İlim ve adalet için

“Alimler, peygamberlerin varisidirler”(Buhari, İlim, 10) hadisi bize rehber kılavuzları ve öncü fikirlerin banilerini gösteriyor. Ümmet kavramında ve şümullu bir bakışın ilim, irfan ve amel boyutunda Sünnet-i Seniyye’nin izini süren alimler.

”Dünyaya gönül kaptırmıyan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdasında olmayan din alimleri, ahiret adamlarıdır”(İmam Rabbani,  Mektubat-ı Rabbani, 33. Mektup).

Bediüzzaman’da, “ilmin izzeti"ne  ciddi vurgu yapar.

“İslâmın ve ilmin izzet ve vakarını şerefle muhafaza etmesini bilen ve asla dünya zevkleri için minnet kabul etmeyen bu şahsın, siyasî hiçbir parti ve teşekkülle de kat’iyen alâkası yoktur”(Tarihçe-i Hayat, 788).

İlmin, bilhassa dini ilimlerin bir dünya karşılığı olmaması ve geçim vesilesi veya ikbal aracı olmaması yönünde ikazlarda bulunur.

“…hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır”(Emirdağ Lahikası, 41).

"… âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin"(Maide, 5/44) ilahi emrine uyulmaması halinde ise ihlasın kaçacağı ve dünyevi nazarların öne çıkacağı ve genişleyen menfaat halkalarının esas sırra zarar vereceği muhakkaktır.

Bir de “ulema-i su”dan bahseder Bediüzzaman. Ahir zamanda,  zaafları bünyesinde barındıran alimlerdir bunlar.Fayda mülahazası, menfaat, enaniyet, istişareye kapalılık, ma'şeri vicdanı doğru veya tam okuyamamaktan kaynaklanan ahir zaman sarkacındaki hallerin tezahür ettiği kanaat, fikir ve yansımalar, Bediüzzaman'ın zikrettiği proplemli alanlardır.

“O bid’alar ve acemî ve ecnebî hurufunun intişarı zamanı olan o âhirzamanın fena adamları bir kısım ulemaü’s-su’dur ki; hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için bid’alara yardım ve fetva verenlerdir”(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 194). 

Bediüzzaman, kendisine gelip,"Bir parça dünyaya alıştırmak "(Emirdağ Lahikası, 632) için  bir kumandan ve hocanın aracılık ettiği bir hatırasını da anlatır Emirdağ Lahikası’ndaki vefatından önceki son mektubunda.

İlmi "vasıta-i cerr"/geçim vasıtası yapmanın,güçlüler karşısında  zayıf durup ihtiyaçlarını temin içinve beklentilerinden dolayı  gevşekliklerle "Biz buna mecburuz" (Emirdağ Lahikası, 632) kanaatlerine, Üstad ciddi ikazlarla itirazda  bulunur.

Bize düşen meşru zeminde sadece vazifemizi yapmaktır. Önce hakkın hatırı. Bizim hatırımız arada büyümemeli. "Hakkın hatırı alidir"(Münazarat, 470) prensibine inanırsak esas zor olan ikinci basamağa, ilimden amele geçme ye imkan ve ihlas doğar. İkinci olarak, “hakkın hatırını hiç bir hatıra feda etmemek"(Münazarat, 470).

Hak, hep aynı kişi, kurum ve zümrelerin ipoteğinde olamayacağına göre, hatta "Hak taaddüt eder"(Sözler, 973) kaidesince esas değişmeden muhatap, kural ve hak nispeti ile tarafları değişebilir. Bu durumda kendimizi veya içinde bulunduğumuz durumu  sürekli kutsamak ve asla nefis muhasebesine ve hataları telafi edecek tevazu ve ihlasa açık olmamak, nasıl bir inkişaf sağlayabilirki?

Her daim nasıl hakperest olacağız?

Hakperestlik, insafla birlikte hakikate yardım eden, sadece  hakka  bağlı kalan ihlasın esaslarındandır. "Yanlış düşündüğü izzet” Lem’alar, 256)   ve nefis çukuruna düşmemenin yolu da "İzzet-i İslamiye"(Hutbe-i Şamiye, 556)  için kendini ve nüfuz alanını feda etmekten geçer.
Alimler, süreç odaklı olurlar. Sadece emrolunana göre hareket eder ve sonuçlarını düşünmeden, beklentiye girmeden hadiselere  hikmetle bakarlar. Siyasi ve politik aklın kısa farları ile hareket etmezler. Uzun farlarını çağa, insanlığa  ve vicdanlara tutarlar. Şahsi hissiyatlarını karıştırmazlar hakikate. Tehevvürleri sadece küffaradır. Kendi aramızda merhametli olmamızı emreden ilahi fermana bağlıdırlar.

Ulemanın yanında birde ümera vardır. Emir görevini yürüten, idare ve siyaset yapan, dünya işlerini bilfiil yürüten seçilmiş veya uzman ve yetkili kimselerdir. Bir başka ifadeyle “Ulu’l emr” olarak tarif edilen ve  İslami literatürde "Emir’el müminin” olarak  belirlenen sorumluluk altındaki dindar ve mesuliyet sahibi ümera veya kısaca amirler.

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ulu'l-emre (idarecilere) de”(Nisa, 4/59).

Nitekim Bediüzzaman’da “…şeriat dairesinde ulü’l-emre itaat farzdır” ikazını yapmaktadır(Hutbe-i Şamiye, 57).

“Müslüman kişiye vacip olan, bir günahla emredilmediği müddetçe, sevse de sevmese de dinlemek ve itaat etmektir. Fakat bir günahla emredilse, dinlemek ve itaat etmek yoktur”(Tirmizi, Cihad, 29).

Bir de dindar olmasa da, günümüzde seçimle gelen, halkın idare ve siyaseti emanet ettiği kişilere de ümera diyebiliriz. Sadece  görevlerini adaletle ve hakkaniyetle ve ehliyetli kişilerle yapmaları istenir. Dindar ve ehliyet sahibi olmaları  istenen bir ihtiyaçtır, ama ehliyetle dindarlık arasında bir tercih söz konusu olursa, ki günümüzde  bu talep var, o halde iş itibariyle uzmanlığı tercih edilir.

Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Sanatta maharet esastır"(Münazarat, 32).  Salahat tek başına maharetin yerine ikame edilemez. Çünkü Adetullah’a uymak, Allah'ın cari kanunları olan kainattaki ilmi kaidelere uymakta bir şeriattır.

İslami kıstaslarla ehliyet sıkıntısı çekilirken, istenen kadrolar darbelerle üstümüzden geçen buldozer uygulamalardan dolayı mümkün değilken, gerçekçi olmayan beklenti ve tasavvurlar yerine  hayatın hakikatle en yakın olduğu noktadan meşruiyet içinde ehvenüşşer  realitesi önümüze çıkmaktadır.

Aksi halde daha iyiye talip olurken iyiden de olunur. Bu yönüyle Bediüzzaman siyaseti ve bürokrasiyi, idareyi idealize etmez. Bu minvalde koşanlara ikaz ve tavsiyelerde bulunur, iyiliklerine taraftar, hatalarına ise dostça ikazda bulunur. Onların hatalarını mercek altına almaz. Makro bakar. Bediüzzaman, muhaliflerinin şerrinden korunmak saikiyle, onların  oyununa  gelip kendisine karşı ürkek davranan,hatta yanlış muamelede bulunan  destek verdiği siyasilere bile müsamahalı bakar. Birinci derecede nazarını onlara vermez. Muamelelerine ehvenüşşer olarak bakar.

Çok eski bir yazının bu günlerde yayınlanması, zihinlerde farklı manalara tekabül etse de, hakikat değişmiyor, prensipler bazında düşünüp lokalize etmemek daha insaflı ve muhakemeli sonuçlara götürür.

İlim alimden.adalet amirden beklenir.  Ulema ile ümera, birbirini besleyen iki mecradır. Bunun tesisi  ve ahengi,çağın ihtiyacıdır. 

Üstad’ın siyasete getirdiği bakış, siyaseti iman hizmetine yardımcı tutmak, ama asla merkeze koymamaktır. Aradığı öncelik ise hürriyettir. “…benim meşru dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam”(Emirdağ Lahikası, ) 

Bediüzzaman, meşru hürriyetler konusunda asla statüko ve engellenmeyi kabul etmez. Hakiki siyasetçiden tam dindarlık beklemeyecek kadar gerçekçidir. Arada bir mesafesi vardır siyasilerle. Alem-i İslam, vatan ve Kur’an açısından bakar meselelere ve her daim mürşid olma itibariyle ikazlarını dostlarına doğrudan ve metin halinde yapar.

Ulema ile ümera arasındaki ilişki, münasebet ve diyalog ile işbirliği ve görev farkı içinde denge ve ahenk nasıl olacak?

Hangi prensipler ışığında bunu nazara vermek gerekir?

"Muhalefet, muvazene-i adalettir." prensibi ile şahsi hayatımızda bile icra mevkiinde iken insaflı tenkide açık olmak, bu şekilde hakikati rendeçlemek, diğer taraftan dostluğu ve insaniyeti tahrip  etmeden ikaz görevini yapmak.

Şükür ki, önümüzde bir Risale-i Nur pratiği var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum