Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

'Vemâ rameyte' Âyeti ve E. Hamdi Yazır'ın İzahı

Enfal Suresinin 17. Âyeti, Bedir Gazvesinde Müslümanların mazhar olduğu bir mu'cizeyi anlatıyor. Mu'cizeyi anlatıyor ama kâinatta her an müşahede ettiğimiz çok önemli bir Rububiyet hakikatini de ders veriyor.

Gazvede Hazret-i Peygamber Aleyhisselam mübarek avucuna aldığı toprağı "şâheti'l-vücûh" (yüzleri kara olsun) diyerek müşrik topluluğuna doğru atıyor. "Şâheti'l-vücûh" kelamının her bir kulağa ulaşması kolaylığı ve katiyetinde, onlara atılan bir avuç toprak da gözlerine ulaşıyor ve her bir zerre, bir mermi kuvvetinde müşrik ordusunu inhizama sevk ediyor.

Âyetin (Enfal 17) tam meali şöyle:

"İşte onları (Bedir'de, aslında siz) öldürmedeniz, velâkin onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın fakat Allah attı. Hem mü'minleri güzel bir imtihan (nimetle zafer ve ganimetle) imtihan etmek için, böyle yaptı. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir."

Üstad hazretleri bu mucizeye Mektubat'ta yer verirken yine harikulâde bir izah yapıyor.

"Harika olan şu hâdise, esbab-ı âdi ve kudret-i beşer dahilinde olmadığından, Kur'an-ı Mu'cizul beyan (Attığın zaman sen atmadın, Allah attı.")ferman eder. Yani o hâdise, kudret-i beşer haricindedir. Kuvvet-i beşeriye değil, belki fevkalâde bir surette kudret-i İlâhî ile olmuştur."

Son cümle çok önemli. Hangi hâdise kudret-i İlâhî ile olmuyor ki bu mu'cize başka şekilde izah edilebilsin.

Hani Birinci Lem'a'da Yunus Aleyhisselam'ın kurtuluşu anlatılırken "Esbab bilkülliye sukut etti." deniliyor ya. Niçin sukut etti? Çünkü o hâlde ona necat verecek öyle bir Zât lazım ki hükmü hem balığa hem denize hem geceye hem de semaya geçebilsin. Yani olsa olsa Yunus Aleyhisselam'ın kurtuluşuna deniz, balık veya gece sebep olabilir. Bunlar da onun aleyhinde birleşmiş göründüğüne göre, sebeplere müracaat manasız. Hatta sebepler o kadar manasız ki mesela "Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faideleri olmazdı." O zaman müracaat, müsebbib-ül esbaba; yani bütün sebeplerin sahibi ve onlara tesir edene olmalıydı.

Evet, dünya sebepler dairesi olduğundan, işlerimizde sebeplere müracaat etmek gerekir. Ama asıl iş görenin âdi ve basit sebeplerin olmadığını da unutmayacaksın. Bunu unuttuğun zaman, ülfetle kalınlaşan gaflet, seni sebeplere tesir verme noktasına getiriyor.

İşte hem Bedir mucizesini bize haber veren (Enfal 17) âyet; hem de Yunus Aleyhisselam'ın bütün sebepleri arkasına atarak Cenab-ı Allah'ı tesbih ile O'na yönelmesini anlatan (Enbiya 87) âyet, bu unutmamamız gereken hakikati parlak bir şekilde bize ders veriyor.

Bu yazıyı yazarken aklıma geldi. Bir arkadaşımızla olan münazaramızda, sebep-müsebbep meselesini anlatıp bu harika ve mu'cize sanatların âdi, şuursuz ve kör sebeplere verilemeyeceğini ispat edince, bu sefer "İman bu kadar, yani iki kere iki dört eder kat'iyetinde ise, niçin imtihan oluyoruz o zaman?" sualini sormuştu.

Bu arkadaşa, bırak sebep-müsebbeb meselesini, Cenab-ı Allah peygamberlere, mucizeler veriyor, kitaplar gönderiyor; sanatıyla konuştuğu gibi, kelâmıyla dahi bu hakikatleri bize, bizi şahit tutarak gösteriyor, bildiriyor. Bir nevi imtihan dünyasında kopya vermiş oluyor. Fakat insan buna da itibar etmeyebiliyor.

Peki, İnsan niçin bunca hakikate rağmen Halık ve Ma'buduna yönelemiyor veya yönelmesi zor oluyor. Bunun uzun cevapları var ama bu kısa yazı hacmine sığacak şekilde Âyet-ül Kübra Risalesindeki şu harika ifadeyi nakledebiliriz sadece.

"Ve başkaların (sebeplerin) o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakikî Ma'butlarını onları unutturması, Ulûhiyetin mahiyetine ve kutsî maksatlarına bir zıdiyettir."

Cenab-ı Allah, zerreler adedince, ayrıca kelamıyla, peygamberleriyle Kendisini bildiriyor ama bunların hepsi, birer perde yine de. "İman ise, kasten ve bizzat takip ve bunları kabul etmekle kalbin içine bırakılan bir nur." Yani iş dolaşıyor, senin takip ve kabulüne bakıyor. Akıl ne büyük ne paha biçilmez ve değerli bir pırlanta bir nimet değil mi? Cenab-ı Allah, ebedî saadeti akıl üzerine bina etmiş. Aklını kullanmayanları da pislik içinde bırakacağını bildirmiş. Hayatın gayesini dört işlem (yemek, içmek, dökmek ve yatmak) olarak gören bir akıl, ne kadar büyük bir bedbahtlığın kapısında olduğunu bir akledebilse, imtihanı kazanacak.

Mevzu daha dağılmadan başlığa dönelim. Üstadın asra getirip hayata katarak gerekçeleriyle izah ettiği bazı âyât-ı Kur'aniyeyi, diğer tefsirlerden de tetkik etmeye çalışırız. işte, Enfal Suresinin mezkur17. Âyetinin ruhuna üstadın getirdiği harika izahı yukarıda nakletmiştik. Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, büyük "Hak Din Kur'an Dili" tefsirinin 4. cildinde, 10.Cüz 8. Surede olan Enfal Suresinin 17. Âyetini tefsir ederken, dikkat çeken ve âyetin ruhunu yansıtan izahlarda bulunuyor. Âyetin ruhu, insanın sebeplerin birer bahane, perde ve basit vasıta olduğunu anlaması ve nazarını sebeplerden çekip bütün sebeplerin üstünde hükmeden kudret-i İlâhîyi görmesi idi.

Bakın bunu Hamdi Yazır nasıl izah ediyor?

"Şeref ne kındaki kılıçın ne yerdeki çakılındır. O kılıcın, o çakılın, merminin gazilere savaşa katılanlara karşı vaziyeti neyse; gazilerin Allah'a karşı vaziyeti de onun daha mâdununda bir vaziyet-i istihdamdır. Harp bitti, çekildik. Ashab içinde şöyle kestim, böyle esir ettim, diye tefahur edenler olmuştu. Bunun üzerine âyet nazil oldu. At emrini veren de atılan çakıl da çakılı götüren ve yüze isabet ettiren de O'dur."

Mu'cizenin cephesinde okunan tevhid ve Rububiyet-i mutlaka, ancak böyle izah edilebilir. Gazilere karşı çakıl, mermi nasıl tesirsiz bir haldeyseler; gaziler de Allah'ın fiilinin yanında çakıl hükmündedir.

Evet dostlar, ilk 1979'da "Nur the Lıght"dergisinde yayımlanan Mehmet Kırkıncı Hocanın 23. Lem'a'nın sonundaki ibda ve inşa meselesini izah eden makalesini okumuştum. Orada ibda meselesi izah edilirken, küllî ibda ile bütün zerratın başta yaratıldığını, daha sonra o zerreden yeni şeyler inşa ile yaratılırken, şekil, tat, koku gibi özelliklerin de cüz'i ibda ile yaratıldığı anlatılmıştı. Üstad da zaten "Bir baharda 300 bin enva-ı zîhayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir Kudret" ifadesi ile buna işaret ediyor. Fakat Kırkıncı Hocanın dergideki o uzun makalesinde, bu mucizede küffarın yüzlerine giden çakıl ve toprak zerrelerinin de yoktan ibda ile yaratıldığı ifade ediliyordu. Demek, Cenab-ı Allah, varı yok ettiği gibi; yoktan da zerre yaratabiliyor. Bu da herhalde mucizelerde kendini gösteriyor.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum