İlim ve Kudsiyet-3

İki Mühim, Hayatî ve Çarpıcı Soru

Sual: Neden Hz. Yusuf (AS) gibi bir peygamber “Vemâ überriu nefsî. İnne’n-nefse le emmaretün bi’s-sûi illâ mâ rahime Rabbî”[1] (Ben nefsimi aklamam. Hakikaten nefis daima kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin rahmetiyle ben onun şerrinden kurtulabildim) diyerek kendi nefsini, “Emmâre” olarak niteliyor. Oysa Allah onun hakkında haramı terk ettiğinde: “O, ihlasta zirvedir[2] derken? İhlasta zirve olanın nefsi, emmâre olabilir mi? Hem Kur'an’da Allah'ı anma, onu devamlı gönül ve zihin semasında bir güneş gibi tutmaya çalışmaya neden “hatırlama” değil de “Zikr” denilmiş? Bunların sır ve hikmetleri nedir?

El-Cevap: İnsan nefsinin tezkiyesi ve terbiyesi kişide hâlis, sırf Allah rızası için maddi-manevi her şeyden kalb ve ruhunu kurtaracak bir ruh hali uyandırır. Bunun en üst boyutu Allah'ın onu bu zirve hale Kendisinin çıkartıp sabitlemesidir. Hz. Yusuf'un (AS) ve genelde bütün peygamberlerin ortak vasfı budur “İnnehu min ibâdina’l-muhlasîn” (Yusuf sûresi, 24) âyetindeki “İnnehu” (Muhakkak ki Yusuf…) tabiri ve “İbâdina'l-muhlâsîn” (Muhlas kullarımız) tabirleri külli birer kanunu bildirir. Bu noktada peygamberlere ve özelde Peygamber Efendimiz'e yapılan “O (Muhammed), Bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbette Biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarını keser atardık”[3] gibi âyetler de göz önüne alınınca nefs-i emmâre olmadığı zaman dahi kişide aynı vazifeyi devam ettiren bir yapının varlığı gözüküyor. Bu mevzuu düşünmüş ve çözümü bulmuş olan Üstad Bediüzzaman'a sözü bırakıyoruz. O asrî Yûsuf ve muhlas zât şöyle diyor:

Bir zaman, evliya-yı azîmeden (büyük Allah dostlarından), nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler (nefisle savaşmalar) ve nefs-i emmâreden şekvâlarını (şikayetlerini) gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desaisinden (oyunlarından) başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden (kötü ahlakları devam ettiren) ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından (karışımından) çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı (sığınağıi kalesi) bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden (arıttıktan) sonra onun eski vazife-i seyyiesini (kötü görevini) gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakikî nefs-i emmâreden değil, belki mecazî bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden haber veriyor.

Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle (acılarla) nefret edip veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur'un erkânları (büyük talebeleri) gibi, her şeyini, enaniyetini (benliğini) bıraksın.[4]

Bu hakikatle beraber Hz. Yusuf'un (AS) o sözü birkaç hikmeti ve nükteyi içerir diyebiliriz:

a) Kişi manen ilerledikçe kendisinin hiçbir şeyini beğenmez, başkalarının en ufak iyiliğini dahi dev gibi görür. Nefsini arındırmayan kişi ise, bunun tam tersini yapar. Günahkâr kişilerin günahlarına ve dolasıyla amellerine bakışını anlatan hadis-i şerif[5] bu nükteyi ifade ediyor.

b) Kişi, nefsini arındırmaya çalışsa ve Allah o nefse iman ve ubudiyet dahi verse Hz. Yusuf (AS) “Ona asla güvenme! Onun mayası karanlıktan oluşuyor. Ondan sana nur gelmez. O öyle paslı bir kanaldır ki ondan akan feyzi bile sana kirlenmiş verir” diyor.

c) Hacı Bayram-ı Veli Hz.leri (KS) gibi hakiki Melâmiler, “Kur’an sadece levvâme olan, kendini kınayan nefis üzerine yemin etmiş. Manevi terakki kendini kınamayla başlar ve ebediyen devam eder” tespitini yaparak şöyle derler: “Nefse güven olmaz. Bizim için nefsin son mertebesi levvâmedir.” Hz. Yusuf (AS) ise “Biz peygamberler için nefsin son mertebesi emmâreliktir. Onu levvâme bile görsen seni aldatır. Ona hiçbir pay verme!” diyor. Hz. Yunus (AS) da “Ben bir zâlimim[6] diyor; Hz. Eyyub (AS) “Azıcık bir musibete bile dayanamıyorsun[7] diye nefsinin kafasına vuruyor. Nefs, ruhun kızıdır. Atasözünde mecâzen denilir ki: “Kızını dövmeyen dizini döver.” Evet dünyada nefis kızını dövmeyen, Âhirette dizini ebediyen dövmeye mahkûmdur.

İkinci sorunun cevabı için şöyle denilebilir: Hatırlama hafıza denilen mahzene, depoya ve kuyuya atılan ses, söz, görüntünün hatırlayış işçisi ile ele alınması ve gözden geçirilmesinden ibarettir. Zikirde farklı bir durum söz konusudur. Nasıl insanın üreme organından iki tarz sıvı akar: İdrar ve Meni... Bunlardan idrar, kirletici ve cansızdır; fakat meni hayat doludur. Aynen öyle de insanın dilinden de iki tarz kelime akar: Boş ve Elzem... Nasıl üreme organına sırf idrara yaradığı 15 yaşına kadar “ferc” (boşaltım deliği); meni aktığı sonraki ânında “zeker” (ruh kuyusu) ismi verilir. Aynen öyle de insanın konuşmalarından ruhsuz ve cansız olanına “malayani”; ruhlu olanına ise, “zikir” denilir.

Nasıl ki zekerden, meni büyük bir zevk ve lezzetle[8] fışkırarak akar ve meni, idrar kesesini dolduran sudan farklı bir noktadan gelir. Aynen öyle de ruhlu kelimeler de, akıl deposundan değil kalp kuyusundan çıkar. Allah'ı tekrarlı ve şiddetli tarzda anma olan zikir ise, bu kalp kuyusuna artezyen vurmadır. Arapçada KLB kökünden türeyen kalb tabirinin kökdaşı olan kalîb, kuyu manasındadır. Üstad Bediüzzaman bu mesele hakkında kendi yaşadıklarını şöyle anlatır: “Tahayyül ediyorum, halkın ilmi dimağındadır; musluğu açılsa rahatça akıyor. Hafızam sönüyor, yardım etmiyor. Benimki kuyu gibi kalbimdedir, çıkması güçtür. Çok yazamıyorum. Vakıf malı olan mesaili veya bizzat kalbime mal olmayan mesaili nakletmek istemem.” (Şuaat) Hem der ki: “Minare başında olan akıl, kalîb-i kalb dibinde olan sebebi iyi göremiyor.”

Kalb kuyusundan akan bu su, yeryüzünden yeraltı su kanallarına akan ve bütün dünyaya ait temiz, hatta şifalı kaplıca suyuna benzer. Hem sıcak, hem mineralli, hem de dünya su dolaşım sistemiyle bağlıdır. Bu noktadan kalbden akan ilim, hakikat suyu ve vakıf malı gibidir. Hem dış âlemle ciddi bir temas içinde olduğu için iz'anî bir ilmin akıntısıdır. Okuyanların da doğrudan kalbine akar, iman haline gelir. Kalb kuyusundan akan bu suya, teknik tabirle “sühuhat” adı verilir. Üstadın Eski Said eserlerinin birinin ismi budur.

Sühuhat bu manasıyla, ilhamın bir çeşididir. Sühuhat zikir ilişkisini ifade sadedinde Üstad Bediüzzaman şöyle der: “Risale-i Nurun çok mesaili namaz tesbihatında kalbe geliyor.”[9] Yani her namaz tesbihatı, kalb kuyusuna bir artezyen vurmadır; kalbe sünühatın akışına vesiledir.

Devam edecek

[1] Yûsuf sûresi, 53.

[2] Yûsuf sûresi, 24.

[3] Hakka Sûresi, 44-46.

[4] Kastamonu Lahikası, 149. Mektub, 3. Mes’ele… (Söz Basım)

[5] Hadisin metni şu şekildedir: “Mümin, işlediği küçük bir günahı bile tepesinde dikilip üzerine düşeceğinden korktuğu bir dağ gibi görür. Buna karşılık günahı kanıksamış kimse onu burnunun üzerinden geçen sinek gibi kabul eder (Buhârî, “Daʿavât”, 4).

[6] Enbiya sûresi, 87.

[7] Enbiya sûresi, 83.

[8] Bu noktada Hz. Peygamber (ASM) Cevşen duasında Allah’a şöyle seslenir: “Ey zikrinde tatlılık ve zevk olan Zât-ı Hakk!” O halde rahatlıkla diyebiliriz ki, namaz manevi bir zevk verdiği zaman ancak “zikir” adını alır.

[9] Şualar, 15. Şua, 2. Makam.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum