Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Gayr-i Müslimlerle diyalog

Kırk sene kadar oluyor, Rize'de muhtelif şehirlerden gelmiş arkadaşlarla bir okuma programındaydık. Münazarat da mütalaalı okuduğumuz kitaplar arasındaydı. Münazarat'ta yer alan "İman edenleri, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmekten men eden" Maide Suresinin 51. Âyetinin izahına gelince, bazı gramer bilgilerimizin azlığından anlamakta zorlanmış; sonra metnin bütününe bakarak anlamı çözebilmiştik. Daha sonraki Kur'an okumalarımızda Ankebut Suresinin 46. Âyetinde de Kur'an'ın müşrik ve münafıklardan ayrı tuttuğu "ehl-i kitapla" münasebetlerin nasıl olması gerektiğini, biraz daha tafsilatlı öğrenmiş olduk. Bazılarının "o zamanki ehl-i kitap farklıydı" ifadelerinin de bir önemi yoktu. Çünkü bugünkü değiştirilmiş Hristiyanlık, Kur'an'ın hitabının öncesine dayanıyordu. Hatta uzun asırlar içinde Hristiyanlık, birkaç defa yırtılarak en az bir kısmının tevhide yaklaştığını da görüyoruz. Maide Suresinin 5. Âyeti de onlarla evliliğe ve yiyeceklerinin yenebileceğine de izin veriyordu. Daha başka hükümler de var.

Münazarat'taki Üstadın bu konudaki harika izahına dönelim. Ehl-i imanın ehl-i kitapla dost olmasını yasaklayanın Kur'an olmasından dolayı, Üstad delili metin (sağlam) görüyor. Fakat Kur'an'ın bu hükmünün kayıtları olduğunu, bizzat âyetin gramer yapısından çıkarıyordu. Bizim de o zaman çözmede zorlandığımız "Hüküm müştak üzerine olsa; mehaz-ı iştikakı illet-i hüküm gösterir" cümlesiydi. Bu cümleyi o zaman tam çözememiştik fakat metnin bütünlüğünden meseleyi anlamıştık. Buradaki "müştakk" gramerdeki "şak eden, ayrılan" anlamındaydı. Arapça bükümlü dil olduğu için, birkaç harften ibaret bir kökten, epeyce kelimeyi bükerek, ayırarak çıkarabiliyorsunuz. Buradaki "dostluk yapmayınız" hükmünde de dostluğundan men edilen ve üzerine hüküm kurulan "Hristiyan ve Yahudi" sıfatları, birer türetilen iki kelimeydi. O zaman hüküm, bunların üzerine değil de bunların turetildiği "Yahudilik ve Hıristiyanlık" kelimelerinin üzerine kurulmalıydı. Bu iki kelimenin "mehaz-ı iştikakı" (türetildiği kaynağı) ise dinlerinin ifade edildiği "Yahudilik ve Hristiyanlık" olduğundan o yasağın asıl sebebi, onların dinleridir ve men edilen dostluk da onların bu sıfatlarıdır. Yoksa bizzat Yahudi ve Hristiyanın kendisi değildir. 

O zaman bu yasaklama, bir kayıt altına alınıyor ve Yahudinin ve Hristiyanın tüm vasıflarını değil de onların dinleri olan "Hristiyanlık ve Yahudilik" ile sınırlanmış oluyor. Biz onları, bu yönleriyle dost edinmeyeceğiz demek oluyor. Onun delillerini de Üstad sayıyor ve çok önemli ölçüler hatta millet ve devletleri de ilgilendiren yol gösterici izahlarda bulunuyor.

Evvela, Müslüman da olsa bir insan, zâtı için sevilmez. Onun fizikî durumunu değil de sıfatlarını seversin. Mesela bir Müslümanın Müslümanlığını severiz, çünkü iyi sıfattır. Ama eğer yalan söylüyorsa, bu sıfat  Müslümanlığından olmadığından bu yönünü sevmeyiz. Ama mühim olan bu Müslüman sıfatından dolayı da bazı kusurlarını örteriz. İşte bunun gibi, bir ehl-i kitabın da dinî sıfatlarının dışında iyi olan, hatta müslümanlıktan aldığı güzel vasıfları, sanatları olabilir. Bu sıfatlar ve sanatlar güzeldir, iyidir, menfaatlidir ve Müslüman sıfatlardır. Doğruluk, dürüstlük, yardımseverlik veya ilmî, fennî buluşlar buna örnektir. Bunları almanın, övmenin, kullanmanın bu yasak içinde olması düşünülemez. Hatta bana örnek olarak, "Ehl-i kitaptan bir haremin (eşin) olsa, elbette seveceksin" örneği veriliyor. Eşinin dinini değil, başka güzel sıfatları sevilecek elbette.

O zaman ehl-i  kitapla diyaloğumuz bu cihetleriyle olacaktır. Yoksa onların dinleriyle bir diyalog kurup tahrif olmuş dinlerini dinlemek, hatta iktibas etmek İslamiyete bir ihanettir en hafif tabiriyle bir cinayettir. 

Bunu Üstad, "Onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. İşte bu dostluk, katiyyen nehy-i Kur'an'a dahil değildir" cümlesiyle özetliyor. 

Saniyen, bütün zihinlerin dünyaya, terakkiye, fennî gelişmelere çevrildiği şimdiki dünyamızda fertlerin ve devletlerin birbiriyle olan irtibatlarında aklınıza ilk gelen din konusu olmuyor. Avrupa'ya giden bir kişi ya da yetkili için, "Acaba dinini mi değiştirecek?" gibi bir vehim zihnimizi kurcalamıyor. Ama geçen asırlarda özellikle saadet asrında zihinler dine çevrilip akılları dinî inkilap meşgul ettiği için, bir insanın gayr-i Müslimle irtibatından hemen nifak kokusu seziliyor ve akla geliyordu. Bir Müslümanın onlardan alabileceği bir örnek olmaması da bu vehme hak ve güç veriyordu. 

Şimdi ise, geçmişte çoğunlukla Müslümanların elinde bulunan maddî terakkinin büyük bir kısmının onların elinde olması nedeniyle, onlarla dünyaya bakan ihtiyaçlar cihetiyle kurulan mecburî irtibat, akla bir nifak ya da din değiştirme vehmini getirmemektedir. Onlarla olabilecek tümden dünyevî, asayiş üzerine kurulan ya da kurulacak irtibat, anlaşma, birlik, birliktelik, diyaloglar da bu yasağa takılmamalıdır. Bütün bu diyalogların, onların diniyle değil, saadet-i dünyeviyenin ve asayişin muhafazasına yardım eden ellerindeki sanatları yönüyle olduğu ve olması gerektiği açıktır. Daha sonra Sungur abi ile de yaptığımız bir derste, aynı mananın onun tarafından da dile getirildiğini, onun dışındaki diyalogların yanlış ve vahim olduğu ifade edilmişti. Bu ölçüler ışığında bu tip diyalogların sadece ehl-i kitapla değil, diğer inanç sahipleri ile de olabileceği onların da bu yasak içinde olmadığı açıktır.

Evet dostlar, Üstad iman hakikatlerinin yanında, eski Said dönemindeki derslerini sonradan tashih ederek, yeni bir ders olarak da bizlere miras bırakmıştır. Özellikle Münazarat ve Hutbe-i Şamiye bu noktadan önemlidir. Bu yazımızla buna dikkat çekmek istedik.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.