahurlar büyük bir neşe ile karşılanırdı. Büyük camilerin minarelerin arasında “Hoş geldin ya Ramazan” yazan mahyalar kurulurdu. Ramazan gecelerinde mahyalarda sadece yazı değil, gül, şebboy, kız kulesi, gemi, resimleri görmek mümkündü. Ramazan sonunda minarelerde “Elveda, Elfirak” yazıları okunurdu.

Ramazan’da zengin, orta halli, hatta fakir, herkesin kapısı ve sofrası açıktı. Akraba ve yakın dostlar arasında, davetsiz olarak iftara gitmek bir saygı ve nezaket sebebi sayılırdı. Buna mukabil akrabalık, ahbaplık ve komşuluk münasebetleri gereğince yapılan iftar davetleri de davet edilene alaka, itibar ve saygısının bir nişanesi demekti. Onun için bir yandan eşi, dostu, hısımı, akrabayı ağırlamak, bir yandan fakiri fukarayı kollamak için kurulan iftar sofraları, Kadir gecesine kadar devam eder ve böylece bir Ramazan İstanbullunun kapısı açık bulunurdu. Gerçi tüm Osmanlı topraklarında Ramazan aynı şekilde karşılanırdı. İftara yarım saat kala, evlerin içinde sessiz ve sabırsız bir telaş başlardı.

Bir de Sadrazam ve Şeyhülislam konaklarında verilen iftarlar vardı. Burada bütün Ramazan boyunca büyük bir cömertlikle kapılar herkese, bilhassa fakir fukaraya açık olurdu. On dokuzuncu asrın başlarında Şeyhülislam Dürrüzade Abdullah Efendinin Üsküdar, Doğancılardaki konağına devrin padişahı İkinci Mahmud, epey bir kalabalıkla iftara gitmişti. Dürrüzade ile iftar etmiş, bilhassa yemeklerin getirildiği zarif tabakları pek beğenmişti. Arkadan gelen hoşaf kaselerinde o zarafeti göremeyince, ev sahibi izah etmişti: “Efendim hoşafın tadı bozulmasın diye buzu içine atmıyorlar, buzdan yapılmış kaselere koyuyorlar mutfakta.” Ne zaman Dürrizade’den bahsedilse, İkinci Mahmud, “Zarif adamdır” dermiş.

İftar sofralarının en cazip tarafları şüphesiz ki iftarlıklardı. Küçük küçük kahvaltı tabakları içinde renk renk, çeşit çeşit reçeller, türlü türlü peynirler, zeytinler, sucuklar, susamlı, susamsız simitler, Ramazan sofraların değişmez çizgilerindendi. Çerez faslı bittikten sonra çorbalar içilirdi. Sonra etli yemekler, pilavlar, börekler, çeşitli yemekler ve tatlılar ikram edilirdi. Akşam namazı kılındıktan sonra kahveler, çaylar içilirdi. Hanımlarda, evin harem bölümünde kendi aralarında iftarlar tertip ederlerdi. Küçük çocuklarını da getiren hanımlar oruçlarını açıp, namazlar kılındıktan sonra eğlence faslı başlardı. Ama fazla gevşeyip oturacak, yârenliğe dalıp işi uzatacak vakitte pek olmazdı. Zira yatsı ezanı okunur okunmaz, abdestler tazelenir, teravih namazına gidilirdi. Eski insanlar namazlarını vaktinde ve bilhassa cemaatle kılmaya itina gösterirlerdi. Cami kalabalıkların, en kolay en samimi bağlarla sosyalleşebildikleri ve kendi aralarında bir aşinalık alışverişi edip, manevi bir köprü kurdukları bir kutsal mekandı.

Öyle ki insanoğlu kendi kendine maddi aleminin günlük boğuntusundan iş gibi yemek-içmek, uyku gibi mekanik esaretinden bir manevi istiklal bölgesinin huzur ve emniyetine atmak suretiyle maneviyata iltica ederdi.

Ramazan ayında hemen her konağının bir köşesi bir çeşit mescit haline getirilirdi. 30 ramazan teravihi kıldırmak üzere güzel sesli bir imam tutulur ve konak halkından başka civardan isteyen herkes camiye gidecekleri yerde buralara da gelirlerdi. Hareme geçen mabeyn kapıların önünde birer paravan konur ve her iki salona da seccadeler serilir, her iki rekatta salavat getiren güzel sesli müezzinler ve ilahicilerin iştiraki ile saba makamından, bestenigardan hicaz ve acemaşirandan, ilahiler okunur mağfiret ayının bu toplu ibadeti ile yürekler yumuşar, bir hafiflik, bir huzur ufkuna doğru kayan gönüller manevi iklimlerde seyeran ederlerdi.

Osmanlılar Ramazan ayında hem evlerinin hem de kalplerinin kapılarının sonuna kadar açıyorlardı. Misafirler evlerine gitmek için kalktıklarında ev sahibi; “Misafirim oldunuz, benim sevap kazanmam için zahmet edip yol yürüdünüz, yemek yerken dişlerinizi yordunuz, bu da size diş kirası olsun” demek isterlerdi. Diş kirası ev sahibinin maddi durumuna göre değişirdi. Çeşitli hediyeler olduğu gibi, sadrazam, paşa gibi büyük rütbeli zatlar, diş kirası olarak mendil içinde parada verirlerdi.

Kaynakça:
İbrahim Efendi Konağı, Samiha Ayverdi
Osmanlıda Aile Hayatı, Haluk Sena Arı

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum