İslamcılık, Nurculuk ve İttihad-ı İslam tartışmasında bağlam sorunu

Bizim gibi ülkelerde en rahat tüketilen şey kavramlardır. Tüm kavramlar bağlamından koparılıp ortaya bırakılıyor. Kontekstten, diskurdan ayrıştırılmış bir kavram kökünden koparılmış bir çiçek gibi kurutulmaya, unutulmaya mahkumdur.

Esasen bir Müslümanın hayatındaki realite, hayatın olgusal gerçeklerinden ibaret değildir. Bunun ötesinde hakikat ile olan hemhâlında uyumlu olmak zorunda olduğu bir bağlam vardır. Bu bağlam diskuru haddizatında hakikatin billurluğunu artıran bir şeydir. Hakikatin resmi, kavramların bağlam ve zaman ile olan ilişkisinde gizlidir. Mesela eski ulemada kavramlar, bağlam ve hakikat arasında müthiş bir tenasüp vardır.

Hanbeli’lerin “istishab”a bağladıkları anlamı biz kendi konteksimizde içselleştirirsek bu kavramı iğdiş etmiş oluruz. Yada “istihsan”ı modernleştirmek bu kavramı “maslaha” gibi bağlamından kopartırıp köreltmektir. Bu minvalde, mesela İmam Şafinin “Kavli-Atik’ ile “Kavli Cedidi” arasındaki bağlam farklılığını bilen âlimin kelamı daha kabule karindir. En azından Sıkke-Gaybiyedeki yorumların kaynağına aşina olacaktır. Ya da İmamı Malik’inin çizgisini Medine’deki sosyal düzenden bağımsız bir fıkıh düzeni inşası için getirilen fikirler gibi değerlendirmek o büyük İmam’a haksızlıktır.

Diyeceğim o ki ortalıkta bağlamında koparılmış kavramlarla analiz yapmaya çalışan sosyolog, gazeteci ve aydınlar geziyor artık. Hakikati umarsızca küstüren yeni nesil ulemalarımız basın köşelerinde arz-ı endam ediyorlar. 

İklim kış.

Hakikat, bize küstü ve ortada her hakikate takla attıran tarafgirlik damarını bize bırakarak aramızdan kaçtı ve kaçıyor. Hepimiz kendi kamplarımızı savunmak zorunda kalan yeniçeri yetmeleri gibi hakikatin iğdiş edilmesine sessiz kalıyoruz.

Kendi cemaatimizin çizdiği sınırlara sadık kalmayı, hakikatin sınırlarına sadık kalmaya tercih ettik. Garpta başlayan hakikati arama meyli, bizdeki tenteneli perdeleri yeterince delemedi ve hakikat ile doğrudan mükâleme etmeyi tam başarırken “erken bir kış” geldi ve ortak düşmanı alt etme uğruna birbirimizi yemeye başladık ve kavramları da kavgada siper olarak kullandık.

Bu bağlamda, tüketmeye başladığımız kavramlardan biri de ittihad-ı Islam’dır. İttihad-ı İslam’ı nevzuhur İslamcılık kavramı ile eş değer şekilde sunanlara bir de Bediüzzaman’dan delil getirmeye başlayanlar eklendi.

Bu İslamcılık kavramı tarihsel midir yoksa evrensel midir bunun tartışmasını bile sağlıklı olarak yapamadık, yapamıyoruz. Eğer tarihsel bir kavram ise Dini-Mübin’in evrensel metodolojisinden bağımsız bir kavramı çok da dini bir kontekste tartışmaya gerek yok. Eğer evrensel bir kavram ise bu kavramı Kur’an’a ve Sünnet-i Seniyeye ve mezheplerin yorumlarına bakarak tartışmamız gerekirdi.

Esasen 18. ve 19. Yüzyılda ortaya çıkan İslamcılık kavramı bir tür anokronizm barındırır. Osmanlı’nın yıkılışını ötelemek için istimal edilmiş bir kavrama bugün yeni Osmanlı’yı inşa için başvuruluyor ve bu kavrama karşı çıkan herkes bir şekilde tukaka ediliyor. Külleri kalmış İslamcılığın yeni gündemimizi bu kadar meşgul etmesi enteresan.

İslamcılar ısrarlar konuya Said Nursi’yi eklemek istiyorlar. Tabirimi mazur gören ama bayat yemeğin kokusunun hissedilmemesi için Said Nursi’yi yemeğe ekliyorlar. Beyhude bir uğraş[1].

Altını kalın çizgilerle çize çize yazalım. Said Nursi, hayatının hiçbir döneminde “İslamcı” olmamıştır. Tüm hayatını imana teksif etmiş bir zatın, nuru bırakıp topuzun ucundaki nur ile ilerlemesini düşünmek haksızlıktır.

Malum olduğu üzere, Risale-i Nur’da iman eksenli okumalara ağırlık verilir ve dar dairedeki vazifenin önemi çokça vurgulanır. Geniş daireye nazar ederken, kesret-vahdet dengesi ile nazar edilmesi istenir. Bu dengeyi korumak için geniş daireye kamet-i kıymetince değer vermek, layık olduğundan daha fazla ehemmiyet vermemek gerekmektedir. Üstad Bediüzzaman, müsbet hareketi nur-topuz kavramları çerçevesinde inceler ve tüm eller ile nurun tutulması gerektiğine vurgu yapar. Siyaset ile olan iştigalin bireysel iştigal mesabesinde tutulması gerektiğini söyler. Bu bireyin iştigaline ve himmetine indirilmiş siyaset inşası aslında tüm Ehli Sünnet imamlarında görülen bir haldir.

Bu konuda lahikalarda özellikle de Emirdağ Lahikasında çok güzel mektublar vardır. Bu mektupların büyük çoğunluğu iman hizmetine dönük mektuplardır. Emirdağ lahikasında siyaset ile ilgili olan mektup sayısı 11-12’dir. Dolaylı olan mektupları da sayarsak bu rakam 25 civarında olur. Halbuki Emirdağ lahikasında bu sayının 10 katı kadar mektup yer almaktadır. Üstad’ın siyaset ile ilgili yazdığı yazıların sayfa adedi toplam eserlerinin içerisinde yüzde 2-3 civarındadır.  Esasen doğrudan siyaset ile ilgili yazdığı yazılar toplam içerisinde yüzde 1 civarındadır. Ama dolaylı konuları da, Hutbe-i Şamiye’yi, Münazarat’ı ve Sunuhat’i da ekleyince yüzde 3 civarında olduğu söylenebilir.

Üstad bu mektuplarda ve ilk eserlerinde Şeriat-ı Garra’yı her daim savunur ve Şeriattan kast ettiği şey Dini- Mübini İslam’ın ta kendisidir. Yoksa Dervişi Vahdeti gibi dini siyasete alet eden ve din hizmeti için güç / araç olarak kullanmaya çalışanlar ile arasına mesafe koymuştur.

Siyaseti, şahsın hamiyetine hasr eder ve müteaddit defa “Ahrar misyonu”ndan söz eder ve bu misyon hürriyetçilik misyonudur. Ayrıca maddi anlamda efendiği, seyyitliği halka hizmet etmekle mümkün görür. Bu bakış açısında, İslamcılık bir tür “nur”un inşasından bir sapma olarak karşımıza çıkar. Çünkü Dini hizmet ve inşa görevi cemaat ve tarikatlerin vazifesi iken devleti yönetmek vazifesi Selahhatin-i Eyyübi, Celallettin Harzemşah, Ömer bin Abdulaziz ve Osman-Orhan Gazi gibi “birey”lerin vazifesidir. Bu zatların hiç biri bir cemaat yada tarikat lideri değildir. Ve hiçbiri dine hizmeti devletin gücü ile yapmaya kalkmamışlardır. Tam tersine dine hizmetkar olmuşlar ve din hizmeti yapmakta olan zatların korumasını yapıp hizmetlerini görmüşlerdir.

İslamcılık ise Selahhattin Eyyübi’den bir tür İmam-ı Gazali vazifesini de bekler. Osman Gazi’nin maddi ve manevi fatih kisvesini giymesini ister.

İslamcılık, var olan kadimi gelenekte uhrevi olana talip olmayı bırakıp dünyevi olana tüm zamanı hasr etmek ve dünyevi araçlar ile uhrevi hizmet etme sevdasına düşmeyi simgeler. Siyaset, güç, iktidar, mal, servet ve taraftarlar neticede dünyevi araçlardır. Bunlarla kimse cennete gönderilmez, bunlarla iman kazanılmaz. Bunlar sadece Mümin’in dini yaşamasına engel olan mazuratı def etmeye yarar. O kadar.

Bu uhrevi hizmet etme misyonunu, salt bir parti üstüne bina etmek, o partiye de haksızlık, Dine ve dindarlara da haksızlıktır.  Siyaset dinamik ve değişken bir şeydir ve bazen reel politik konjonktürden beslenir ve konjonktür hazretleri bazen zulüm ve haksızlığa sebebiyet verebilir. İslam gibi bir nuru bu reel politik konjonktürün peşine takmak elmasları kömür niyetine yakmak demektir.

Herhangi statik bir duruş, siyasetin dinamik yönünden kopuş getirir.  Dinamik yüzde, halkın sürekli analizi, sosyal araştırmaların yapılması, halkın değerlerinin önemsenmesi ve bu değerlere saygı duyulması, tüm kesimlerin hak ve hukukunun gözetilerek politikaların geliştirilmesi, kimseyi ötekileştirmeden, kimseyi başkalaştırmaya dönük politikalara sapmadan temiz siyaset yapılması gibi unsurlar vardır.

Halkı iyi analiz edemeyen bir parti eninde sonunda statikleşir ve demokrasi dışındaki yollara sapma ihtiyacı hisseder. Çünkü, bir parti kendisini demokrasi içerisinde kendini konumlandırmayı başaramayınca, anti-demokratik yollar içerisinde çıkar gözetmeye odaklanır ve demokrasi dışı yollar için paslaşmaya başlar.

Demokrasi içerisinde kalan partiler ise dinamik bir siyaset izleyerek sürekli yeni politikalar geliştirmeye, halkın isteklerine yoğunlaşmaya başlarlar. Halkın istekleri Dinin emirleri ile uyumlu olmayabileceği bir gerçektir. Bu noktada halkı İslam’ın çizgisine getirme uğraşı siyasal bir uğraş olamaz. Olursa zulüm olur. Bunun birebir anlatmakla ve İSlamın nurunu kalplere koymakla mümkün olacağı tüm İslam tarihinde görülmüştür. İşte bu hizmet çizgisi de müspet harekettir. Ve İslamcılık gibi siyasal erki sırtına almaya uğraşmaz. Hakikat kılıncı ile meydana çıkar ve kalpleri parlatarak Cennete adam kazandırır.

Bu zamanda siyaset ile olan iştigalin “ehvenişer” kaidesinin çerçevesinde ve sınırlarında olması gerekiyor. Müspet hareket ve ehvenişer birbirini takip eden kaidelerdir. Ehvenişer kaidesi biliyoruz ki Adalet-i mahzenin uygulanamadığı yerde adalet-i izafiyeyi uygulanması adına taraftar olunan tarihsel bir kaidedir. Dolayısıyla İslamcılık ile yol kat etmek bu zamanda mümkün değildir.

Gayet güzel hizmet eden bir siyasal parti var bu memlekette. Gayet güzel hizmetler eden cemaat ve tarikatler de varken bu iki cepheyi İslamcılık çatısı altında birleştirme uğraşı faydasız bir uğraştır. Zaman, nesil ve zemin kaybına sebebiyet verir.

 

[1] Not: Her İslamcılık eleştirisini F.Gülen’e bağlamayın. Bizim Gülen’e karşı duruşumuz net ve sizler uyurken biz onun ontolojisini ve metodolojisini param parça etmiştik. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum