Risale-i Nur Ders Notları-36: Dünyanın Üç Yüzü ve İnsan Nefsi

Dünyanın çirkinliği, aldatıcılığı ve insanı Âhiretten kopardığı ile ilgili hadisler, İslam âleminde çok yayılmış. Fakat bazı hadisler, dünyanın Âhiretin tarlası ve değerlendirilmesi gereken imkânlar olduğunu ve güzel olduğunu ifade ediyor. Kur'an âyetlerinin birçoğu İlâhî sanatla ölçü, takdir, güzellik, hikmet, ilim, kudret, irade ile her şeyin yaratıldığını ve bunlar üzerinde tefekkür edilmesini emretmesiyle dünyanın mana ve hakikat cihetiyle güzel olduğunu ifade ediyor. Bu noktada Üstad Bediüzzaman orijinal bir tespit yaparak dünyayı üç yüzlü olarak ele alır:

a) Dünyanın bâtın ve hakikat yönü: Bu yön Esma-yı Hüsna'nın aynasıdır. İlâhî sanat, hikmettir. Aşka layık derecede güzel ve mükemmeldir. Fikir ehli ârifler için dünya ve mevcudat bu yönüyle mektubat-ı hikmettir; zikir ehli âşıklar için ise cemalli bir sanattır. İnsanın ahsen-i takviminden ve “Gökler ve yerin oyun olsun diye yaratılmadığını ve bir hak ile ve bir hak için yaratıldığını” bildiren çok sayıdaki âyetler bu yönü vurgularlar.

b) Dünyanın zâhiri: Bu yön Âhiretin tarlasıdır. Müminlere şükür, ibadet ve sâlih ameller için verilen imkânlardır. "Hanginiz en güzel ameli yapacaksınız diye size hayatı ve ölümü veren Odur"[1] "Hayırlarda yarışın"[2] âyetlerinde bu yön vurgulanır.

Müminlerin dünyası bu iki şekildedir. Kur'an bu meseleyi böyle işler.

c) Dünyanın mel'abe-i hevesat olan yönü: Ehl-i dünya olan kâfir, müşrik, münafık ve günahkâr müslümanların yaşadığı yön budur. Hadiste işaret edilen, insanı gaflete, dalalete atan ve günahkâr bir mümini ise zamanla nifaka ve küfre doğru götüren yön burasıdır.

Ehl-i zâhir, dünyayı nefis namına severler. Ehl-i velayet olan ehl-i tarikat ile ehl-i hakikat, dünyanın bu tehlikeli yönünü bildikleri için ilgili hadislere dayanarak dünya ve içindekilerden uzak durmuşlar. Ehl-i hak, ehl-i irfan, ehl-i şeriat ve ehl-i hikmet olan sahabeler ve bazı ehlullah ise dünyayı kemâlât-ı İlâhiyyenin tecelli ettiği bir ayna, bir meşher, bir ikram, bir lütuf, bir ebediyet ve külliyet-i ruh fırsatı, sonsuz saadet pazarı olarak görmüşler ve aşk ile sevmişler. Bu yönden dolayı Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Osman bin Affan, Hz. Zübeyr bin Avvam, Hz. Talha bin Ubeydullah (Rıdvanullahi Teâlâ aleyhim ecmain) gibi sahabeler ciddi derecede zengin fakat alabildiğine de ârif, zâkir ve şâkir bir hak eri olarak dünyayı ve maddeyi cömertliklerinde eritip şeffaflaştırmışlar; ümmetin "maun" çeşmesi olmuşlar; fukaranın kurak hayatlarını yeşertmişler. Ki bu sahabelerin Aşere-i Mübeşşere'den olmaları tesadüf değildir. Kazanmışlar, kazandırmışlar; evlatlarını da miraslarıyla mesut etmişler; akrabalarını da kollamışlar. Fakat haktan da asla taviz vermemişler. (Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf, 5. Remiz)

Dünyanın kendisi fâni olduğu gibi, dünyaya gelen insanın hayatı da fânidir ve ömrü, kısadır. İnsanın nefsi, hevâsı, hevesleri, benliği, duyguları, kötü arkadaşları, şeytanı, dünyevileşen toplum, verilen materyalist eğitim, sosyal medya gibi çeşitli şeyler insanın kıymetli vaktini kıymetsiz şeylerle geçirmesine sebep oluyorlar. Ömür sermayesi zayi olup gidiyor.

Ebediyeti kazanmak, ruhunu küllileştirmek, ebedî saadeti ebediyeti kazanmakla elde etmek için dünyaya gönderilen insanın bu israf ve şuursuzluğu sonsuz bir fırsatın avuçlarından akıp gitmesine yol açıyor. Bu ise bedbahtlıkları onun ruhuna yağdırıyor.

Asr suresinin bildirdiği üzere hakikate iman, hakka teslimiyet ile kendini kurtarmak, bir birine hakkı ve sabrı tavsiye etmekle başkalarının kurtuluşuna çalışmak ebediyet ve saadetin gereği iken hüsrana mahkûm bir hale düşmek insanların genel bir kaderi olmaktadır. Bu açıdan zaman zaman kişinin kendini sorgulaması, ömrünü nasıl geçirdiğini gözden geçirmesi, kendini revize ederek yenilemesi ve köklü kararlar alması, ölüm ânında yaşanacak pişmanlıklarının sayısını azaltacak yöntemdir.

Üstad da tam bu noktada kendisine zulmedilmesine rağmen dünyevileşme ve dünya hayatının fâni hallerine müdahale etmekten kendini engelleyen çeşitli hakikatleri sayarak uhrevi algısını muhafaza ettiğini bize ders veriyor. (Mektubat, 16. Mektub, 5. Mes'ele)

İnsan gaflet halindeyken çeşitli duygu hallerini yaşar. Aklıyla gördüğü şeyleri gözüyle de görmek ister; kalbiyle hissettiği ve duyduğu şeyleri kulağıyla da duymak ister. Gözüyle uzandığı şeylere, eliyle de uzanmak ve dokunmak ister. Maneviyatı, maddiyatla tartmaya; maneviyat kanunlarını maddiyatın kanunları gibi görmeye çalışır. Fakat duyguların, duyuların, âlemlerin her biri farklı farklı olduğundan her şeye hakkını vererek bakmak, ideal davranıştır. Fakat gaflet halinde insan bu karışıklığı yaşar.

Cüz'i bir çekirdeğe baktığında ağacı görmek; ağaca baktığında çekirdeğin kabuğunu ve özelliklerini görmek ister. Beşeriyetiyle bizim gibi olan peygamberleri, gayb ve şehadet âlemlerini aşıp Allah'a muhatap olan muhteşem ruhlarıyla bir tutmaya çalışarak aldanır. Ruhun zaman-üstüne çıkan ve uçan yapısını cismin zamana ve mekana mahkum yapısında görmeye uğraşır. Her şeyi ölçüsü, konumu itibariyle kabul etmek istemez. Bunun sırrı, bu ölçü ve takdiri kabul ettiğinde kendisinin de bir ölçü ve takdire tabi olduğunu görmesidir. Bu durumda her şeye hikmetiyle bir kader takdir eden ve çalıştıran Mukaddir, kendisi için de bir vazife ve kemal tayin etmiş olacak ve ona sorumluluk yükleyecek; bunun neticesinde hür bir hayat yaşayamayacak.

Bu açıdan nefse, namaz kıl denildiğinde; “Mükemmel seviyesini yapamayacağım şeyi niçin yapayım?” diye inad ve temerrüd eder. “Allah, mükemmel kulluğa layıktır. O marifet ve muhabbeti elde edecek bir akıl ve kalb bende yok. O halde kusurlu bir kulluğu niçin yapayım?” der. Oysa Allah'ın layık olduğu kulluğu hiçbir insan yapamaz. Kul, kusur ve noksanını idrakte ilerledikçe zaten kullukta ilerlediği için nefsin bu oyunu tutarsızdır. Allah, kâmil değil, mutlak nakıslık ve kusurunu müdrik kul istiyor. Hakikat noktasında tamlık ve kemal, Allah'a mahsustur. Noksanlık ve kusurlarının farkında olanı Allah daha çok sever. Allah kendisinden utanan, hacâlet içinde kıvranan günahkârlara kendini beğenmiş amel ehlinden daha yakındır.

Nefsin çok çeşitli oyunları ve aldatmaları bulunuyor. (Mesnevi-i Nuriye, Habbe Risalesi)

Gençlik hevesatı ve işlenen günahlar, tiryakisi olunan ve bağımlılık haline gelen zevk ve lezzetler kişinin İslam dairesi dışına çıkmasına sebep olabilir. Mekke fethinde müslüman olan Rebia bin Ümeyye bin Halef'te gördüğümüz üzere... O, içkiye müptela olduğu için, içkiyi rahat içebilme gayesiyle İslam’ı terk edip Hıristiyan olmuş ve bu hal üzere ölmüştür. İbn-i Hacer el-Askalânî’nin el-İsâbe eserinde net bildirdiği üzere…

İnsan gerçekten İslam’ı bilip yaşadıktan sonra İslam’dan çıkarsa anarşist olur. Artık diğer dinleri kabul edemez. Diğer dinlerin ateistleri ise, böyle değildir. Çünkü onların dinleri, bütün kemâlâtı anlatmıyor, Allah'ı hakkıyla tanıtmıyor. Bu cihetten “Ateistim” dese de bilimsellik, olumlu düşünce, hümanizm gibi boyutları savunabiliyorlar. Oysa Allah'ı hakkıyla tanıyan bir kişi, bütün kemal çeşitlerinin Onda olduğunu, Ondan geldiğini mutlak tevhid ve vahdet ile bulur ve bilir. Bu açıdan Hz. Peygamber (ASM) müslümanların dünyasında sonsuzluk prizmasıdır. Bütün mükemmellikler onunla tanınmış ve bilinmiştir. Onu hakkıyla tanıdıktan, sevdikten ve Onun gibi yaşadıktan sonra Onun yolundan çıkan biri, insanlığa zehir haline gelir. Eski Sivas müftüsü olup Doğu Perinçek ve ekibinin eliyle dinsizleştirilen Turan Dursun’da gördüğümüz gibi... (Sözler, 13. Söz, 2. Makam)

[1] Mülk suresi, 2.

[2] Bakara suresi, 148.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum