Risale-i Nur Ders Notları-46: Zâhir-Bâtın, Mülk-Melekût ve Ehadiyet Sırrı

Kâinatı ve içindekileri sanat sıfatıyla yaratan Cenab-ı Hakk, her nesneye zâhir ve bâtın, mülk ve melekût boyutları vererek bir yaratıcılık sergiliyor. Zâhir boyutta sanat hakikati içinde hüsün ve tahsin hakikatleri nümayandır. Bâtın boyutta ise bir cemal hakikati kendini gösteriyor. Kâinatın kalbinde ise bir aşk, kâinatın tamamında ise bir kemal, sanat hakikatinin içinde kendilerini sergiliyorlar. Aşkın şiddetiyle iradesini kaybeden veya iradesi kaybettirilenlerde görülen cezbe ve incizab hakikatleri de İlâhî sanatın diğer bir boyutunu ifade eder. Evliyalık seviyesine yükselerek, İlâhî kemali temaşa ettiren tefekkürleri, Onun varlığını hissettiren zikirleri ile cezbe ve incizabı yaşayarak kalb gözleri açılan evliyaullahın yaşadığı şuhud ve müşahede hakikatleri de sanat-ı İlahiyenin manevi ve ince boyutlarının özelliklerindendir.

Dinin iman ve islam cihetlerinin, “vücûd” (hakikati bulma) ve “şuhûd” (hakikati görme) şeklinde bu yolculuğa dayanması gösteriyor ki cemal-i zâtî ve kemal-i zâtî ve kibriya-yı zâtî sahibi olan Zât-ı Mutlak’ın cemal ve kemal ve kibriyasının tecellilerini görmek ve şuur sahiplerine göstermek istediği ve bu şekilde şuur sahiplerini şefkat ve rahmetiyle namütenahi kemalat yolculuğunda ilerletmek istediği yaratılış sistematiğinden okunuyor. Bu sistematiği tam manasıyla idrak edenler mutlak şükür, mutlak bir memnuniyet, mutlak bir minnet ve medyuniyet hisleri içinde O'na secde etmişler: "Sana layık bir kul, bir köle olamadık" demişlerdir. "Sana şükretmekten dahi âciz olduğum için utanıyorum" diyerek O'nun mutlak huzurunda gittikçe küçülmüşler; bu küçülmenin gerçek büyüklük olduğunu idrak etmişlerdir. İnsan küçüldükçe, O'nun mahiyet aynasında Kebir-i Mutlak'ın tecellileri aksetmeye başlamasına binaen... Küçücük bir cam parçasında bütün uzayın yansıması gibi... [Hüsün, Cemal, Aşk, Cezbe, İncizab, Şuhud ve Müşahede Hakikatleri (B. Mesnevi-i Nuriye, Katre Ris.)]

Kâinatta en zahirde tasarruf hakikati görünmekte, batına doğru inmeye başladığımızda tebdil, tahvil, tağyir, tanzim fiillerinin hükmettiğini görebiliyoruz. Mağmanın donarak yakıcı, eritici, tüketici ateş halinden katı, parçalanacı, üretici kayalara dönüşmesi, sonrasında toprağa varması tağyire bir numunedir. Bilim dünyası da buna "başkalaşım kayaları" diye katılır. Bir zamanlar güneşle bitişik bir yapı olan dünyanın o binlerce ve milyonlarca derece sıcaklıklı yakıcı halden masmavi, serin sularla kaplı, buzullar sahibi dünya haline gelmesi muazzam bir tağyir, tebdil ve tahvilin hükmettiğini gösteriyor. Âfâki boyutta böyle olduğu gibi enfüsi boyutta da mağma gibi etrafına öfke püskürüp yakıp yıkan, eşkıya ve canavar insanların melek gibi hayırlı, bir ruh gibi hakikate odaklı, hakperest bir ahlak abidesi haline dönüşmesi tağyirin ne kadar etkin olduğunun diğer bir delilidir. [Tasarruf, Tebdil, Tahvil, Tağyir ve Tanzim Hakikatleri (B.Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Dil)]

İnsanlık tarihi boyunca görüyoruz ki birçok toplum çok sayıda ilah algısına kapılmışlar. Bunun sebeplerinden birisi cem ve ehadiyet hakikatini bilmemeleri, kâinattaki faaliyetlerin tek bir elden idare edildiğini ve icra edildiğini görememeleridir. Bunun da dayandığı temel, kendi âciz kudretleri ile İlahî zâtî kudreti kıyaslamalarıdır. Üstad Bediüzzaman kudret-i İlahiyenin zâtiyetini, zâtiyetinin neticesi olan ıtlakını ve mutlakıyetini, namahdudiyetini, namütenahiyatini, gayetsizliğini, kemal-i mutlakını ve bu hakikatlerin sırları ve delilleriyle, kâinattan misaller getirerek konuyu aydınlığa kavuşturur. İnsanın yaptığı bu kıyasın bir kıyas-ı maa’l-fârık (farklı şeyleri bir biriyle yanlış şekilde kıyaslama) olduğunu gösterir. [Çok Sayıda İlah'ın İmkansızlığı (B.Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan)]

Yaratılış âlemi, sayısız kanunlarla inşa edilmiştir. Kâinatın tamamındaki düzenliliğin kaynağı bu kanunlardır. Fakat bu kanunlar birbirlerini iptal etmeyecek şekilde bir bütünlükle hükümlerini kâinatta gösteriyorlar. Bu sır görünmediği için eski zamanın toplumları her bir kanunu, her bir hakikati farklı bir ilah gibi algılamışlar. Bunları Allah'a birer ortak olarak görmüşler. Yunan toplumu Venüs (güzellik), Afrodit (aşk), Hermes (hikmet) şeklinde farklı hakikatleri birer ilah gibi algıladılar. Kâinattaki aşk kanununu, güzellik hakikatini, hikmeti Allah'tan kopardılar. Sokrates o topluma gelip Allah'ın birliğini ilan etti. Ona "Ey Yüce Pan (Ey Yüce Bir, Birlik Sahibi)" diye seslendi, dua etti.

Yunanlılar “Gençlerimizi zehirliyor” diyerek onu zehirlediler. Oysa Sokrates, tevhidi, hakikatlerin birliğini, hepsinin mutlak kudret, muhît ilim, külli irade sahibi tek bir İlah'ın sıfatları, hakikatleri olduğunu ilan etti. Zihinlerdeki ve sosyal hayattaki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak istedi. Kâinat, yaratılış açısından zaruri olan kudret-ilim-irade bütünlüğü ile hakikatlerin birliğini, beraberliğini gösterdiği gibi hayat sahibi nesnelerdeki görme, işitme, konuşma gibi ortak özellikler de gösteriyor ki isimlerin birliği, canlılıkta zirve hale geldiği gibi görünürlükte de zirveleşiyor. İnsan gibi şuur, akıl, irade, hafıza sahibi bir canlıda ise binlerce hakikat ferdî ve sosyal hayatında inkişaf etmesiyle ve aynı yerden zuhuruyla gösteriyor ki hayat, binlerce hakikatin birleşimiyle oluşan bir ruha dayanıyor. İşte bu birlik hakikatine, “Ehadiyet” adı veriliyor. Her bir ruh, bir Ehadiyet tecellisidir. [Esmaü'l-Hüsna'nın Birlikte Tecelli Etmesi ve Ehadiyet Hakikati (B.Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi)]

Üstad Bediüzzaman, Kur'an ve hadisin sıklıkla kullandığı hikmet, inâyet, rahmet, rızık ve hayat ve hatta ehadiyet hakikatlerinin ve bunların dayandığı Hakîm, Kerîm, Rahman-ı Rahîm, Rezzak, Hayy ve Muhyi ve Mümît ve Ehad gibi isimlerin dayandıkları hakikatleri tanımlar. Bu şekilde kâinatı ve insanı okur. Böylece nurun alâ nur sırrına mazhar olarak kâinatı şehadet âlemi mahiyetinden “şuhûd ve müşâhede âlemleri” haline getirir. İlim içinde hakikate, hikmet içinde hakka ve rüşde bir yol açar. Hz. Ali’ye (KV) ait "Hayatta en hakiki mürşid ilimdir" sözünün hakikatinin de ne olduğunu gösterir.[1] Çünkü mürşid, ilm-i hikmet ile ancak irşad edebilir ve insanların nefislerini tezkiye, enaniyetlerini terbiye, kalplerini tasfiye edip duygularına hükmedebilir. Sırf ilim ise, özellikle kişiyi dahi aydınlatmayan bir ilim ise mürşid olamaz. Kişinin öğrendiği bilgiler, malumattır. Odun yığınları veya zeytinyağı gibidir. Bunlar kudsiyet ateşiyle tutuşturulmadan aydınlatıcı olamazlar. Kudsiyet ateşi ise Kuddus olan ile bağ kurmakla olabilir. Çünkü kudsiyet-i mutlakasıyla kudsiyetin tek sahibi Allah’tır. Birilerinin kendini, sistemini, rejimini, aklını, duygularını takdis etmesi onu mukaddes kılmaz. Kudsiyetin olduğu yerde bencillik, cismanilik, maddecilik, materyalist algı olamaz. Kudsiyet maddeyi eritir, kuvvet ve kudret ve hakka dönüştürür. Kudsiyet ilmi yakar, nura dönüştürür. Cismi eritir, ruha dönüştürür. Kudsiyette cüz ve cüz’iyet mantığı yoktur; kudsiyetin girdiği yerde cüzler erir, küll olur; cüz’iler gelişir külli olur. [Hikmet, İnâyet, Rahmet, Rızık ve Hayat Hakikatleri (B.Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan)]

[1] Fakat Kemalist algı buradaki ilmi, fen bilimleri diye lanse etmiş, fen bilimlerini ise materyalist algıya indirmiştir. Bu yanılgı üniversite gençliğini rüşd zirvesine çıkaramadığı gibi gayya kuyusu gibi günahlara, heveslere ve hiçliğe varan karanlıklı vesveselere kurban etmiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum