Meleklerin Tesbih ve Takdisi Çerçevesinde Kur’anî Bazı Sırlar

Kur’an-ı Hakîm’de insanın yaratılış serüveni ve bu yaratılışın sırrı bahsi çok yerlerde işlenir. Konu mühim ve hakikat büyük olduğu için mesele farklı cihet ve cepheleri ile sunulur. Bakara suresinde şöyle bir detay bulunuyor: Melekler, Hz. Âdem (AS) şahsında insanoğlunun yaratılış sırrını öğrenme amaçlı olarak Cenab-ı Hakk’a bu yaratılışa hilkat âleminin kemali açısından lüzum olup olmadığını öğrenme sadedinde “ Etec’alu fîha men yufsidu fîha ve yesfikü’d-dimâe ve nahnu nüsebbihu bihamdike ve nükaddisu lek”[1] (Yerde fesad çıkaracak ve kan dökecek birilerini mi yaratacaksın? Biz Seni hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz) derler.

Bu âyette melekler Allah’a kendilerinin tesbih, takdis ve hamdlerini beyan ediyorlar. Meleklerin tesbih ve takdislerinin keyfiyetine dair bir nümune “Subbûhun Kuddûsun Rabbü’l-Melâiketi ve’r-Rûh” cümlesidir. Bu cümlenin meleklere aidiyetini gösteren Hz. İbrahim (AS) ile ilgili kıssa şu şekildedir:

Rivâyete göre İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın 12.000 hayvandan oluşan sürüleri vardı. Bu sürüleri koruyan pek çok da muhâfız köpeği vardı. Dünyâya râm olanları tahkîr için köpeklerin boyunlarına altından tasma taktırırdı.

Cebrâîl -aleyhisselâm-, insan kılığında geldi: “–Bu sürüler kimin?” diye sordu.

İbrâhîm -aleyhisselâm-: “–Rabbimin. Ben de emânetçisiyim!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-: “–Bana satar mısın?” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-: “–Rabbimi bir kere zikret üçte birini, üç kere zikret; tamamını vereyim!

Cebrâîl -aleyhisselâm-: "Subbûhun, Kuddûsün, Rabbul melâiketi ve'r-rûh." dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-: “–Al, hepsi senin, al, götür!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:“–Ben meleğim, alamam!” dedi.

Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm-:“–Sen meleksen, ben de “Halîl”im. Verdiğimi geri alamam!” dedi.

Nihâyet İbrâhîm -aleyhisselâm- sürüleri sattı. Geniş bir arâzî aldı. Onu müslümanların istifâdesi için vakfetti. Böylece vakıf, İbrâhîm -aleyhisselâm- ile başlamış oldu.[2]

Hz. Peygamber’in (SAV) namazlarda secde ânında bu tesbih ile Allah’ı tesbih ve takdis ettiği Hz. Aişe (R.Anhüma) tarafından mervîdir.[3] Yine Hz. Aişe’den (R. Anhüma) Resûlullah’ın yataktan kalkınca onar defa okuduğu dua ve zikir içinde şu cümlelerin de yer aldığı rivayet edilmiştir: “Sübhânellāhi ve bi-hamdih sübhâne’l-meliki’l-kuddûs.”[4]

Dikkat edilirse meleklerin tesbihinde Subbûh ve Kuddûs isimleri zikredilmektedir. Bakara suresindeki âyette ise hamd ile tesbih ve takdis ettikleri bildiriliyor. Hadis rivayetleriyle beraber âyeti ele aldığımızda meleklerin Allah’a “Hummûd” ismiyle hamd edici oldukları tesbitini yapabiliyoruz.

İnsanlık ve cinler dünyasını tanzim eden Kur’an, Allah’ı “Sübhan” ismi ile tesbih etmeyi, Ona “Hamîd” ismiyle hamd etmeyi dolaylı olarak tavsiye eder.[5] Buna mukabil melekler ve ruhlar dünyasında Cenab-ı Hakk Subbûh, Kuddûs ve Hummûd isimleriyle hamd ve tesbih edilmektedir.

Arapça gramer kitapları Subbûh ve Kuddûs isimlerinin gramatik tahlilinde zorlanmaktadırlar. Çünkü benzer bir vezinden türeyen hiçbir kelime insanlık dünyasında kullanılmamaktadır. İnsanlık dünyası, isimleri bir vezinden türetirken ya sıfatlardan ya da fiillerden türetmektedirler. Bu türetmede ise kendi kişisel ve sosyal hayatları veya dış dünyada görünen olaylar ve özelliklerden yola çıkarak türetiyorlar. Bu çerçevede dış dünyada “saf hayır” makamında bir varlık bulunmuyor ki, o saf hayırlı varlığa ait özellikler ona uygun bir vezinle ifade edilsin. Bu çerçevede meleklerin ve ruhların kullanacağı kelimeler elbette kendi âlemlerine göre olacaktır. Meleklerin âlemi, “melekût âlemi” dir; ruhların âlemi ise, “ceberut âlemi” dir.[6] Melekler âleminde Cenab-ı Hakk, Melik-i Kuddûs ismiyle mütecellidir. Melek kelimesi ile Melik kelimesi aynı kökten müştaktır. Bu ilişkiden dolayı Kur’anda Kuddûs ismi iki yerde geçmektedir. İkisinde de Melik ismiyle bitişik kullanılmıştır. Tabir caizse melekler Melik-i Kuddûs’un yarattığı mülkünde ve idare ettiği memleketindeki inzibat memurları ve polisleridir. Melik-i Mutlak’larının kusursuz ve noksansız icraatlarını tenzih ve takdis ederken de Subbûh ve Kuddûs isimlerini kullanmaktadırlar.

Bu çerçevede Subbûh ve Kuddûs isimlerinin Arapça vezni, “fu’ûl vezni” olmaktadır. İlâhî fiiller sonsuz ve sınırsız, külli ve muhit, mutlak ve istila edici olduklarından farklı âlemlerde farklı boyutları, eserleri ve gayeleriyle, farklı yoğunluk ve kapsamda tecelli etmektedirler. Bu çerçevede yeryüzünde fâil, feîl, faal[7] gibi vezinlerle tecelli ederlerken gayb âleminde, gayb âlemlerinden olan melekût ve ceberut âlemlerinde fu’ûl, fey’ûl, if’îl gibi vezinlerde tecelli ederler. Mesela Kayyûm ismi, fey’ûl veznindendir. İfrît, İncîl, İblîs gibi gaybî kökenli kelimeler if’îl veznindendirler. Subbûh ve Kuddûs isimleri ise, fu’ûl veznindendirler.[8]

Fu’ûl vezninin keyfiyetini ve nasıl bir esere vesile olduğunu yine bize hazine-i esrar, muallim-i hakaik ve müderris-i dekaik olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan bir kelime ile açıyor ve öğretiyor: Selâm… Kur’an-ı Hakîm’e dikkatle baktığımızda Kuddûs ismi Melik ismi ile daima yapışık geldiği halde, kendisinden sonra bir seferinde Azîz ismi, diğerinde ise Selâm ismi gelmektedir. Azîz ismi, Cenab-ı Hakk’ın kudret ve kuvvet sıfatına dayanan isimlerinden birisidir ki, melek ve melik hakikatlerinin aslî dayanağıyla kökten bağlıdır. Selâm ismi ise gerek vezni, gerek manası ve gerekse Kur’anda kullanılma sayısı ve yeri itibariyle müstesna bir isimdir. Namaz sonrasında söylenen “Allahümme ente’s-Selamü ve minke’s-selâm” (Allah’ım Selâm-ı Mutlak Sensin. Bütün selâm ve selâmet de Sen’dendir)[9] cümlesi Selâm isminin İlahî bir sır olduğunu belirtir.

Çünkü hakiki ârif-i billah olan Allah dostları İlâhî eserlerin mükemmelliğini, kusursuzluğunu tahkik ve tedkikle gördükten sonra bu eserlerin menbaı olan İlâhî fiillerin kemâline zihnen intikal ettiler. Sonra İlâhî fiillerin menbaı olan Esmaü’l-Hüsna’nın kemaline, sonrasında İlâhî isimlerin kemâlinden onların menbaı olan İlâhî sıfatların kemaline, akabinde İlâhî sıfatların kemalinden onların menbaı olan İlahî şuunatın kemaline, bilahare İlâhî şuunatın kemalinden de onların ve bütün kemalâtın menba-ı zâtîsi olan Zât-ı Akdes’in kemal-i mutlakına intikal ettiler.

Sonrasında ise İlâhî fiillerin bu sınırlı dünya ve yaratılış âleminde görünen bu çok kısıtlı ve sayılı tecellilerinin dahi kemalinden İlâhî fiillerin sayısız âlemlerde ve ebediyet âlemlerinde yapabileceği şeylerin sınırsızlığına ve oradan İlâhî fiillerin mutlak kemaline; akabinde İlâhî fiillerin İlâhî isimlerin “tek bir zuhuru” oluşu hakikatinden İlâhî isimlerin mutlak kemaline; İlâhî isimlerin ise İlâhî sıfatların “tek bir tebarüzü” oluşu hakikatinden İlâhî sıfatların mutlak kemaline; İlâhî sıfatların da İlâhî şuunatın “tek bir taayyünü” oluşu hakikatinden İlâhî şuunatın mutlak ve zâtî kemaline; İlâhî şuunatın da Zât-ı Akdes’in “tek bir teveccüh-ü ehadiyeti” olması hakikatinden Zât-ı Akdes’in mutlak, nihayetsiz, zâtî ve eşsiz kemaline intikal ettiklerinden Cenab-ı Hakk’ı bihakkın “Kemal-i Mutlak” olarak tavsif ettiler.[10] Kemâl lafzı, hakikatte sıfat olmasına rağmen, hakiki ârifler “Allah denilince Mutlak Kemal akla gelir” diyerek kemali mutlak manada Ona nisbet ettiler, bütün kemal çeşitlerini de Ondan gelen bir tecelli olarak okudular.

Bu çerçevede Selam ismi de hakikatte bir sıfat iken Cenab-ı Hakk’ın Zât’ını ifade edecek bir boyutu bildirecek şekilde Kur’an’da kullanılmıştır. Bu noktada denilebilir ki meleklerin dünyasında Allah, Kuddûs ve Selâm’dır. Onlar Onu bu irfan ile tanıyorlar. Bütün selam ve selamet tevhid-i zâtî ile Ondandır. Fu’ûl vezni, kişiyi “Kemal-i Mutlak” ve “Selam-ı Mutlak” algısıyla Allah’a muhataplığa yükselten orijinal, melekût âlemine has bir vezindir, tespitini yapabiliyoruz.

[1] Bakara suresi 30.

[2] Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları.

[3] Ebu Davud, II, 28-35.

[4] Ebû Dâvûd, “Edeb”, 101

[5] “Sübhânallâhi ammâ yüşrikûn” (Haşir suresi,23) “Sübhânehu ve teâla ammâ yekûlûn” (İsra suresi,43) âyetlerinde olduğu gibi… “Vallâhu hüve’l-ğaniyyu’l-hamîd” (Fâtır suresi, 15) âyetinde belirtildiği üzere…

[6] Bu ayrımı bildirecek şekilde hadis-i sahihte “Ruhlar bölük bölük ordulardır” denilir. Buhârî, Enbiya 2; Müslim, Birr 159, (2638); Ebû Dâvud, Edeb 19, (4834). Hadise göre ruhlar âlemi savaşçı fıtratta asker mahluklarla doludur. Melekler ise savaşçı değil daha çok savunmacı fıtrattadırlar. Bundan dolayı rüya âlemi gibi manevi ve uhrevi âlemlerde melekler polis, ruhlar ise bir asker olarak görünürler.

[7] Bu üç vezni HLK fiili için kullandığımızda sırasıyla Hâlık, Halîk, Hallak isimleri ortaya çıkar.

[8] Cenab-ı Hakk, Kur’anda Cahiliye Arap dünyasında kullanılmayan vezinlerle isimler türetip peygamberlerinin isimlerini o vezinlerden ifade eder. Ya'kûb ismi "yef'ûl"; Yûsuf ve Yûnus isimleri "yûf'ul" veznindendir. Bu vezinler ruhlar âlemine ait vezinler olup her biri bir nur ve ruh adamı olan peygamberlerin hakikatli hayatlarını ifade etmek için Allah tarafından verilmiş isimlerdir. Peygamberler bu fani dünyada baki ruhlar âlemiyle irtibattar ve o âleme ayna bir hayatı hakikatli yaşantılarıyla sergiliyorlardı. Maalesef bazı âlimler bu vezinler Arapça'da olmadığı için yakıştırma yöntemlerle mesela Yusuf kelimesinin kökü “esef” fiiline dayanırken bu kelimeyi “Yûsıf” şeklinde okuyup “tavsif edici” manasına gelir diyerek ismi tahrif etmişlerdir. Oysa Yûsuf, aşırı derecede eseflendirici, sürekli üzüntü verici ve hayıflandırıcı demektir. Dikkat edilirse Yusuf suresinde Hz. Yusuf’a (AS) şefkatiyle odaklanan babası Ya’kub (AS) da, şehvetiyle odaklanan Züleyha ve Mısır elit tabakasının kadınları da hep esefler içinde kalırlar, bir kısmı yıllarını ve bazıları ömürlerini esefle geçirirler. Hz. Ya’kub’un, Yusuf suresi 84. âyetteki “Yâ esefa alâ Yusuf” cümlesi Yusuf kelimesinin kökünü anlamada rehberlik etmektedir. Bu çerçevede Hz. Ya’kub’un (AS) hayatında “takip hakikati” ni oğlu Hz. Yusuf’un (AS) peşini ne olursa olsun bırakmamasında ve onu araştırmasında görebildiğimiz gibi ve Hz. Yunus’un (AS) hayatında da “ünsiyet hakikati” ni kavmine olan sevgisinden dolayı kavmine gazaplanması gibi hadiselerde okuyabiliyor ve görebiliyoruz. Bu şekilde bu isimlerin manalarını köklerinden çıkartıp tespit edebiliyoruz.

[9] Müslim, Mesâcid 135, (591); Tirmizî, Salât 224, (300); Ebû Dâvud, Salât 360 (1513); Nesâî, Sehv 80, (3, 68).]

[10] Bu hakiki ârif-i billahlardan birisi Bediüzzaman Said Nursi’dir ki şöyle der: “ Hem gayet kat'î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki, fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı bekà, Bâki-i Zülkemâlin bekàsına, varlığına iki cihetle bakarken, enâniyetin perde çekmesiyle mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı bekà, bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen Kemâl-i Mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekàyı vermiş. Ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve Zâtından başka hiçbir sebep iktiza etmeyen kemâl-i Zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken, sâbıkan beyan ettiğimiz ve herbirisine bir hayat ve bir bekà değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyevîye ve bekà feda edilmeye lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim.” (Şualar, 4. Şua, 1. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye) Başka bir eserinde de şöyle der: “ Ve madem Kemâl-i Mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü'l-Vücud, zât ve sıfât ve ef'âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir.” (Mektubat, 24. Mektub, 1. Makam, 2. Remiz)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum