
Erdem AKÇA
İlim ve Mertebeleri-2
İltizam: Hakka taraftarlık, bütün ruhu ile haktan yana olma, hakkın kendisi için olmazsa olmaz bir hal kazanmasıdır. Bu seviye hakka tutunma, onu kalbinde ve ruhunda aşk ve iştiyak ile saklama, gerekirse savaşını vermedir. Bu hakka taraftar, batıla düşman; hakka tabi ve batıldan çekingen tavır “Amel-i sâlih” ve “Takvâ” nın tarifi olup dinin “İslamiyet” kanadının ifadesidir. (Mektûbat, 9. Mektub, 4. Sual)
İtikad: Düğümleme, ilmin son seviyesine erme, ilmi kendine canlı bir düğüm olan ruh ve çekirdek yapma demektir. Bu seviye dinin “İhsan” seviyesi olup her an her mevzuda, musibet veya nimet, bela veya safa, lütuf ve kahır, her halükarda hakkın güneş yüzünü görmeye, müşahede seviyesine, daimi huzur ve mutlak şükür noktasına yükselmedir.
İlmin her seviyesi ve mertebesi kişiye bir halet verir. Yani ruh iklimi… Ruhta değişik duygular uyanır.
İtikad, salabet verir. Salabet, çelik gibi sağlam ve kemik gibi hayatî bir ruh hali doğurur. Artık ilim, o ruh için bir iskelet olur.
İltizam, taassub verir. Taassub, hakkın kişinin duygularına hatta sinirlerine, öfkesine ve nefretine boyun eğdirecek kadar ona işlemesi, onu esir almasıdır. Bu körü körüne bir bağnazlık değil zihnin ilim ve irfanı, kalbin aşk ve iştiyakından meydana gelen yüksek bir ruh halidir. Bu seviyede ilim o ruh için kan olur, damar olur, et olur, sinir olur, beden olur, hayat olur.
İz’an, imtisal verir. İmtisal, hakkı kendi hayat aynasında temsil etme, bunu bir karakter ve tabiat haline getirme demektir. İmtisal seviyesi, ilmin amele dönüştüğü, hayatı şekillendirdiği, ahlakın kişide belirmeye başladığı seviyedir. İmtisalin iz’an denilen imandan doğması gösterir ki, ilim duygulara işlemeden kişinin hayatına geçemez. Hırsızlık yapan polisler, içki içen doktorlar, yalan söyleyen hâkimler, namazsız müslümanlar hep iz’an eksikliğinin canlı şahitleridirler. Biliyorlar ama hissedemiyorlar, inanmıyorlar.
Tasdik, iltizam verir. İltizam, bu seviyede aklın, fikrin ve zihnin hakikate taraftar olması, onu merak ve heyecan ile zihninde sabitleştirmeye çalışmasıdır.
Taakkul, bîtaraflık verir. Bîtaraf ise tarafsız, tarafı belli olmayan demek. Zihin henüz bu seviyede fotoğraflar arasında dolaşır; makul ve mantıklı, tutarlı ve doğru olup olmadıkları arasında gelgitler yaşar.
Tasavvur, bîbehrelik verir. Bîbehre ise hiçbir pay almamış, ilim kendisine daha düzenli bir yıldız ışığı bile vermemiş kişidir. Bu seviye ilmin ışıtmaya başladığı en zayıf seviyedir.
Tahayyül, safsata verir. Safsata ise mantıkta, hakka ve hakikate hiç uymayan köksüz ve saçma fikirler ve anlayışlar için kullanılır. İhtimalin varlığı ile onun olmasını, dış dünyada yaşanmasını karıştırır. Mesela hayalde çizgi bazında 40 katlı bir apartman bir tel üzerinde yere sabitlenmiş çizilebilir. Fakat safsata tutar, bu şekilde bir bina dış dünyada da mümkündür, der.
Tefekkür, bir zihin yolculuğudur, kişiyi hakikat ve hakka doğru götürür. Lügat manasıyla tefekkür, bir kuşun toprağı kazıp içinde ceviz gibi bir gıda ve çekirdek bulmasına denilir. Küfür ise, çiftçinin toprağın içine tohumu ve çekirdeği saklaması gibi hakikati gaflet ve cahillik toprağı altına, “Çürüsün!” diye atmak ve örtmektir. Bu noktadan tefekküre devam eden kişi kâfir olamaz ve kâfir kalamaz. Üstad Bediüzzamanın tesbit ettiği üzere “Tefekkür enaniyete yol açan gafletin soğuk ve donuk yapısını eriten bir nurdur. Dikkat ve tedkik ise, karanlıklı ve kuru vehimleri ve kurguları yakan bir ateştir.”[1] Yani dikkatle düşünen bir zihin güneş gibi iş görür, ısıtır ve ışıtır. Tefekkür ve dikkat zihni, izan, iltizam ve itikad seviyelerine kadar götürür, hakka eriştirir. Zihnin, hakikate erişmesine “İlm-i Hakikat”, hakka ulaşmasına ise “İlm-i Hikmet” denilir. Hikmet, kasd, şuur, irade, ihtiyar, ilim sıfatlarını içerir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, Lisan) Bu yönden hakk, hakikati içerdiği gibi, hikmet de ilmi içerir.
Gerçek bir ilim kitabı hakk âlemi olan, hayal ve safsatadan uzak bulunan dış dünyayı evvel-âhir-zâhir-bâtını ile kuşatarak görüp bildiren; manalarını, sırlarını, hakikat ve hakk yönünü ifşa eden bir kitaptır. İşte Kur'an, haktan bahsediyor; olmuş-olan-olacak olanı anlatıyor; olabileceklerden bahsetmiyor. Aksi halde kalpte izan oluşmazdı; akıl yine karanlıklarda kalır, dolunayla yetinirdi. Kur'an’da geçen bütün “İnne” (Muhakkak ki); “Küllü” (Bütün) “Eynema” (Her neresi) gibi ifadeler küllî, ezelî ve ebedî, gerçekleşmiş ve yaşanmış meseleleri bildiriyor. Ta ki akılları ikna, kalpleri tatmin etsin. Mesela: " Küllü men aleyha fân”[2] (Arzın üzerinde bulunan bütün şuurlu ve benlik sahibi olanlar fânidirler, ölümlüdürler.) “İnne Rabbî alâ sırâtın müstakîm”[3] (Hud dedi ki: “Hakikaten Rabbim sırat-ı müstakim üzere, ifrat-tefritsiz bir şekilde icraatta bulunur.”) “Eynema tekûnü yudrikkumu’l-mevtu velev küntüm fî burûcin müşeyyedeh”[4] (Nerede olursanız olun, isterseniz iç içe kaleler, burçlar içinde de olsanız ölüm sizi bulur, size ulaşır.) Bu ayetler ve benzeri yüzlerce ayet ve binlerce hüküm tamamıyla varlık ve hayat aynasında külli birer kanun gibi asırlar, milyon yıllar boyunca cari olup akan nurları, İlahi fiilleri ve hakikatleri bildiriyor, gösteriyor ve okutturuyor. Göz ve aklı ikna ettiği gibi, kulak ve kalbi de, duyguları da tatmin ediyor.
Dış dünyayı bir güneşe benzetirsek, onun kalbe yansıyıp orada bir güneş cilvesi oluşturması, ısısı ve ışığıyla orada hissedilmesi dış dünyanın kişi için malum haline gelmesine yol açar. Bu yansıma kalbin batını olan fuad (gönül) latifesine gelir. Fuaddan, bu yansımanın ışığını zihne ve akla yansıtması ise, zihni bir dolunay gibi kılar. İdrak mekanizması bu şuur-altı ve şuur-üstü yapı arasında geçiş ve iletişim yoludur. İdrak, zihinde ve şuur-üstü boyutta olan bir fikrin ve ilmin sıfır altı seviye manasında şuur altına indirilmesi, ilmin hislere işlenmesidir.
İdrak, DRK kökünden gelir. Dereke ise, kuyu gibi düz zeminin aşağı doğru adım adım kazılmasıyla oluşan mesafe bölümlerine denilir. Eğer zihin kendini zorlayarak hislere fikrini kabul ettirmeye çalışırsa ya hislere karanlık bir dünya gösterecek veyahut da güneş gibi aydın bir dünya verecek. Dış dünyadan kopuk bir zihin, dış dünyaca tasdik edilmeyen bir fikir kişide, zifiri karanlık bir gece veyahut yıldızlarla parlayan bir gökyüzü gibi haliyle, itminan değil telaş, emniyet değil korku, teselli değil dehşet, sıcacık bir dünya değil vahşet uyandırıcı olur. Gönül ve zihin beraber çalışırsa, gönül güneşi aklı dolunay yapar kişi hakka uygun, berrak, temiz, sıcak bir âlemi yaşar. Bu mevzuyu izah sebebinde Üstad Bediüzzaman ilmin mertebeleri bahsi öncesinde şöyle söyler:
NÛR-U AKIL KALBDEN GELİR
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler
Ziya-yı kalbsiz olmaz, nur-u fikir münevver.
O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehil fışkırır:
Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.
Gözünde bir nehar var, lakin ebyaz ve muzlim.
İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver.
O içinde bulunmazsa, o şahmpare güz olmaz, sende bir şey göremez.
Basiretsiz basar da beş para etmez.
Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz.
Kalbsiz akıl olamaz.
Yani ilim, bir göz gibidir. Göz ise, insana dünyayı kazandıran bir yapıdır. Gözü göz yapan unsur onun beyazlığı değil gözbebeğidir. Gözün beyazlığının parlak ve nurlu görüntüsü aldatıcıdır, görme onunla sanılır. Oysa kâinatı ve nesneleri gösteren siyah renkli gözbebeğidir. Eğer bir fikir basar (görme) ve sem'e (işitmeye) dayanan malzemelere dayanıyorsa, basiret ile o mevzunun hakikatine ulaşamıyorsa o fikir yıldız ışığı gibidir. Basiret, hakikati gösterir; hidayet ise hakkı… Basiret o mevzunun değişmez, sâbit hakikatini bildirir. İşte dış dünya bir Kitab-ı Mübin’dir; hakkı apaçık okutur ve gösterir. Dış dünya, kalbe güneş gibi yansır. Kalb bir kitab-ı mübin parıltısını taşır. Vahiy de, Kitab-ı Mübin’den gelir. Bu noktadan vahiy değil yalnızca dış dünyanın görüntüsünü vermek bilakis anlattığı kıssa, yaşanmış vakaların dış ve içiyle hatta acısı ve lezzetiyle, hislerini bildirecek derecede canlı olarak tasvir eder. Mesela:
Velid bin Muğire isimli gayet zeki, sözü geçen ve önde gelen birinin Kur'an aleyhindeki tavrını şöyle anlatır: “Tek başına yarattığım o adamı bana bırak! Ben ona geniş ve uzun mal ve imkânlar verdim. Gözü önünde oğullar verdim. Her şeyi kendisinin ayakları altına döşeyip yaydım. Üstelik daha da artırmam için aç gözlülük ve istek içinde... Asla! Çünkü o hakikaten âyetlerimize karşı inad ediyor. Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Hakikaten o derince ve devamlı düşündü, ölçtü ve biçti. Canı çıkasıca, geberesice nasıl ölçtü ve biçti. Sonra kahrolası ve geberesice tekrar tekrar ölçtü, biçti. Sonra kalktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda sırtını döndü ve kibirlenmek istedi ve dedi: ‘Bu kelam, olsa olsa süregelen bir büyüdür, herkesi büyülüyor. Bunlar büyücü sözleridir, aldatıyor. Bu kelam olsa olsa ancak bir beşer sözüdür.’ Ben onu Sekar’a sokacağım ve dayatacağım. Sen Sekar’ı nasıl idrak edip bilebilirsin, ne onu gördün, ne işittin, ne de senin kalbine doğdu! O bir ateştir ki ne bırakır, ne de yakmaktan vazgeçer. Durmadan derileri kavurur.”[5]
Üslubun canlılığı, yaşanan manzarayı olduğu gibi gösteriyor; dış ve içyapısıyla… Bu yönüyle vahiy kalbden gelen ziya gibi hem nurlu, hem sıcak bir yapıdır. Kur'an ay ışığına “nur”; güneş ışığına ise “ziya” der. Ay ışığı, sıcak değildir; soğuk bir aydınlıktır. Ay ışığıyla bahar ve yaz değil, kış mevsimi olur ve gelir. Güneş ışığı ise, sıcak ve rengârenk yapısıyla değil buzlanmaya yol açmak var olan buzları eritip gecenin zifiri karanlığını götürür; her şeyi bütün özellikleriyle göstermekle cıvıl cıvıl ve rengârenk bir baharı getirir. “Allah’ım! Kuranı kalbimin baharı kıl!” sırrıyla güzellikler, hikmetler, sevgi ve merhamet dolu bir dünyanın varlığı fark edilir. Münevverlik iddia edenlerin soğuk, ruhsuz, buzlar gibi sert ve kesici dilleri, karanlıklı halleri ile kâmil, rüşde ermiş ilim erlerinin sıcak, canlı, yumuşak, tahammüllü ve okşayıcı dilleri, güneş gibi halleri gözler önünde bulunuyor.
Evet, kalb ve kalbin ziyası olan vahiy ve ilhamlar, akla hitap edip onu da aydınlatırken; aklın nuru kalbe tatmin, itminan, huzur veremez. Bunu verebilmesinin tek yolu, kalbin doğal bağlantısını, duyguların dış dünyayı sağlıklı algılamasını engellememektir. Dine tabi olmayan, vahye dayanmayan semavi Ku’ran sofrasından süt içip bal yemeyen bir akıl sahibinde ilmin mertebeleri 4. mertebede son bulur. Bu haliyle o kişi, fikren aydınlık ve hissen karanlık olacağı için kendisini zaman içinde yalnız, kimsesiz, anlaşılmamış, gariban, dostsuz, sayısız düşman gözüken şeyler ortasında bir âciz ve yetim olarak görüp hisseder. Bu acı halin verdiği hırçınlıkla her şeyi tenkide, hiçbir şeyi beğenmemeye, her şeye çirkin bakmaya, etrafına zarar vermeye başlar; yılan gibi diliyle herkesi sokar. Vahye dayanan ilim, hakkın sıcaklığı, hakikatin aydınlığı ile canlı, canlandırıcı; kirliyi temizleyen, hastayı iyileştiren, dağınığı toparlayan, gafili uyandıran, köre gösteren yapısıyla kâinattaki düzene, dengeye, ahenge, yapıya kişiyi adapte edip yapıcı, zararlıları budayıcı, şuurlu, merhamet ve şefkatli, zalime tokat, mazluma cennet gibi, adalet güneşi, hakkın ateşi, ilmin lambası şahıslar yetiştirir. Fıtrat ve âdetullah ile barışık bir hayatı temin ettiği için vahiy, bir Rûhu’l-Kudüs ve bir Rûhu’l-Emin ocağıdır; kudsileşen bir hayatı, nurlanmış ruhları üretir, çoğaltır.
[1] Mesnevi-i Nûriye, Habbe Risalesi Zeykü’z-Zeyl.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.