Risale-i Nur Ders Notları-26: İman Hizmetinde İmtihan Unsurları

Maneviyat ve din yolunda ilerleyenleri bekleyen tehlikelerden ve handikaplardan bir tanesi, yapılan işlerin neticelerini dünyada görmeyi istemektir. "Maddi hazları terk ediyorum. O halde manevi hazları ve zevkleri tatmak hakkımdır" algısına kapılmaktır. Bu algı, manevi haz ve zevkler gelmediğinde kişide bir ümitsizliğe, gittikçe fenalaştığı algısına yol açar. Ümitsizlik ise, yapılan işleri yaptırmamaya sebeptir.

İnsanın manevi hizmetlerinin neticelerini dünyada görmeyi talep etmesinin bir sebebi, dünyeviliğin insanın damarlarına şırınga edilmesidir. Firavunluğun modern hali olan kapitalizm, deccaliyet ve süfyaniyet o kadar dünya hayatını hedef olarak gösteriyor ki, kişi yaşlı, mübarek, ehl-i salâhat dahi olsa dünya hayatında uhrevi zevk beklentisine girebiliyor.

Zevk almak için ibadet etmek, hizmet etmek aslında bir hedef sapmasıdır. Zevk hedef olduğu için, o zevki Allah vermediğinde, hedefe ulaştırmayan şeyi yapmama sonucu doğar. Zaten bir müminin Allah rızası dışında bir şeyi aslî hedef yapması, o şeyi dünyasında bir hırs ve put haline getirmesine yol açar. Hırs ise, müminde hüsran sebebidir. Asıl sonuç, Allah'ın rızasını elde etmektir.

Çare, algı düzeltmededir. Dünya, hizmet diyarıdır; ücret yeri, değildir. İbadet ve hizmet-i diniyyenin mükâfatı varsa, onlar da Âhirette ve Berzah âlemindedir. O ücretler niyet edilmez. Niyet bir şeyi, niçin yaptığımız ve kim için yaptığımızı gösterir.

Bir "nesne"yi elde etmek için yapılan bir iş "dünyevi"dir ve kesinlikle orada "nefis" vardır. Çünkü madde için, o iş yapılmıştır. Maddecilik ise, nefsin en temel bir hastalığıdır. Madde için yapılan o iş, kesinlikle "nefsani"dir.

Eğer bir iş bir "kişi" için yapılıyorsa, orada onun rızası söz konusudur. Asıl iş, niyetin nesneden kişiye odaklanmasıdır.

Bu noktada zât odaklı o iş ya "hod" veya "Huda" merkezli olacaktır. Hodgâm, kendi keyfini düşünen ve hodbinlikle buna odaklı olan biri, zevk merkezli olacağı için ona zevk veren işi yapacaktır. Zevk aldıkça, kendini yaşadığı için kendi kendinden ve yaptığından razı olacaktır. Bu durumda yapılan iş "livechillah" olmaz, "livechinnefs" olur. Nefsini razı eden, Allah'ı gazaplandırır. Allah'ı razı eden, nefsini gazaplandırır. Her ikisinin rızası ancak nefs-i mardiyye makamına gelende oluşur. Bu manada niyet, Hudapesend, Hudabîn kişilerde olursa Hudaperestlik, Huda-nüma olma gibi bir hedefe doğru ilerler. Yoksa iş bir kendi kendini tatminden öteye gitmez. Ücreti, peşin zevk olur. (Kastamonu Lahikası'ndan Bir Mektub Dersi.)

Dine hizmet edenlerin en büyük imtihanı “kemiyet”tir (sayı çokluğu). Yani kalabalıklara ulaşmaktır. Her ne kadar görüntüde onların imanı isteniliyor gibi gözükse de... Kâinatta kalite kanunu geçerlidir. Bu kanun maddiyatta geçerli olduğu gibi maneviyatta daha öncelikli olarak câridir. Hadiste bildirildiği üzere "Mümin kendi nev'inden 100 kişiye bedeldir." (Rudani, Cem’u’l-Fevâid) Bu durum kalite kanununun din dairesinde geçerli olduğunu gösterir. İman edenlerin çokluğu ve amel edenlerin azlığı; amel edenlerin çok sayısına nazaran ihlaslı kişilerin çok az olması; ihlaslı kişilere (muhlislere) nazaran muhlas seviyeye çıkanların çok çok az olması gösterir ki, maneviyatta da kalite kanunu aynen caridir. Kalite bazen o kadar yoğun ve zirve boyuta çıkar ki, bütün kâinatın yapamadığı fiilleri tek bir kişiye yaptırır. Bütün mahlukatın âciz düştüğü bir çok güzellikler o kişide cem olur, toplanır. Hz. Peygamber (ASM) de olduğu gibi... Bu meseleyi ifade sadedinde "Sen olmasaydın sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım" diyecek bir kudsi hadisle o kişi tebcil olur. "Ebu Bekir ile diğer insanların imanı tartılsa onunki ağır gelir" hadisi de bu kalite kanununun diğer bir zirve ürününü ifade eder.

Din hizmetkarları, bütün benliğiyle Hakk ve Hakikate muhtaç, değişime açık ve yaşayan vahiy olacak şekilde hak ve hakikate hürmetkar kişiler aramak, onları bulmak ve onları yetiştirmekle mükellef iken kaliteyi ister istemez düşürecek çokluk sevdasına kapılıyorlar. Hırsla bu noktaya yapışıyorlar. İnsanlara ulaşabilecekleri hayaliyle yola giriyorlar. İnsanların sağırlık ve körlüklerine, dünyaperstlik ve nefisperestliklerine tosladıkları zaman şevkleri darmadağın oluyor. Bu sefer de hiçbir şey yapmak istemiyorlar.

Oysa din hizmeti, sonuç beklememekle sonuç veren bir hizmettir. Bu sırrı bilmeyen kişi sonuç beklemekle muhatapların vicdanına "Din ve Allah size muhtaç" hissi yansıtır. İnsanlar da kendisine muhtaç bir dine girmek istemezler. Yük gibi gelir. Fakat tam bir istiğna içindeki bir hizmet muhatabın kalbini, vicdanını harekete geçirir. "Kaçan kovalanır" sırrı...

Sonuç beklemede gizliden gizliye Allah'a karşı bir emretme, Ona bir kızma, küsme vardır. Bu ise bir hadsizlik ve edepsizliktir. Allah'ı imtihan etmektir. Oysa imtihan edene ve edebilene “Allah” denilir. Allah kulu imtihan eder ta ki kulu gelişsin, kendini ispat etsin, daha büyük nimetlerine liyakatini tescilletsin.

Dine hizmette de, ibadetlerde de, dualarda da, tefekkür gibi kula düşen işlerde sonuçlar daima Allah'a aittir. Allah isterse yaratır; istemezse vermez. Kula düşen sınırları içinde kalmaktır. Allah, Muhaddid'dir, hadler çizer. Çizdiği hadlere, "kul" der. İnsanın en derin irfanı, kendinin haddiyyetini, mahdudiyetini bilmesi; Nâmahdûd (Hadsiz) Olanın Allah olduğunu bilip hadsizlik yapmamasıdır. Bir din hizmeti ön planda hizmet edene haddini bildiriyor ve gösteriyorsa bu noktada onu geliştiriyorsa o hizmet zaten sonucunu en baştan vermiştir. O ders, sohbet, yazı, cihad kimseye yaramasa o işi yapana yaramalı ve ona tebliğ olmalı. O vazifeyi yapana yaramayan, onu değiştirmeyen bir fiil muhatabını hiç değiştirmez. Değişim, kulluk demektir. Değişene “kul” denilir. Değişim nispeti, kullukta ilerlemeyi gösterir. (Lem'alar, 17. Lem'a, 13. Nota, 1. Mes'ele)

Dindarların en büyük imtihanı, “dünyevileşmek”tir. Yani maddi haz ve lezzetleri hayatta birinci gaye ve aslî maksad yapmalarıdır. Dindarların bilerek bu hale düşmeleri tam bir gaflet olduğu gibi, din düşmanları da dindarlığın asıl gücü olan uhreviliğin dindarlardan alınması için öyle bir şekilde dünya güzelliklerini tanıtıp tattırıyorlar ki, dindarların dünyaya lakayt kalmaları çok zorlaştı. Özellikle İslam âleminde bu tarz rejimler birçok sömürgelikten çıkan devlette uygulandı. Bağımsızlık verdiler, fakat dünyevileşmek şartıyla... Bir müslüman dünyevileşirse, imanıyla nefsi arasında kalır. Bu durumda azgınlaştırılan nefsinin arzularını sunan ve kolayca elde edilir kılan bir medeniyet müslümanları materyalist edecek bir dünyevi haz ve lezzet tutkusuna yol açtı ve açıyor. Fakat maalesef bu sapma ve çürüme görülemiyor. Risale-i Nur mizanları, akıllara, kalplere ve ruhlara dünyevi hayatın nasıl bir kayıp, manevi bir çöküş, ne derece ahlakî, kişilik ve benlik olarak yozlaşma ve zillet ve esaret olduğunu delillerle gösterir.

Bunu ilim ve hikmet boyutuyla yaparken meseleyi kalp ve ruhlara işlettirmek için hizmetinin temelini "ihlas" olarak belirler. İhlas Risalesi’ni 15 günde bir okumayı dünyevileşmemek için şart koşar. İhlas, özleştirmek, kabuktan kurtulmak, hakikate geçirmektir. İhlasta ilerlemeyen otomatikman kabuklaşır. Kabuklaşan ise, dünyevileşir. Dünyevileşen kişinin bütün çabası, hatta dinî gözüken gayretleri de dünya hayatının daha başarılı geçmesi hedefli olur. Böyle bir kişi tarikate girse, Allah rızası ve sevgisi için değil keşif ve keramet gibi, ehl-i tasavvufça birer manevi tuzak olan şeyleri elde etmek amaçlı girer. Ahiret meyvelerini dünyada yemek ister. Dünyevileşen kişi, işin zâhirinde kalır; bâtın ve hakikatine erişemez. Batın ve hakikate erişemeyenin ne aklı küllileşir, ne kalbi inkişaf eder, ne ruhu inbisat eder. Bu yönleri açılmayanın dünyasında Ahirete iman taklidi kalmaya mecburdur. Dünyeviliğin kırılması ve aşılmasının en büyük sebepleri tahkiki iman, rabıta-yı mevt, ihlasın hakikat ve sırlarını tefekkür etmek, Allah yoluna hayatını adamak, zorluk ve meşakkatleri severek kabullenmek, riyazet mantığıyla bir hayatı yaşamaya çalışmak, günahları ve günah ortamlarını terk etmek, takvada hassasiyet kazanarak Allah rızasını tek maksad yapmaktır. (Kastamonu Lahikası, Bir Mektub)

Manevi kuvvet, “ihlas”tadır; maddi kuvvet, “hak”tadır. Şehadet âleminde izzet ve kuvvet isteyen daima hak üzere hareket etmelidir. Gayb âleminde kuvvetli olmak, ihlaslı olmakla mümkündür. Haksız insanlar dahi, haksızlıkları içindeki ihlas ve samimiyetleri ile kuvvet kazanıyorlar.

İhlasın kuvvetini kazandıran, “sırr-ı ihlas”tır. Sırr-ı ihlas, kişiye kuvve-i kudsiye kazandırıyor. Tesir özelliği, kudret ve kuvvette olduğundan sırr-ı ihlası elde eden bir kişi “Kuddise Sirruhu” (KS) makamına çıkar. Onun sözleri kalplerden insanı vuran bir Kuddusiyet aynası haline gelir. Kudsiyetin sırrı ise, “selamet”tir. Böyle bir kişinin diğer insanlarla, Allah'ın idaresi altındaki kâinatla ve Allah ile bir savaşı kalmaz. Sırr-ı ihlas ise, “îsar hasleti” ile elde edilir. Yani dava kardeşlerinin nefislerini şerefte, makamda, teveccühte hatta menfaat-i maddiye gibi konularda kendi nefsine tercih etmekle... (Lem'alar, 21. Lem'a, 3. Düstur)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum