Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Teşkili, Teşekkül Gören Otantikler

Yıllar oluyor, bir yolculuğumuzda radyo dinliyorum. Konusunda uzman olduğu anlaşılan bir arkadaş, insanın göz, kulak, dil gibi uzuvlarının yapıları, işleyişleri hakkında bilgiler veriyor. Fakat her birini anlattıktan sonra, "Kulak zaten böyle olur, göz zaten böyle olur" gibi cümleler kuruyor. Sunucu da ondan geri kalmıyor. Kenarında gezdiği harika manzaralı bir gölü anlatırken "Göl zaten böyle olur" gibi ifadeler kullanıyordu. Anlattıkları harika cihazların ve manzaraların kolayca, çokça hem de kısa sürede yapılışları, onların teşkilinin teşekkül zannedilmesine, yani bunların icat edilip zerrelerden kolayca yapılması, sanki bunların kendi kendine teşekkül ediyor, şekilleniyor, oluyor gibi bir yanlış zanna sebep olmaktaydı.

Geçenlerde, göz ile ilgili bir arama yaparken önüme çıkan biri yazı, bu eski dinlediklerimi bana hatırlattı. Okuduğum yazıda göz "Etraftaki varlıkların görsel bilgilerini, yapısında bulunan elektrokimyasal reseptörler vasıtasıyla beyine iletmeye yarayan organ." cümlesi ile tanıtılıyor. Teşkili, teşekkül zanneden bir anlayışla yazılan yazının yazarı, her şeyi kendi kendine oldu, şeklinde veriyor. Ama anlatılanlar, tersini söylüyor.

Hani üstad, Kastamonu'da kendisini ziyaret edip "Öğretmenler Allah'tan bahsetmiyorlar, bize Allah'ı tanıtır mısın?" sualine "Siz öğretmenleri değil, fenleri dinleyin. Her bir fen mütemadiyen Allah'ı tanıtıyor." diyor ya. Aynen öyle. Öğretmen yalan söyleyebilir ama anlattıkları yalan söyleyemez. Bir fen âlimi, gerçeği örtebilir ama anlattıkları, anlattıklarının sanatkârını bize tanıtır. Fennî bilgiler, bütün cümleleriyle bize sanatı anlattığı için, yalan söyleyemez. Önemli olan, fennî bilgileri o bakış açısıyla okuyabilmek.

Bir biyoloji öğretmeni arkadaşla olan diyaloğum var ki tam da bunları anlatıyor. Arkadaşın masasında, meşhur hem de bu teşkilci düşüncelerin odağındaki bir hocanın kalınca bir kitabı vardı. Elime aldım ve kitabı rastgele açtım. Bir sayfanın yarısını seslice okudum. Arkadaş da dikkatle ve ilgiyle dinledi. Arkadaşa "Burada anlatılan, bu harika sanatın sanatçısı kim olabilir?" diye sordum. Arkadaş "Yahu sen de her şeyi dine getiriyorsun." diye tepki gösterdi ve biraz da morali bozuldu. Ben de bunun dinle alakası yok, sadece akıl sahibi, normal bir insan olmak yeter, bu soruyu sormak için diye, cevap vermiştim.

Yazar, biyoloji alanında otorite. Anlattıkları tam bir tevhid dersi. Başka bir izahı yok. Fakat teşkili (kolayca yapılışı) teşekkül (kendi kendine oluyor) görünce, az sonra anlatacağım, gözü anlatan makalede olduğu gibi, bu arkadaş da her şeyin kendi kendine olduğu noktasına götürüyor insanı. Tabii bir çıkmaza girdiğinin de farkına varamıyor. Çünkü "O halde Sâni-i Âleme lâzım olan nihayetsiz kudret ve muhit ilim gibi evsaf-ı kemâl, her mahlûkun her zerresine verilmek lazım gelir; tâ kendi kendine teşekkül edebilsin." Yani bir mahlukun teşkil olması, şekillenmesi için, onun yapısında görev alan atomların, o mahlûkun arkasındaki kâinat projesinden ve emsali mahlûkların şekil ve yapılışlarından ve özelliklerinden haberdar olması gerekiyor ki adımını ona göre atsın, vazifesini de karıştırmadan, bulaştırmadan, aksatmadan yapabilsin. Bu da âdeta her bir atoma bir ilâh keyfiyetini vermek demektir. Bu imkânsızlığı göremiyor ve anlayamıyorlar. Bunlardan bir ikisine de bunu hatırlattığımda, "Atomların akıllı olmadığını nereden biliyorsun?" diye çıkışmıştı. Başıbozukluk ve adem-i mesuliyet düşüncesi, bazılarını böyle bir çıkmaza mahkûm ediyor maalesef.

Şimdi gözle ilgili cümleyi hatırlayalım. Yapısında, elektrokimyasal reseptörler bulunan göz. Peki, niçin bunlar gözde bulunuyor ya da gözü anlamlı ve görevli kılan bu reseptörlere bu özelliği kim verdi ve bunları göze kim yerleştirdi. Bunu yerleştirenin, asıl görmeyi sağlayan beyni de görmeye fırsat sağlayan Güneşi ve Güneşin takılı olduğu sistemleri de bilmesi, görmesi, idare etmesi gerekmez mi? Yani sadece görülenleri, ışık sayesinde beyine iletmekle görevli gözün, hem de yüzün en mutena, müstesna ve korunaklı yerine kendi kendine monte olması mümkün mü? Görmeye ihtiyacı olan vücut, güya bunu başarabilmiş. Bu hurafeyi de cümlenin devamında "Bu konu somut şekilde izah ediliyor." cümlesiyle güya kendiliğinden olması mâkulmuşa getirmeye çalışıyor. Üstün bir tasarım olan gözün işleyişi ve görevleri somut şekilde izah edilip anlatılınca, göz sanatkârsız mı olmuş olacak yani? Tamam da bir şeyin çalışma sisteminin izah edilmesi, onun sanatkârını ortadan kaldırmaz; aksine sanatkârın daha iyi bilinmesini sağlar.

Gözün kendi kendine teşkil olduğunu anlatmaya çalışan makale yazarı, en çok da hangi kelimeyi kullanıyor biliyor musunuz? "Özelleşmiş" kelimesini. Cümleye bakar mısınız? "Göz, ışık fotonlarını algılamak için 'özelleşmiş' bir varlıktır." Cümle bu. Tamam da bunu özelleştiren kim arkadaş? Yani onu özel, biricik, tam yerinde, katmanlı ve fotonları algılayabilecek tasarımda özelleştiren kim? Adamın somut izahı buymuş.

Devamı da çok dikkat çekici. "Kâinatta farklı fizik yasaları ve evrenler olabilirdi; ama dünya bu şekilde, bu tür yasalarıyla olmuş." Bu şekilde olmuş da bu şekilde olması bir tercihi, bu tercihin de bir mürecihi (tercih edeni), bu fizik yasaları da bir yasa koyanı göstermesi gerekmez mi? Hem de tercih ihtimalleri sayısınca. Dünya uzun bir süre beklemiş, sonra da üzerinde canlılığı başlatmayı başarmış. Sonra ihtiyaç duyulan organlar evrimleşmiş. Altı yüz milyon yıl önce de şu andaki göz ortaya çıkmışmış. Sanki dünya bu yazarın bir arkadaşıymış, canı sıkılmış. Ben bir canlılık başlatayım, demiş. Bu canlıya bir de göz lazım herhalde. Bu gözü de ortaya çıkarayım, demiş gibi.

Bu hurafeleri kabul etmemek için, akıldan istifa ederek akla yaklaşan sofestailere gel de hak verme. Fakat tebe-i (yüzeysel bir nazarla) bakan birtakım insanlara, bu muhali (olmayacak ihtimali) mümkün gösterebiliyorlar maalesef. Çok görüyoruz bunları. Bazıları da lâkayd bir hâle geliyor. Bazıları da bir tereddüt yaşıyor. Fakat normal bir insanın aklını elinden almadan, bu inkârı yutturmak mümkün değil. Fakat "gaflet, dalâlet ve safsata ve inat ve mugalata ve mükâbere (kibir) ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiseler küfür ve inkârı" sarhoş ve divane hâle getirdikleri bazılarına yutturabiliyor. Yoksa "bozulmamış hiçbir akıl ve çürümemiş hiçbir kalp" bunlara değil inanmak, meyil dahi göstermemesi gerekir.

Geçenlerdeki bir yazımızda söz ettiğimiz hem de ilâhiyat okumuş biri, "Otantik (gerçeğe yakın) düşünceyi ilga edemezsiniz." diye bu tip safsatalara kendince 'otantik düşünceye yakın' diye takılıyordu. Doğrusu bunlar, biraz da böyle moda tabirlerle, felsefî birtakım kavramlarla hem kendilerini oyalıyor hem de mukadder sonlarını unutmaya çalışıyorlar. Bir kısmı da farklı görünme, güya özgün takılma adına, akla takla attırma da olsa, böyle hayalî birtakım faraziyelerin peşinde ömür tüketiyor. İnkâr, bazen aklı öyle bir küle çeviriyor, insanın dengesini öyle bozuyor ki adamın biri bana Müseylimeyi peygamber olarak gördüğünü bile söylemişti. Başka bir şaşkın da "Peygamber doğru olsaydı, Ebu Cehil, Ebu Leheb başta olmak üzere birtakım Kureyş ve Mekke büyükleri, Medine münafıkları niçin iman etmedi?" diye sormuştu. Bu arkadaşa, inat, kibir ve asabiyetten dolayı iman etmeyen birkısım müşrik ve münafık haricinde iman edenlere ne diyeceksin?" diye sormuştum. Ses gelmedi.

Evet dostlar, uzağa gitmeye gerek yok. Her an gözümüzün önünde teşkil ve teşekkül oluyor. Her şey, intizamla evriliyor, çevriliyor. Yani şu an ve her zaman, hadsiz türe göre ayarlı ve hadsiz sayıda göz yaratılıyor. Bunu görmemek ve göstermemek için, nazarları hayalî zaman dilimlerine çekiyorlar kim bilir?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum