Misafir Kalem
Hayrın Anahtarı Şerrin Kilidiydi-Prof. Dr. Mehmet Emin Uludağ
On yıllardır etraf çok pusluydu. Ya da öyle gösteriliyordu. Bu da birilerinin işine çok geliyordu. Bilhassa din öteleniyor dindar da ötekileştiriliyordu. Dini mekânlar çağın dışına atılmak için her türlü şeni ve gaddar muameleye maruz bırakılıyordu. Gün geçtikçe putlar artıyor puta taparlar etrafta aymazca ve arsızca dolaşıyor özellikle putperestler en çağdaş insanlar gibi arzı endam ediyorlardı. Hassaten mektepler putperestliğin tapınağı haline getirilmiş biz de bu eziyetten hissemizi alarak yüksek tahsil evresine geçmiştik.
Geldim mi gönderildim mi buraya! Yok yok yanılmışım biraz. Hem geldim hem de gönderildim büyük doğrular arasında.
Şu şehir elbette göğsünü emdiğim sinesinde ısındığım annem değil. Hissedemiyorum gerçek ana kokusunu onda.
Ve hâlâ hatırlıyorum beni otogara bırakan o gözleri. Sadece o gözleri hatırlıyorum. Bana şefkat hayata endişeyle bakıyordu. Ardına bakmadan çekip gitti.
Dedim ya hayatım çoğu çile azı neşe olan bir başlangıçla dokunmaya başladı. Umarım sonu böyle gelmez diyordum. Ve dedemin cenderme cenderme diye anlattıkları yakın tarihimiz korkusuyla ömrüme ömür ekleniyordu.
İşte yine yollardayım. Ömrün bütün anları ve emelleri gibi uzayıp giden ve ucu görünmeyen yollarda. Bu defa elimde bir belge var. En kıymetlisi o.
Mevsim bahar sonu yazın bitiş anı. Yılan gibi yollardan süzülen otobüs başarının yanında bir de endişe yükünü taşıyor. Yolculuğumun adı üniversite gençliği yıllarıydı. Bir meçhule mi yolculuğum yoksa meşhuda mı tam bilemedim. Lakin orada beni bekleyenlerin olmasını çok istedim.
Şehri gösteren uca gelmeden okuyacağım üniversitenin kampüsünü gördüm solumda. Ve tam kampüsün girişinden geçerken öğrencilerin sıraya dizilerek cendermelerin kontrollerinden geçmiş şekilde içeriye alındığına tanık oldum. İmkânım olsaydı hemen dönerdim. Çünkü dedemin cendermeleri benim kâbusum olurdu çoğu zaman. Şimdi de öyle bir kâbusla mı uyanacağım bu hayata diye endişelenerek şehre doğru yol alan otobüste koltuğa gömülüp durdum.
Otogardayım. Bir tarafım yeni bir şehre gelmenin heyecanı ve yeni yaşamın ilk adımının bana yaşattığı kaygıları gösterirken diğer tarafım güvenebileceğim ve sığınacağım sağlam bir limanın arayışını tamamlayamamanın endişesini gösteriyordu. Birden yıllar önce Topkapı otogarında yaşadığım kâbusu hatırladım. Tam kaygının tuzağına düşecektim ki karşımda sadece gülen ve hemşerim diye bana yönelen bir sima duruyordu. Anlımda yazmıyordu memleketim ama halimden belli oluyordu emekçi olduğum.
-Bitlisli olduğumu nereden bildiniz.
-Siz söylediniz.
-Ben öyle bir şey söylemedim.
-Ama bak otobüsünüz oradan geliyor. Hatta Ahlatlısınız.
-Allah Allah! Neredeyse ismimi de söyleyeceksiniz.
-Tabi. Mehmet Emin değil mi! Dedi ve ardından benim şok olduğumu hatta biraz da korktuğumu görünce yıllarca şahit olacağım o güzel kahkahasını tekrar attı hem de bütün dişlerini göstererek. Ve usulce fısıldadı.
-Kardeşim senin ismini bize gönderdiler. Biz de seni karşılamak ve misafir etmek istedik. Hemşerin olarak ben geldim seni almaya. Buyur gidelim bizim kaldığımız binaya.
Bir anda korkularım gitmiş, omuzlarımdaki yükler kalkmış ve o masum ve mütebessim yüzde bir yanlışlık olmayacağına dair saf inancım her tarafımı sarmıştı.
Liseli yıllarda aşina olduğum sonra bir fetret devri yaşayarak uzaklaştığım ortama tekrar kavuşuyordum sanki. Yeniden o yüce ruhun ve inancın tecelli ettiği ortamı bana nasip ettiği için Rabbime şükür secdesi etmeyi neredeyse otogarda yapacaktım. Uzun yıllar sonra İslam’ın saf ve sade yaşandığı bir ortamda kalarak yüksek tahsil hayatımı gerçekleştirecektim. Elbette kaygılarım vardı bu ortama dair. Bilhassa ortamdaki insanlara dair.
Bismillah diyerek apartmandan adımımı içeriye atarken şöyle bir ağırlık hissettim. Vakit öğle ile ikindi arasıydı. Tam içeri girerken birisi seri bir yürüyüşle ve tam tekmil bir şekilde dışarı çıkıyordu. Çok güzel yüzlü ama telaşlı, merhametli aynı zamanda bilge, mütebessim hem de ciddi, ilgili bir o kadar da programlı bir simanın olduğu ağır bir başı taşıyan; estetik ve şık bir gövdeyi güzel kıyafetlerle buluşturan adam gibi adam hatta ömrümde böylesine ilk defa rastladığım güzel bir insan bizi görünce hemen gider diye düşündüm. Çünkü onu gören herkes yol veriyordu. Peki o ne yaptı biliyor musunuz? Şimdi onu tanıyanların çoğu diyecek tabii ki biliyoruz. Bence bilmiyorsunuz ama öyle olsun.
Ve ben o zatın hangi özel adam olduğunu soracaktım ki buna ihtiyaç kalmamıştı. Malatya’nın Abisi budur dediler. Birden böyle bir Ağır Abi ile aynı ortamı solumanın havasını atmanın ne büyük bir zevk olduğunu düşünerek bıyık altından değil açıktan gülmüştüm. Etrafım ise buz kesmişti bu gülümsemeye. Galiba kara listeye yazılma hareketlerimin ilki bu olmuştu. O gün bugündür hayatımdaki en büyük ıstırabın anlaşılamamak veya yanlış anlaşılmak olduğunu hep yaşayıp durdum. Belki kusur bendedir. Ben anlaşılamıyorum. O günkü sevincim ve iftiharım bir istihza diye anlaşılmıştı. Bundandır ki o ağır abinin yanındakiler hep bir mesafe koyarak onun yamacına yanaşmamıza pek müsaade etmemişlerdi. Zaten bir müddet sonra kendileri de o yamaçta tutunamadılar. Tahsillerini yarı tamamladıktan sonra her biri memleketin farklı yerlerinde aynı ortamı ve ruhu inşa etmeye gittiler.

Evet Mehmet Ali Bağlıtaş Abi gerçekten de Malatya’nın en ağır abilerindendi. Ağırlığının kanıtı onun yanında ona daima hasret kalmanızdı. Üveysi bir muhabbet ve hürmetle ona kavuştum tam da canım canına değdi derken alabildiğince uzaklaşmışsınız gibi hissetmenizde yatardı bu ağırlık.
Ağırlığı yaptığı ibadetin çokluğunda değil daima ruhun maverasında olan bir manevi buudda görünen tarafının aşikâr olmasındaydı.
Biz tanış olduğumuz yıllarda ihlas apartmanının zemin katında yaklaşık 9 metrekarelik bir odada kalıyordu. İki büyük odanın arasındaki bu küçük oda onun bütün ferdasının, fizik ve ötesi dünyasının inşa edildiği çile odası gibi bir yerdi. Bu bilinçli bir tercihti. Mekân geniş olsaydı onu dolduran insan sayısı da artacaktı. Böylece davasına ve sevdasına fazla vakit kalmayacaktı. Çünkü ondaki naiflik bir zirveydi. Odasına gittiğinizde Allah’ın hususi vakti olarak bilinen namaz demine kadar orasını meşgul etseydiniz dahi o kalkın gidin demezdi. Hatta odasında var olan türlü türlü şifa kabilinden nimetlerini size ikram ederdi. Onun için odasında en fazla üç kişi oturabilirdi ki oturabilirse mekânın ağırlığından.
Mehmet Ali Abi hep kendisi oldu hiç başkası olmadı. Özgül ve özgün ağırlığı da buradaydı. Başkasına benzetmelerin hiçbirine itibar etmedi. Hatta açıktan methedenleri çoğu zaman tekdir etti ya da gerçekten duymadı. Onun tek derdi sade ve mütevazı bir kul olmak yani bütün ihtişamını sadelikte ve samimilikte bulan kulluğuna devam etmekti.
Bütün davası Allah’a kul Efendimize de ümmet olmaktı. Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin onun hayatının en büyük hakikatlerinden biri olmasının ruhu ise sürekli okuduğu şu gerçeklikte yatardı. “Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile tecelli aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiy-yi Zîşan (a.s.m.) tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar ve mâkestir; masdar ve menbâ değildir. Çünkü, o zât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek, bu kadar görünen terakkiyat, kemâlât onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten verilen, Rahmân-ı Rahîmin tecellîleridir. Evvelce beyan edildiği gibi, hiçbir şey, bir zerreye bile mânâ-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yı harfiyle semânın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, san'at-ı İlâhiyeyi tâğûtî bir tabiata mal ederler.”
Mehmet Ali Abi kendisi olduğu için daha doğrusu daima sade Müslüman kaldığı için herkesi de olduğu gibi kabul etti. Öncelikle kimseyi değiştirmek değildi ideali. Hep kendini geliştirmek, temsili tebliğden daima bir adım önde tutmaktı bütün gayret ve cihadı. Çok yakınında olanlar onun sanki hep bir murakıp gibi kendilerini gözlemlediğini düşünerek onu çok az anlarlardı. Eğer böyle bir hali olsaydı istila ve istimlak edilerek ümmetin umudu ve ümidi olmaktan çoktan uzaklaşmış olurdu. O bunun çok farkındaydı ama fark ettirmezdi çoğu zaman.
80 ve 90’lı yılların gençliği olarak en bereketli toprakları onda sürdük. En temiz suyu ondan içtik. En helal gıdalanmayı onunla tattık. En helal sesleri onun kulağıyla dinledik. En derinden gelen sesleri ve sözleri onun dilinden duyduk. En güzel görme biçimlerini onun gözleriyle yakaladık. Hülyası ve rüyası olan aynı zamanda yaşadığımız hayat kadar hakikat olan öte tarafın bütün gerçekliğini onunla yaşadık. O bizde çekirdekti biz onun gövdesine takılan meyveler olduk. O bizde esen bahar meltemiydi biz zıpırlıklarımızla onda olan hazan mevsiminin en hazin esintileriydik. Göğümüzdeki zamanın en sade ve kutsal kandiliydi ki onun göğünde nice yıldızlar gibi sanki bizler de yerimizi alıyorduk.
Bütün mevsimleri yaşardı ama bize sadece baharın ihtişamını yazın semeratını ve dahi kışın hayat kadar kıymetli olan ölüme bakan tarafını gösterirdi.
Gök kubbemizin her ayağının saf iman ve ibadet olması için kendini bir pelikan kuşu gibi feda eder kırlangıçlar gibi ömrünü heder ederdi.
Hep aramızdaydı lakin sürekli uzağımızdaydı. Bir türlü tam yakınına sokulamazdık. En yakında olanlar dahi ondan çok uzaktaydı. O sürekli dimağıyla meşgulken biz de damağımızın tatları peşinden koşmaktaydık.
Çok konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hemen susmanın yolunu arardı. Ve dinlemeyi çok severdi. Marifetinin hakikat boyutundaki en insani tarafını bu dinleme eylemi oluştururdu. Dinlemesini bilmeyenin konuşma hakkını hak etmediğini düşünür ve mütebessim bir sima ile derdinizi ona arzetmenizi beklerdi. Siz heyecanlanırdınız. O ise sade ve nazik bir Müslüman olarak size yardımcı olurdu. Zaten siz bu sadelik ve naziklik karşısında heyecanlanırdınız.
Genci ve yaşlısı Malatya’nın gönlü imanla dolan o kahraman halkı bu çağın azizini ve asrı saadet Müslümanını büyük bir şefkatle bağırlarına basmışlardı. O ise herkesle kardeş olmanın ve bu şehirde iman ve Kur’an’a hizmet etmenin heyecanını ve sorumluluğunu yaşıyordu. Mesela Komşuoğulları’ndan Korkusuz’una, Hasan amcadan Hüseyin Bozat amca ve Mecit amcaya; Yetiş abilerden Aslan abilere, Veysel ve Sıddık abiden Vaiz abiye, Davudi sesli Nurettin Gürbüz abiden taksici Enver abiye fotoğrafçı Muhammed abiden eczacı Hasan abiye artist Köksal abiden mütevazi Mustafa Bingöl abiye molla Süleyman Hocamdan derviş Kazım hocama Cumali Hambay hocamdan Mehmet Bulduk hocama yakınında ve uzağında olan daha nice kıymetli kardeşleriyle bilhassa Şener hocamla bu şehirde Allah resulünün sahabeleri gibi bir ve beraber idiler.
Ya misafirlerle olan o Muhammedî ilgi ve alakasına ne demeli! Hangi yaşta olursa olsun misafir dediğinizde akan sular dururdu Mehmet Ali Abi için. Misafiri razı etmek için herkesi ve her şeyi seferber ederdi. Hele misafirin ümmete bilhassa ittihad-ı İslam’a bakan bir vasfı olsaydı artık ihlas apartmanı yeniden yeniden hem de en tahir bir hal ile hazır hale getirilirdi. O kocaman salonu dolduran bütün halk sanki bu hazırlığı bütün iliklerine kadar hissederdi. Yatılı kalan misafirlerin ise her şeyiyle ilgilenerek peygamberi bir mirası bütün talebelere bilhassa yanındaki kardeşlerine rol model olarak tavsiye ederdi.
Haktaki acayip sebatı, Kur'an ve sünnete olan harika sadakati, müslümanca yaşamadaki sarsılmaz disiplini, mahrem mesafeyi korumadaki tatlı-sert tutumu, çağın ümitsizliğine mukabil peygamberi şefkati, izetli ve şerefli yaşam için vazgeçilmezi olan iktisat ve kanaati Mehmet Ali Abiyi galiba özetleyen hususiyetleriydi.
Hele öğrencilere olan şefkat ve sahabeti galiba çoğu ebeveynden daha fazla idi. Ondandır ki Malatya şehri benim ve önceki neslin hülyasında ve hayatında bir şehr-i nur ve maide gibi kaldı.
O, hiçbir şeyimizi bilmiyor gibi davranır ama her halimizden haberdar olurdu. Özellikle Ramazan ayları ve yaz okuma programları bir şenliğe ve şehrayine dönerdi. Ramazan ayı boyunca bütün şehre dağılır her akşam bir müminin evinde iftar eder, büyük bir heyecanla teravihlerimizi eda ederdik.
Bütün dünyanın hızla tuzağına düştüğü okumamazlığın bizim semtimize uğramaması için her boşluğumuzu kitap okuma programlarıyla doldurur ve nitelikli okumalarla zihnimiz egzersiz yapar karihamız tefekkür ve hikmetle dolar sonraki yıllarımız bu sermaye ile hep hayat bulurdu.
Ömrü ibadetle geçen en azından 82 yıllık ömrünün 33 yılına şahidim Yarab diyeceğim ve son 10 yılını hastalığın en elimi olanıyla geçiren Mehmet Ali Abi’yi tanımanın bahtiyarlığını yaşarken ona bu son deminde hizmet eden bütün Malatya cemaatine şükranlarımı arz etmeyi bir borç bilirim. Bilhassa Erhan abinin kahramanlığı, Sadık abinin muhteşem sahipliği Selahaddin Abinin şefkat ve metaneti bilhassa Hafız Muharrem kardeşimin bir evladın babasına yapamayacağı fedakarlığı yıllarca yaparak onun ebedi yolculuğuna izzet ve şerefiyle yolculamaları şükranın en ihlaslı ve hakkaniyetli olanıdır diyebilirim.
Hulyası kalmayınca hâyatın ne zevki var? diyor Yahya Kemal Beyatlı.
Mehmet Ali Abisiz bir Malatya’nın elbette zevki var ama o eski zevki ve güzelliği bir daha olmayacak gibi.
Kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe olsun
Yasinler Fâtihalar aminler meleklerin olsun
Burada kalanların gözleri nemli kalbi imanlıdır
Huzur-u ilahide senden razılığımız ikrarımızdır
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.