Hamlet ve Risale-İ Nur meseli

zülf-ü yâre dokunmak

                ya da dokunmamak…

 

Sevgili Üstadımızın, takrîben 1920’lerden bu yana, gâh uzlethânesinde, gâh muhabbethânesinde kaleme aldığı/aldırdığı Risale-i Nur çatısı altındaki nadide eserlerin, bugün, Nur talebelerince ne kertede anlaşılıp ne ölçüde hayata geçirildiğine dair naçizane kelam etmek istiyorum.

 

Gözle görülür ölçüde, Risalelerin ağır yükünü destur deyu omuzlayan basîret sahibi Adem oğlu ve Havva kızlarının olduğu kadar; daha açar açmaz solan; ya da arkadaş görünümlü ehl-i dünyaca soldurulan çiçeklerin de yer aldığı bir iklimdir bu nurlu dünya….

 

Evet, Çiçero’nun da dediği üzre, üzüntü saç baş yolmakla alakalı bir hâl değildir. Zira keder kellikle azalmaz; velâkin üzüntümü kalbimin kapısının altından sızdırmaya devam etme hâlidir arz-u hâlim.

 

Sorularla başlayalım mı?

 

Risale-i Nûr’ları anlamak için ne yapmalıdır?

 

Acaba Osmanlıca kursuna mı (!) gitmeli?

 

Ya da Osmanlıca Sözlüğü hatim mi etmeli?

 

Peki Risale-i Nûr’lar Türkçeye çevrildiğinde aynı tadı alacağınıza kâni misiniz?

 

Hatta, bir adım daha ileri gidelim mi?

 

Ezanın Türkçe okunmasına ne diyorsunuz?

 

İmdi, sevgili Nur talebesi kardeşlerim…

 

Şu su götürmez bir gerçek ki, Üstadımızın, Osmanlıca’nın hâkim olduğu bir dönemde yaşadığından zamanın etkisinde kaldığı tevili yanlıştır.

 

Diğer yandan.

 

Üstadımızın etkisinde kaldığı sadece ve sadece âlemlerin Yaratıcısı, Rabbimiz, Kadir-i Zülcelâl Hazret-i Allah Azze ve Celle’dir. Bunu, Risale-i Nûr’ların her sayfası cümle cümle, çığlık çığlığa, lezzet-i sohbetiyle bize haykırmaktadır.

 

Üstadımızın, “kalbin içi “demek yerine “bâtın-ı kalb” demesi tarihsel bir etkinin değil, harmanlanmış bir tasavvurun işaretidir.

 

Dil bir insanın kendisidir. Diliniz varsa varsınızdır. Yoksa yoksunuzudur. Ne kadar bilirseniz biliniz, eğer dilsizseniz bir bebekten farkınız olmayacaktır.

 

Hâsılı, Risaleler, ses çıkarmakla sesli olmak arasındaki farktır.

 

Üstadımızın bizlere ve bizden sonrakilere verdiği ilk önemli mesajdır bu; dil…

Senin öz dilin…

 

Yani illâ Türkçesi isteniyorsa, mesajının Türkçesi şudur ki : Ey Müslüman! Nasıl ki Hz. Kur’an-ın meali tek başına tat vermiyorsa, Risalelerin meali de tat vermeyecektir.

 

Ez cümle, Risale-i Nurları anlamak için önce Kur’an-ı Azimüşşânı anlamalıdır. Kur’anı anlamak içinse, Arapça kursuna gitmekten daha fazla, aşk’ın aşkın hallerine bürünmek îcâb eder.

 

Bkz. Ehl-i Tasavvuf !

 

Unutma sevgili Nur Talebesi!

Ebu Cehil de Arapça biliyordu !

 

Risaleler için “Eski dil olduğundan anlayamıyorum…” diyen bir nur talebesine ihtimal, hoşgörü gösterilebilir. Ne ki, tahammülün bazı hassas noktalarda sınırı vardır. Aşırı tebessüm yüzde kırışıklığa sebep olur.

 

Son tahlilde: Daha, talibi olmaya evet dediği dersteki alfabenin ilk harfine dudak büken bir talebe, talebe değil, hep talebe olduğunu sanacak olan, ehl-i dünyanın mahallesine attığı adım kelime haznesinden daha fazla olan, Risaleleri ve müellifi olan Üstadımızı platonik bir sevgiyle tanımaya mahkum birisidir !

 

Çok mu acı oldu?

Bu fakir de dost olmağa meyyali olan birisi, neylersiniz…

 

Sadece, bir feylesofun dediği şu sözü hatırlattım sayınız: :

“Hiçbir şey yapmadan öylece dikilemeyiz burada. İnsanlar bizi işçi sanacak…”

 

Hamiş :

Şayet, Nur talebeliğine gönül koymak kadar, baş da koyulduysa karar vermeli artık!

“Eski dil” demek mi, “Ehl-i dil” olmak mı?

 

Yani, Risaleleri anlamak ya da anlamamak…

 

Ya da, açık konuşalım…

 

Risale-i Nûr’ları yaşamak ya da yaşamamak…

 

İşte asıl mesele!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum