Hayatımın en acı olayı Bediüzzaman’ı görememek-ÖZEL

Hayatımın en acı olayı Bediüzzaman’ı görememek-ÖZEL

Türkiye ve dünyadaki Risale-i Nur hizmetlerinin içinde yer alan Ali Katıöz ile yaptığımız röportajın birinci bölümü

Röportaj: Nurettin Huyut-RisaleHaber

Ali Katıöz
1943’te Manisa’da doğmuş, hayatı Manisa’da geçmiş.
Askere gidinceye kadar eski usul Arapça Medrese tahsili yapmış Emin Zeyrek (Hafız Emin) Hocadan (Manisa’da 1955 yılında ilk Medrese-i Nuriyeyi açmış alim ve fazıl bir zattır) icazet almış.
Hayatı Manisa’ya hizmet ederek geçiren Ali Hoca (Katıöz), Karaköy Kuran Kursunda hocalık yapmış Arapça lisanıyla ders vermiş, birçok talebe yetiştirmiş.
İlk zamanlar Arapçayı bir hobi olarak öğrenip kullanmış, hikmetini kendisinin de bilemediği bir sevk-i İlahi ile hayatı boyunca Arapça ile ilgilenen Katıöz, öğrendiği bu dil sayesinde İslam Aleminde Risale-i Nurlara hizmet etme fırsatını yakaladığı için Rabbine Şükrediyor. Bu durumu Risale-i Nurun bir kerameti kabul ediyor.
Katıöz, talebe hizmetlerini yürüten ve Manisa’nın tüm ilçelerinde temsilcilikleri olan Manisa İlim Kültür Vakfı Başkanlığını da yürütmektedir.
Ayrıca, yurt dışında yapılan Risale-i Nur Sempozyumlarına kendi imkânları ile katılarak tebliğler sunmakta ve Arapçasıyla Türk-Arap ilim adamları arasında tercümanlık yapmaktadır.


* Risale-i Nurlarla nerede ve nasıl tanıştınız?
Risale-i Nurlarla tanışmam ilkokul yıllarına kadar gider. 1953 yılıydı ben ilkokula giderken mahallemizde Bakkal İbrahim Efendi diye bir zat vardı. Gayet muhterem bir insandı.  Bir gün annemle dükkânın önünden geçerken annemin geçmesini bekledi ve beni arkadan çağırdı. Yanına gittiğimde benim elime bir tomar kâğıt uzattı, üzerinde “kadınlar taifesiyle bir muhavere” yazıyordu, yanı “Hanımlar Rehberinin” teksirle çoğaltılmış bir nüshası idi, eve geldim zaten o günlerde Üstadın ismini duymuştum, teyzem oğlu Sıddık, Bediüzzaman Hazretlerinden bahsederdi. Hem, annem dindar bir kadındı o nedenle dikkatimizi çekmek istemişti. Öylece bu eserlerle tanışma imkânını bulmuş oldum. O bakkal bize diğer kitapları da temin etmişti biz de ondan alır okurduk. Sonra 1954–55 yıllarında Abdullah Yeğin Abi askerliğini Manisa’da yapmıştı, asteğmen olarak, bizim üzerimizde çok emeği vardır. Başımızı çok okşadı, bizi çok teşvik etti. O sayede cemaat de gelişti çoğaldı, Başta benim değerli hocam sayesinde, ilk defa Yeni Cami’nin Medresesini, Medrese-i Nuriye’ye tebdil ederek, dönüştürerek toplu hizmetler orada başladı ve biz de onlarla beraber devam ettik. Cemaatin bir ferdi olmaya çalıştık/çalışıyoruz.

* Abdullah Yeğin Abi ile yaşadığınız bir hatıranız var mı?
Abdullah Abi ile ilgili anlatabileceğim çok şey var. Biz o zaman hafızlığa çalışıyorduk, zaman zaman sorular soruyorduk cevaplıyordu, bana “nurci” derdi ben de kendi kendime “neden nurcu demiyor da “nurci” diyor? Diye merak ederdim. Ama bir türlü cesaret gösterip soramamıştım. Yıllar geçti zaman zaman beraberliğimiz oldu. Ta ki, geçen yıla kadar.

Geçen yıl Fas’ta yaptığımız sempozyuma o da gelmişti. Sohbet esnasında Manisa Hizmetlerini duyunca biraz heyecanlandı bu vesile ile eski hatıralar gündeme geldi o da merak edip sordu, ilk dershaneyi kim açtı diye (kendisinin de emeği geçmişti merak ediyordu) zaten esprili bir şekilde sormuştu.

Ben o günleri yadedilince içimde kalan yıllarca unutamadığım o kelimeyi sorma ihtiyacı duydum. Dedim abi “bizim başımızı okşarken bana “küçük nurci” derdin neden nurcu demezdin de “nurci” derdin? Osmanlıca yazıldığında o şekilde yazılıyor da onun için mi böyle hitap ediyordun? ” Diye sordum; “Hayır hayır!..” dedi “ben o zamanlar biliyorsun Urfa’da bulunuyordum, Urfa’lılar o tarzda söylediği için benim de hoşuma gittiğinden öyle söylüyordum” diye cevaplayınca benim elli yıllık merakımı böylece gidermiş oldu.

Abdullah Abi asteğmen olarak askerliğini yapıyordu. O zaman askerler genelde dışarı çıktıklarında da askeri kıyafetlerle çıkarlardı. O da derslere askeri kıyafetle, üniformasıyla gelirdi. Onun o şekilde derse gelmesi cemaate büyük moral verirdi. O zaman camiye geldiğinde herkesin dikkatini çekerdi. Ellili yıllarda askeri üniforma ile camiye gelmek büyük bir hadiseydi, o nedenle o tarzı da büyük hizmet etmişti.

Abdullah Abi, hizmetten başka bir şey düşünmezdi, başka bir şeyde konuşmazdı, benim hocama (hocam sadece Manisa’nın değil egenin tanıdığı büyük bir ilim abidesiydi) tesir eden, ona Risale-i Nurları sevdiren Abdullah Abidir. O zamanlar Muzaffer Aslan Abi de vardı. Yine bu hocamın oğlu Üstadı sekiz-on defa ziyaret etmiş olan İsmail Hakkı Zeyrek vardı onları pek dikkate almamış, pek benimsememişti. Ama Abdullah Abi gelince ve onunla görüşmeye başlayınca yelkenleri indirmişti “İşte Nurcu böyle olur” demiş ve hizmet etmeye başlamıştı. Onun sayesinde hocam nurcu oldu ve hocam sayesinde de ilk defa toplu dersler başladı, yani hizmetin inkişafı hocam sayesinde gerçekleşti.

Hatta bir gün Üstadı ziyarete gitmişti ama Üstad o gittiğinde hasta olduğu için kabul etmemiş, fakat Zübeyir Abiyi kaldığı otele göndermiş, çünkü, Hocaefendi orada çok ağlamış, çok üzülmüş o nedenle Üstad Zübeyir Abiyi göndermiş ve O’na demiş “ben onu talebeliğe kabul ediyorum, hemen dönsün hizmete başlasın”, hocam oraya gittiğinde Mevlana’yı ziyaret etmeyi de planlamıştı, ama bütün planlarını, ziyaretlerini orada kesip Manisa’ya dönmüş ve caminin büyük bir ders salonu vardı, 100-150 kişilik. Orayı medrese-i Nuriyeye çevirdi ve ondan sonra toplu halde dersler başlamış oldu.

* Muzaffer Aslan abiden bahsettiniz, İsmail Hakkı Zeyrek Hocadan bahsettiniz, her ikisi de Üstadı ziyaret etmiş ve hizmetlere büyük katkısı olmuş insanlar onlarla ilgili sırası gelmişken yaşadığınız ve unutamadığınız bir hatıranız var mı?
İsmail Hakkı hoca benim hocam idi, halen de hayattadır, beraber görev de yaptık aynı camide. Üstad hazretlerinin yanına ne zaman gitmişse Üstad onu kabul etmiş bir zat, tabiatı itibariyle münzevi yaşayan ehl-i ilim bir zattır.

Muzaffer Abiye gelince, Muzaffer abi, yazları İspir’de kışları ise Manisa’da geçirirdi o nedenle kendisine Manisa’lı Muzaffer de denirdi. 1956 da Risale-i Nurlar basılınca ta Sözler Yayınevinin kurulmasına kadar dağıtım işlerini o yapıyordu. Bütün Türkiye’ye o dağıtırdı, adeta Manisa bir merkezdi, nereden talep gelse Muzaffer Abi oraya bir şekilde ulaştırırdı. Kendi ifadesiyle “en çok eser sattığım yer Manisa’dır” sözünü birkaç kez işitmiştim. Biz de yardım ediyorduk, kitaplar Manisa’ya gelince biz caminin gizli yerlerinde saklıyorduk, o günlerde baskınlar oluyor, kitaplar toplatılıyordu, o nedenle biraz gizli yapmaya çalışıyorduk, oradan taleplere göre paketler götürürdük.

* Muzaffer Abi için bugünkü tabirle tek başına bir “dağıtım şirketi” diyebilir miyiz?
Evet, hemen hemen yirmi seneye yakın bir süre bu işi o üstlenmişti. Sözler Yayınevi kurulunca o işi artık orası devam ettirdi. Ama Muzaffer Abi o işi başarı ile yürütmüştü, kar amacı ile yapmıyordu, yani bir şey kazandığını sanmıyorum, çünkü her tarafa kitap dağıtıyordu onların bedellerini nasıl topluyordu bilemiyorum. Daha sonra Sözler Yayınevi kurulunca Fırıncı Abiler onu İstanbul’a çağırdı, biraz da sanırım onu düşündüler. Çünkü, senelerce o işi yapmıştı bir anda işsiz kalmasın diye o nedenle İstanbul’a yerleşti, bir iki sene orada kaldı daha sonra Denizliye oradan başka yerlere gitti yani hep hizmetle uğraştı. Sürekli kitap dağıttığından dolayı “Kitapçı Muzaffer” diye de tanınırdı.

* Abdullah Yeğin Abiye dönecek olursak, yaşadığınız başka bir hatıranız var mı?
Abdullah Yeğin Abi, Emin hoca derslere başlamadan önce göktaşlı camii vardır dağın eteğinde, orada Tevfik Sezer vardı, şimdi imamlık yapan bir kardeşimizin babasıdır, yine Yaşar Hoca diye ehl-i tarik bir hoca vardı, onlarla beraber orada ders yaparlardı onu çok iyi hatırlıyorum.

* Yani ilk dersi Abdullah Yeğin Abi mi başlattı?
Abdullah Yeğin Abi başlatmadı ama bir seviye kazandırdı. Çünkü bu hizmeti ilk başlatanlar genelde ehl-i tariklerdir, ben iyi bilirim hemen her yerde önceleri onlar yürütmüşler. Abdullah Yeğin Abi onları toplardı, onların büyükçe kitapları vardı ben görmüştüm. Biz de bir kısmını edinmiştik, hattı Kur’an’la yazılmış kitaplardı, onlarla dükkânlarda, camilerde vs yerlerde her fırsatta bir araya gelir ders yaparlardı.

Düzenli dersler ve hizmetler 1956’da Yeni Caminin Medresesinde Emin Hocam sayesinde başlamıştır. Çok kalabalık dersler olurdu, kendisi hizmetle birebir ilgilenirdi, Yeni Camide hem imam, hem vaizlik yapardı. Cemaatin çetelesini çıkarmıştı, her ders takip ederdi kim gelmemişse onu tespit eder mutlaka mazeretini sorardı.

* Desenize örnek bir hizmet adamıydı…
Evet öyle idi. 1981 yılında vefat etti. O yıla kadar hizmetle iç içe olan bir dava damıydı Allah rahmet etsin Amin.

* 1952’lerde Risale-i Nur’u tanımışsınız. O dönemde Üstad hayatta idi, bir irtibatınız var mıydı?

Hayatımın en acı yönü odur ki, onunla dünya gözü ile müşerref olamadık. Sebebi de ben o zaman medresede çok sıkı bir tedris içindeydim. Yani, eğitimimiz çok sıkıydı, başımızı kitaplardan kaldıramıyorduk. Pazar günleri ve hatta Ramazan da dahil bizim iznimiz yoktu, o derece sıkı bir eğitimden geçiyorduk. Ayrıca, Hocamızın gidip görüşemeden geri dönmesi de bizi menfi yönde etkilemişti. Onu kabul etmediğine göre bizi hiç kabul etmez diye düşündüğümüzden gidemedik.

Ayrıca, Hocaefendinin gayretli faaliyeti devletin dikkatini çekmiş olacak ki, onu Çanakkale’nin Lapseki ilçesine tayinini çıkarmışlardı. Yani açıkcası sürmüşlerdi… 1958-59 yılları idi, biz de oraya gitmek zorunda kaldık. Bir sene kadar sonra doldu emekliye ayrıldı. O nedenle Üstadın vefatında da biz orada talebelik yaptığımızdan şartlarda kolay değildi, o nedenle gidemedik.

Ama asıl önemli olan, biz Üstad’ın henüz vazifesi bitmemiş, daha işin başında, önce iman hizmeti tamamlanacak daha sonra hayat ve şeriat dairesindeki hizmetlerini de tamamlayacak öyle ahirete intikal edecek diye düşündüğümüzden gafil avlandık, uzun süre yaşayacağını düşünüyorduk o nedenle fazla acele etmiyorduk.

Ama, birden vefat haberini duyunca çok üzülmüştük ben çok ağlamıştım. Hem ziyaret edemediğimi için üzülmüştük hem de vefatını öğrenmiştik dolayısıyla bir daha görme imkanımız olmayacaktı. Hatta radyolar onun vefatını haber verirken hocam inanmamıştı, “kesinlikle yalan söylüyorlar” diye sekiz-on gün kadar inanmadı. Daha sonra oğlu İ. Hakkı Hoca cenazesinden dönüp Lapseki’ye gelince gerçek olduğunu öğrenmiş oldu. Bu defa çok üzüldü hatta ağlamaktan gözleri kan çanağı gibi olmuştu iyi hatırlıyorum.


(Devam edecek)

Yarın: Uluslararası Bediüzzaman sempozyumları…