Prof. Dr. Yasin ÇİÇEK

Prof. Dr. Yasin ÇİÇEK

İman, küfür, İslamiyet ve cemaatler

Bütün insanların nesebi Adem'e (as) dayanır. Sonra insanlar iki gruba ayrılır. Habil gibi insanlar ve Kabil gibi insanlar. Kısacası Allah'ın razı olduğu kullar ve razı olmadığı kullar. Sonrada bunlara gücün yanında olan yalakar veya münafıklar eklenir. Dünyanın neresine giderseniz gidin bu üç grup insanla karşılaşırsınız. İnananlar, inkarcılar ve duruma göre yer değiştiren münafıklar. Bütün izmler bu üç zümreye göre şekillenir. Yani bunların türevleridir. İzmler ya inkara yardım eder veya imana hizmet eder. Ya şeytanidir veya Rahmanidir. Ya birlik ya kesret, başka yol yok. Her din, her inanç veya ideoloji hep birle başlar. Daha sonra insanların fıtratları onu kendine göre yorumlar ve kesrete gidilir.

İnsanoğlunun genlerine inanma ihtiyacı kodlanmıştır. Yani insanların fıtratına kendisinden başka birine inanma ihtiyacı konmuştur. Türkiye'de yaşayan bir insan uçak düşerken Allah der. Avrupada yaşayan ise İsa der. Yani kısaca yaşadığı toplumun inancına göre nida eder. İnsan zorda kaldı mı bir güce dayanma ihiyacı duyar. Bu insanın fıtratında vardır. Kimi aya tapar, kimi güneşe, kimi ineğe, ateşe, paraya, makama, kimi kendi nefsine vesaireye. Kimi de inanmamaya inanır. Şeytana inanır. Şeytaniyetin en önemli özelliği kendine tabi olanlara kendini inkar ettirir. Aslında bunlar nefislerini ilah edinmiştir. Özet olarak; insanlar mutlaka bir şeye dayanma ve inanma ihtiyacı duyarlar.

Hal böyle iken Müslümanlar da bundan hissesini elbette alacak. Niye dört mezhep? Niye bu kadar çeşitli tarikatlar? Niye bu kadar farklı cemaat var? Bunların ayrıntılı cevabını www.sorularlaislamiyet.com sitesinde bulabilirsiniz. Alimlerimiz bunları izah etmişler.

Ben burada bu kesret içinde bizim bir olduğumuzu anlatmaya çalışacağım. Ayrılık içindeki birliğin gerekli olduğuna vurgu yapacağım. Üst kimliğimizin İslamiyet ve müslümanlık olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Evet ilahımız bir, dinimiz bir, kitabımız bir, peygamberimiz bir. Bu birlikteliğe mümin sıfatı veya ismi veriliyor. Kur'an-ı Hakîm'de Allah "bütün müminler kardeştir" buyuruyor. İslamiyet evrensel kümesinin içinde bulunan bütün mezhepler, tarikatlar, cemaatler ve yollar bunun içine dahildir. Hepimiz İslam cemiyetindeniz. Her bireyin günahı kendinedir. İslam'da günah bireyseldir. Kimse kimsenin günahını yüklenmez. Eğer birbirimizi sever ve dua edersek sevaplarda ortaklık vardır. Yani kârda ortaklık var, zararda yok. Ne güzel bir şirket-i maneviye! 

Cenab-ı Hak farklılığımıza vurgu yaparken biz "herkes benim gibi düşünsün" istiyoruz. "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur."

Bütün mümin kardeşlerimizi sevmeliyiz. Üst kimliğimizin İslamiyet ve müslümanlık olduğunu unutmamalıyız. Muhabbeti yerinde kullanmalıyız. 

İnsan ya kendi içtihadına tabidir ya da Kur'an ve sünnet ışığında giden müçtehitlerin ve alimlerin içtihadına tabidir. Bazıları şöyle der; "ben hiçbir tarikata ve cemaata bağlı değilim. Ben sade müslümanım." 

Cemaat ve tarikat mensupları sade müslüman değiller mi? Nasıl yani? Sen İslamiyeti nereden öğrendin? Kur'an ve hadisi okuyup hüküm mü çıkardın? Yok diyor. Peki ya nasıl? Ben Gazali'yi, Seyyid Kutub'u, Mevdudi gibi alimlerin kitaplarını okurum. Maşallah çok güzel, bunlar kim bunlar da bizim alimlerimiz değil mi? Sen de bunların görüşlerine tabi oluyorsun. Hatta bunlardan biri sende daha fazla ön plana çıkar. Kimisi de der: Ben Kur'an müslümanıyım. Nasıl yani biz İncil müslümanıyız? Ben kimsenin görüşüne tabi olmam. Arapça bilir misin? Bilmiyorum. Kur'an'ı nasıl anlıyorsun? Mealini okuyorum. Meal Kur'an mıdır? Meali kim yazmış? Sen meali yazanın görüşlerine tabisin. Kur'an bana yeter diyen kişiyi dinliyorsun; saatlerce bir ayet meali üzerine konuşuyor. Bunları nerden öğrendin dedik mi? Şu adamı dinledim? Sen o zaman o adamın anladığı Kur'an müslümanısın. O adam da öğrendiği malumatlara göre konuşur. Kur'an bize yeterse Peygambere ne gerek var? Fizik kitabı sana yeterse, fizik hocasına gerek var mı? Ben bana yeterim dersen? Fırıncılara, çiftçilere gerek var mı? İnsanlar, "eşek ve at bize yeter" deselerdi, bugün araba uçak olmazdı. Her sahada bir alime, bir keşşafa ihtiyaç duyarız da? Dine gelince ben yeterim! İşte burada nefis ve şeytan devreye giriyor.

Bizim üst kimliğimiz İslamiyet. Hepimiz İslamiyet çemberinin içindeyiz. Bu dairenın dışına çıkmadığımız sürece sorun yoktur. Hangi müçtehidin, hangi tasavvuf erinin arkasından gidiyorsak biz ona göre şekilleniriz. Farklı mizaçlar, karakterler ve meşrepler bu farklılığa yol açar. Çünkü her insan farklı bir alemdir. Tabiri caiz ise huyu suyu bir olanlar, fıtratları birbirine benzeyenler bir araya gelir. Burada önemli olan İslamiyetin temel prensiplerine uymaktır. İslamın beş şartı, imanın altı şartı ve sıdk yani yalan söylememektir. Bunların dışında İslamiyeti bir çok alim "güzel ahlak veya edep" olarak özetlemişlerdir. 

Benim şeyhim, benim tarikatım, benim zikrim, benim tarzım, benim virdim, benim siyasetim, benim abim ve başka benler... Bizi ayıran, bizi bölen bu bitmeyen benliklerdir. Benlik yaptığımızla da kalmayıp birbirimizi gıybet ve tenkit ediyoruz. Birbirimizi tenkit etmediğimiz zaman bu ayrılığın zararı yok hatta yararı vardır. Sosyal hayatın devamı açısından farklı mesleklere gerek var. Aynı şekilde farklı manevi mesleklere de ihtiyaç var. Tek tiplik sadece hayvanlarda olur. İnsanlar tek tip olamaz. Tek düzelik insanlığın ruhuna aykırıdır. Hayvanlar koklaşa koklaşa insanlar konuşa konuşa anlaşır. 

Bediüzzaman'a cemiyet veya cemaat kurmuşsun dedikleri vakit şöyle cevap vermiş: "Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki her bir asırda üç yüz elli milyon dâhil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar. اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ  kudsî programıyla birbirinin yardımına –dualarıyla ve manevî kazançlarıyla koşuyorlar." (Tarihçe-i Hayat, 559)

Bu suali o zamanki müslümanların sayısını bildirerek cevaplandırmış: 

"Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız evvela kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur'un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır." (Tarihçe-i Hayat/553)

Burada ise, bir nevi Risale-i Nur talebelerinin gayesini açıklamıştır. 

Üstad Risale-i Nuru okuyanları nur talebesi olarak adlandırmıştır. Gerek kendisinin gerekse talebelerinin yazdığı ilk mektupları içine alan Barla Lahikasında nurcu kelimesi geçmez. (Sadece bir adet geçiyor o da sonradan Kastamonu hayatında yazılan mektuptur.) Nurcu tabiri devlet mahkemeleri ve halk tarafından dillendirildikten sonra Üstad ve talebeleri bu kelimeyi kabullenip kullanmışlardır. 

Üstad kendini değil hakikatları ön plana çıkarır. Kimse hakikatların önüne geçemez. Herkes nurun talebesidir. Kimse mürşit değildir. Şahıs vardır şahşiyetçilik yoktur. İkinci olarak Üstad hediye kabul etmeyerek, maddiyatçılığada karşı çıkmıştır. Üçüncü olarak da tarafgirliğe karşı çıkmıştır.

"Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü'minlerin uhuvveti esastır." (Emirdağ-1, 180)

Bunlar üstadın meslek ve meşrebidir. Risale-i Nur'u okumaktan maksat anlamaktır. Anlamaktan maksat yaşamak ve yaşatmaktır. 

Nur taleberi ve bizler bu ölçülere ne kadar ayine oluyoruz bilemem. Herkes kendini burada muhasebeye çekmeli çünķü nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. 

Bilinen hakikatler yaşandığı ölçüde önemlidir. Hayatımıza tatbik ettiğimiz ölçüde anlattıklarımız tesir eder. 
Üstadın birinci talebem dediği İbrahim Hulusi Yahyagil, Risale-i Nur dersindeki tarzından dolayı tenkid eden birine yazdığı cevabı mektubun bir yerinde, "Okumak, öğrenmek için olduğu gibi, öğrenmek de tatbik etmek içindir" diye cevap yazar. Ameller niyetlere göredir. Çare sunmayan tenkit tahriptir (Hz. Ali) sırrına göre yapıcı tenkitler de bizleri geliştirir. 

Diyanet İşleri eski Başkanımız Mehmet Görmez'in bir konuşmasında dile getirdiği Asr-ı Saadette yaşanmış ve geçerliliğini koruyan bir hadiseyle yazımı noktalayacağım.

"Günlerden bir gün Hz. Selman’ın da içinde bulunduğu bir mecliste ensar ve muhacirler arasında soy-sop konusu açılmıştı. Orada bulunanlar uzun uzadıya soylarını sayıp dökmeye, soylarıyla övünmeye başlamışlardı. Sıra Hz. Selman (r.a.)’a gelince birisi: “Ey Selman! Senin soyun-sopun nereye dayanıyor, sen nerelisin, sen hangi kabiledensin?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Selman (r.a.): Benim soyumu-sopumu öğrenmek mi istiyorsunuz? Ben de İslâm oğlu Selman’ım.” dedi. Ve sonra gözleri dolarak şöyle hitap etti: “Ben dalalette, sapıtmış bir insandım, Allah beni Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi vesellem ile hidayete erdirdi. Ben fakir, yoksul bir insandım, Allah beni Muhammed Mustafa (sav) ile zenginleştirdi.  Ben basit bir köle idim Cenab-ı Hak beni Muhammed Mustafa (sav) ile özgürlüğüme kavuşturdu. Hz. Ömer (ra) uzaktan bu sözleri duydu, ayağa kalktı, topluluğun yanına geldi. Onlara dedi ki, “Benim de soyumu-sopumu öğrenmek istiyor musunuz? Ben de İslâm oğlu Ömer, İslâm oğlu Selman’ın kardeşiyim.” dedi."

"Mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır." 

Bizler aynı evin içinde yaşayan kardeşler gibiyiz. Huzurumuz, uhuvvet ve ihlastadır.

Allah'ım beni ve tüm müslümanları manası Sende mahfuz olan sırati müstakim de daim eyle. Amin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum