Dünyadaki en iyi bin üniversiteye Risale-i Nur ulaştırmalıyız-ÖZEL

Dünyadaki en iyi bin üniversiteye Risale-i Nur ulaştırmalıyız-ÖZEL

Uluslar Arası Sivil Toplum Kuruluşları Konseyi Genel Sekreteri Şemsettin Türkan'la yaptığımız röportajın ikinci ve son bölümü...

Nurettin Huyut'un Şemsettin Türkanla röportajı-II

RisaleHaber

Yurt dışı hizmetleriyle ilgili neler yapıyorsunuz?

Çok şeyler yapıyoruz, çok güzel şeyler oluyor. Kısaca bir kaçını size sıralayayım isterseniz. Mesela Birleşmiş Milletlerin Milenyum Konferansı 2000 yılında New York’da yapıldı. 106 ülkeden 1350 kişi katılmıştı. Biz de Türkiye’den gitmiştik, her gidişimizde valizimizin yarıdan çoğunu kitapla doldurur öyle gideriz. Bazen iki valizle gidiyoruz, biri kitapla dolu oluyor.

Sunumlar yapılırken zaman zaman ara veriliyor. Ara verildiğinde veya akşamları dinlenme saatlerinde bir kısım insanlarla tanışma imkânımız olur, kart alıp kart veririz. Biz bu saatleri fırsat bilerek hizmet etmeye çalışıyoruz. Tanıştığımız o insanlara uygun durumları gözeterek kitaplar veriyoruz.

Birleşmiş Milletlerin Milenyum konferansında bir hafta kalmıştık. Orada boş bir saatte kütüphanesine gittim. Yetkililerden dini eserlerin listesini istedim. Orada bir bayan benim bu isteğimi hemen karşıladı, bilgisayara girdi ve bu listeyi bana takdim etti. Baktım, koca kütüphanede sadece 140 İslami eser varmış meğer. Bunların da üçte biri Farsça, üçte bire yakın kısmı Arapça diğer kalan kısmı da İngilizce ama İngilizce olanlar hep eski kitaplar. İmam-ı Gazalinin, Hasan El Benna’nın, Seyyit Kutup’un kitapları… Kütüphanenin içinde Risale-i Nur Külliyatı yok.

Görevliye yaklaşarak “Buraya kitap armağan etmek istiyorum” deyince oradaki yetkili bu konuda yetkisinin olmadığını” ifade etti ve “kütüphane müdiresine sizi götürelim” dedi. Kütüphane müdiresi Rus bir bayan idi. Teklifimiz için dedi ki, “Biz her kitabı almıyoruz, bizim bir komisyonumuz var; o komisyon kitapları inceler ondan sonra karar veririz” Ben de “peki” dedim. Kendilerine bir adet büyük boy, bir de küçük boy İngilizce Külliyat bıraktım.

Bana “Yarın gel” demişlerdi. Ben iki gün sonra gittim. Koridorda beni gören bayan hemen tanıdı ve bana sevinçle gelerek “Sizin kitapları inceledik, çok güzel kitaplar, bu kitaplara ihtiyacımız var, kütüphanemize alıyoruz” dedi. Ve kütüphanenin kayıtlarına geçtiler.

Teklifimdir: İlk etapta dünya üniversiteleri içinden en iyi bin üniversitenin kütüphanesine birer külliyat hediye edelim

Şimdi bu gibi hizmetler kalıcı hizmetlerdir. Ben oradan ayrılsam da o kitaplar orada hizmet etmeye devam edecek. O nedenle bende bir fikir uyandı. Hatta bazı gönüllü kuruluşlara da teklif ettim ama henüz netice alamadım, teklifim de her zaman geçerlidir.
O da şudur;

Dünyada bulunan tüm üniversiteler içinden seçip en iyi 1000 üniversitenin kütüphanesine birer külliyat hediye etmek. 

Dünya çapında belli başlı televizyon programcılarına, basın kuruluşlarının yöneticilerine, en önemli tanınmış yazarlara, hatiplere, birer takım göndermek.

Tüm ülkelerin elçiliklerine mutlaka kitap ve CD göndermek.

Yani, özetle; Risale-i Nur Külliyatının mesajını bütün dünyaya anlatmamız için bu yerleri birer basamak olarak kullanabiliriz.

İslam dünyasında İslam’a hizmet etmek isteyenler sadece iki tarz hizmeti biliyorlar. Biri, siyasetle dine hizmet, diğeri silahlı mücadele ile hizmet tarzı. Bu iki tarz da zarar veriyor, problem üretiyor, itici oluyor. Faydadan çok zarar veriyor. Hâlbuki Risale-i Nur’un tarzı iman kurtarma tarzında gittiğinden, yani ferden ferda insanların imanını kurtarmak ve kuvvetlendirmek tarzında gittiğinden daha kalıcı oluyor, daha etkili oluyor ve pürüzsüz oluyor. Bu tarzı maalesef İslam dünyası bilmiyor, onlara bu tarz hizmeti anlatmak ve göstermek gerekiyor.

Bu anlatmış olduğunuz mesajı, yani iman hakikatlerini diğer ülke insanlarına nasıl ulaştırıyorsunuz? Yaşadıklarınızdan birkaç örnek verebilir misiniz?

Amerika’daki eyalet hapishanelerinin yöneticileri; oradaki İslami merkezlere, kiliselere, Budist merkezlerine yazı yazarak mahkûmlara hitap edecek gönüllü insanlar gönderilmesini istiyorlar. Bu bağlamda, İslami merkezler, camiler oralara hatip gönderiyor. Ama gönderilenlerin sayısı talebi karşılamada yetersiz kalıyor.

Mesela, bizim gittiğimiz Mizuri Eyaletinde 17 tane hapishane vardı. Her birinde 1000’in üzerinde mahkûm olan bu hapishanelerle ilgilenen sadece iki imam vardı. Her hafta birine Cuma namazı kıldırmaya gitseler her hapishaneye 9 haftada bir sıra geliyor, o kadar yetersiz.

Siz oraya nasıl gittiniz. Kendiniz mi müracaat ettiniz? Yoksa birileri mi sizi davet etti?


Ben kendim müracaat ettim. İslam Merkezine müracaatta bulundum. “Böyle bir hizmette ben de yardımcı olmak istiyorum, hatip olarak hapishanelerde konuşmak istiyorum” dedim.  Onlarda beni kaydedip ismimi bildirdiler ve beni çağırdılar. En son Kolombiya’ya bir saat mesafedeki Mizuri’deki Ceffersin City Hapishanesinde, 1200 civarında mahkum vardı. Bunlardan 100’e yakını da Müslüman olmuş. O eyaletteki hapishanelerden sorumlu imam Tedar Vazir isimli Afrika kökenli bir Müslüman İmam dert yandı “kardeşim” dedi, “17 hapishaneden sorumluyum her birine 17 haftada bir sıra geliyor, Cuma kıldırmak için, yetişemiyoruz, ciddi anlamda ihtiyaç var”

İşte bir kurban bayramı sonrası dediğimiz o hapishaneye gittik. Onlara helal etten yapılmış yemekler götürmüştük, iki saat onlara hitap ettik. Ramazan İktisat Şükür Risalesinden ders yaptık. Kitaplardan onlara da verdik. Birçok soru sordular, cevaplandırdık. Hatta 10–11 kişi son bir iki hafta içerisinde Müslüman olmuştu. Onlara tek tek ezan okuttular. Mikrofonla sesli olarak onların adetlerindenmiş. Tabii onların okuduğu o ezanları anlamak da çok zordu.

Suallerine cevap verdikten sonra ben de onlara bir sual sordum. Dedim ki, “Neden hepiniz burada Müslümanlığı seçtiniz, dışarıda neden Müslüman olmadınız da buraya gelince oldunuz.” Onların lideri Brader Muhammed vardı, iri yarı dev gibi bir adam, meğer eski gangstermiş. “Birader” dedi “biz dışarıda çok meşguldük, mesela şu arkadaşımız eroin satıyordu, şu arkadaşımız habire hırsızlık yapıyordu elinden kimse kurtulmazdı. Bu arkadaşımız adam öldürüyordu, adam şişliyordu. İşimiz çoktu, geldik buraya iş yok güç yok canımız sıkılıyordu, elimize Kur’an verdiler Holi Kuran diye okuduk baktık içerisinde güzel şeyler var. Siyah beyaz arasında ayrılık yokmuş, camilerde zenginle fakir yan yana oturuyormuş, çok hoşumuza gitti Müslüman olduk. Ama başımıza ciddi problem oldu.” “Hayrola” dedim “ne oldu?” Dedi ki, “Hepimiz birbirimizden cahiliz, hiç kimse kimseye bir şey anlatamıyor, herkes yeni tanımış, kim kime ne anlatsın ki? O nedenle bize iki hususta yardımcı olmanızı istiyoruz. Bir, İngilizce İslam’ı bilen birini gönderin bize İslam’ı anlatsın. İki, İngilizce İslami eserler gönderin.”

Orada şöyle bir olayla daha karşılaştım. Amerika’nın eski tanınmış zenci liderlerinden, eski gangsterlerinden, Müslüman olmuş ve ismini İmam Cemil el Emin diye değiştirmiş. Kur’anı öğrenmiş, Arapça öğrenmeye başlamış, cübbe sarık derken, hapisten çıktıktan sonra Amerika çapında bir vakıf kurmuş ve ekibi ile beraber tüm eyaletlerde teşkilatlanmış. Hapishanelerde zencilere İslami tebliğ çalışmaları yapıyorlar. Onunla tanışma imkanım oldu. Ona Lem’alar’ın İngilizcesini hediye etmiştim. Bir konferans münasebetiyle görüşmüştüm.

Ona: “Size kitap göndersem dağıtır mısınız?” Dedim. Kalktı beni kucakladı. Dedi ki, “Böyle bir şeye hava gibi su gibi ihtiyacımız var. Yeter ki siz gönderin kaç kitap, kaç bin kitap gönderirseniz gönderin biz dağıtırız.”

Onlar basıp dağıtma şeklinde bir imkana sahip değiller mi?

Onların imkânları var da yetersiz kalıyor. Biz geldikten sonra kendi çapımızda bir kampanya açtık. 2-3 bin kitap göndermiştim ama orada hapishanelerde Müslüman sayısı çok fazla, şu anda 400 bini geçmiş durumda.

Genelde zenciler mi Müslüman oluyor?

Evet, çünkü mağdur olmuşlar, zulme uğramışlar, cahil kalmışlar, işsiz kalmışlar. Böyle olunca da uyuşturucu çetelerinin eline düşmüşler. Cehalet ve fakirlik onları suça mahkum etmiş, böyle ciddi bir handikap var orada.

O nedenle bugün o hapishanelerde ciddi bir hizmet yapmak lazım. Hepsine olmasa da en büyüklerine veya Müslümanların kalabalık olduğu hapishanelere mutlaka Külliyatın gönderilmesi lazımdır. Doğru İslamiyet’in onlara anlatılması gerekir ki, onlar yanlışa düşmesinler, İslam’ı yaşayacağım zannıyla batıl bir anlayışa kaymasınlar. Ve oluşmuş önyargılardan da kurtulsunlar. Bunun yolu budur, oralara sahip çıkmakla bu mümkün olur.


Biraz da İslam dünyasındaki faaliyetlerden bahseder misiniz?

Önceki gün Fas’tan geldim. Fas’a dört günlüğüne gitmiştim. İslam Dünyası Gönüllü Kuruluşlar Birliğinin Konsey toplantısı vardı. Bu altıncı toplantıydı. Biz daha önce bu konseyin kurulmasına epey emek verdik. On sene vaktimizi bu işe ayırdık. Habitat-II ile başlayan daha sonra İslam Dünyası STK’lar birliği olarak devam eden bir oluşum. Üç yıl önce kuruluşunu tamamladı. Onun altıncı toplantısına gittik.

Orada Bangladeş’ten gelen bir arkadaşımız vardı, Reşadüzzaman diye iyi bir dostumuzdur. Türkiye’ye de geldi daha önce, misafir ettik ağırladık. Ondan Bangladeş’teki durumu dinleme imkânımız oldu. Çok vahim gelişmeler var Güney Asya’da. Sınır Muhafızları ile askerler arasında çatışmalar çıkmış, 70 tane subayı katletmişler. Kendi aralarında böyle çatışmalar çıkıyor. Pakistan’da hakeza ciddi çalkantılar var. İşte o arkadaş “Abi” dedi “Risale-i Nur tarzını bilmiyor bizim bölgemiz. O tarz hizmetler olmadığı sürece bizim bu ciddi sıkıntılarımız hiç dinmeyecek. Çok acilen Risale-i Nur tarzı hizmetlere ihtiyaç var”. Diye serzenişte bulunmuştu.

Oralarda Risale-i Nur hiç mi bilinmiyor? Geçenlerde RisaleHaber’de yayınlanmıştı. “Mısır’dan sonra şimdi Arabistan’da da Risale-i Nurlar Arapça basılmaya başlandı” diye. Oralardan çok güzel haberler alıyoruz. Oysa siz farklı anlatıyorsunuz... 

Haklısınız, ciddi bir uyanış var, ben fevkalade ümitvarım. Ciddi anlamda hizmetler inkişaf ediyor. İslam dünyası da uyanışa geçmiş bulunuyor. Biz, bize düşen vazifeyi yerine getirirsek İslam dünyası uyanacak ve ayağa kalkacak. Ben buna ciddi anlamda, içtenlikle inanıyorum.

Mesela daha bir buçuk ay önce İran’a gitmek mümkün oldu. Orada İslam Dünyası Gençler Birliğinin Kongresi vardı. Türkiye’den kimse gitmiyor. Bizi çağırdılar kendi kuruluşumuz adına gittik. Orada açılış ve kapanışta bizi konuşturdular. Üç televizyon bizimle program yaptı. İki basın ajansı, iki radyo program yaptı, adeta sıraya girdiler. Türkiye’den giden bir kişiye özel muamele ediyorlar, özel ilgi ve alaka gösteriyorlar.

Orada gelen delegelere Farsçaya çevrilmiş Risale-i Nurlardan götürüp hediye ettik. Uluslararası toplantılarda İngilizce ortak dil olduğu için bir sıkıntı olmuyor. Herkes İngilizceyi biliyor.

Mesela, tam geleceğimiz akşam orada Nijerya’lı bir delikanlı ile tanıştık. Ona iki tane kitap hediye ettik. İki saat kadar Risale-i Nur hizmetlerini anlattık. Havalara uçtu “Bediüzzaman’ı duymuştuk ama bu faaliyetleri ve hizmet tarzını bilmiyorduk.” dedi. “Bana bu külliyatın tümünü gönderin ne olur?” diye yalvarıyordu. 

Yine geçen sene bir başka olay daha yaşamıştık bu anlamda. Libya’ya bir toplantı vesilesi ile gitmiştik. Akşam otelde bir odayı İspanyol bir Müslüman’la paylaştık. Yusuf Fernandez diye bir kardeşimiz. Ben kendisine eserlerden verdim. Aldı baktı “duymuştum ama bu eserleri okumamıştım.” dedi. Ve “Ben bunları tercüme etmek istiyorum” dedi. O gece iki üç saate yakın konuştuk. 24.00 oldu ben yattım. Sabaha karşı 05.30 civarında telefon çaldı, bizi uyarmaları için resepsiyona bilgi vermiştik. Kalktım baktım bizim Yusuf bilgisayarın başında bir şeyler yazıyor.

“Hayırdır ne yapıyorsun?” dedim. Dedi ki, “Ben hiç uyumadım Meyve Risalesini tercüme ediyorum.” Meğer hiç uyumamış. İngilizceden İspanyolcaya tercüme ediyormuş. Geçenlerde bana e-mail göndermiş “Tercümeyi bitirdim, ne yapmamı tavsiye ediyorsun” diye. Bana mesaj göndermiş “Sıraya hangisini alayım, hangisine başlayayım” diye soruyor. Türkiye’ye gelmek istiyor, Türkçeyi öğrenmek istiyor. Daha iyi anlamak için. Buna benze o kadar çok hadise var ki, deniz gibi sanki.

Sizin gibi hizmet etmek isteyenlere ne tavsiye edersiniz?

1996 yılında Birleşmiş Milletlerin düzenlediği Habitat-II İnsan Yerleşimleri toplantısında önemli bir değişiklik oldu. Bu toplantıya 16 bin kişi gelmişti. 171 devletten katılım vardı. Orada önemli bir karar alındı. O karar şuydu. “Birleşmiş Milletlerin önderliğinde yapılan Uluslar arası toplantılara, gönüllü kuruluşların tümü, vakıflar, dernekler, sivil toplum kuruluşları, cemaatler katılabilecekler, orda stant açabilecekler, yazılı, sözlü, kendi görüşlerini orada sunabilecekler.”

Bu karardan sonra kapı açılmış oldu. Ayrıca, bir karar daha alındı. “Uluslar arası toplantılarda alınan kararlar hükümet tarafından hayata geçirilir.” diye.

Mesela Rio Sözleşmesi diye herkesin bildiği Çevre Konferansında 1992 de alınan kararlar. Pekinde kadın konferansı, Kahire’de nüfus konferansı yapıldı. Seul’de 1999 yılında Dünya Sivil Toplum Kuruluşları toplantısı yapıldı, yedi bin kişi gelmişti o toplantıya. Türkiye’den sadece dört kişi gitmişti. Dünya bir köy haline gelmiş artık, her şey bu toplantılarda görüşülüyor, kararlaştırılıyor ve hayata geçiriliyor. Yani, Müslümanlar henüz bu toplantıların önemini anlayamamışlar, lüzumuna inanmamışlar.

Seul’da Müslüman delegelerle toplantı yaptık, ben organize ettim toplan 16 kişi vardı. Tüm İslam dünyasından bu kadar insan gelmişti. Oysa diğer ülkelerden yedi bin kişi katılmıştı. Bir yıl sonra Milenyuma ise 30 kişi gelmişti.

Yine Güney Afrika’da yapılan Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı 2002 de yapıldı. Kırk iki bin kişi geldi oraya. Orada alınan kararlar hükümetlere empoze ediliyor ve o kararlar doğrultusunda kanun çıkarmaları isteniyor. Mesela Kiyo Protokolünü Türkiye yeni imzaladı. İmzalamıyordu, uzun seneler direndi ama sonunda imzaladı. Sonuçta bu dünya çapında yapılan toplantılarda alınan kararlar, imzalanmak zorunda kalınıyor. Çünkü dünya herkesin. Çevre kirliliği, ozon tabakasının delinmesi gibi hadiseler karşısında “bana ne” diyemezsin. İnsan, aile, çevre, uyuşturucu, silahsızlanma, terör, gibi çok değişik alanlarda konferanslar yapılıyor.

İşte bu toplantılara hizmet kuruluşlarımızın tebliğci, gözlemci, katılımcı sıfatları ile delege göndermesi ve oralarda stant açması farklı dillerde eserler sergilemesi ve enteraktif olarak insanlarla diyaloga geçmesi gerekiyor. Böylece oluşan yanlış anlayışların kırılması için temas kurulabilecek bir zemin ortaya çıkmış oluyor.

Mesela, Fas’a gittik geldik orada 15 ülkeye eserlerimiz dağılmış oldu. Bu imkanı başka hangi şartlar bize sunabilir?

Bu sizin gittiğiniz toplantı, Fas’ta yapılan Bediüzzaman Sempozyumundan farklı bir toplantı mı?

Şöyle ifade edeyim: İstanbul İlim Kültür Vakfı’nın veya Risale-i Nur Araştırma Vakfı’nın yaptığı sempozyumlar gayet güzel. Akademik çalışmalar yapılıyor, tebliğler sunuluyor ve bu tebliğler kitap haline getiriliyor. Biz de bu çalışmalara katılıyoruz ve tebliğ sunuyoruz. Bunlar çok iyi hizmetler, bunlar yapılmalı.

Ama bunlar efor isteyen, meşakkat isteyen, masraf isteyen çalışmalar. Bu çalışmalar devam ediyorken, bir taraftan da çok az masraflarla, hatta nerdeyse masrafsız denecek kadar az bir masrafla, çok cüz’i rakamlarla bizi tanımayan dünyaya ulaştırma imkanımız var. Bizim dışımızda yapılan bizim organize etmediğimiz konferanslar bunlar. Bunlara mutlaka iki-üç delege göndermemiz lazım.

Mesela Çevre Konferansı veya Sürdürülebilir Kalkınma Konferansına kırk iki bin kişi geldi. Bir kişinin gidip gelmesi 1000-1500 dolar, uçak ve kalacak yer dahil. Ama orada 200 insana Risale-i Nur verdik. Kofi Annan’a kitap verdik. Chak Chrak’a kitap verdim ben orada. Cezayir Orman ve Çevre Bakanına kitap verdim. Yedi bakana kitap verdim orada.

Şimdi bu yedi bakana kitap vermeniz için yedi kişi görevlendireceksiniz ve her birine en az oraya gidiş geliş kadar masraf yapacaksınız verip veremeyeceğiniz de meçhul. Halbuki, bu insanlar zaten oraya gelmiş, orada bu insanlara bu kitapları vermek çok kolay ve çok basit.

Yani çok düşük maliyetlerle bu hizmeti bizim bütün dünyaya ulaştırmamız gerekiyor. Böyle bir imkan da var. Bütün hizmet kuruluşlarına buradan çağrıda bulunuyorum, bu toplantıları takip etsinler ve o toplantılara delege göndersinler.

Oralara delege olarak gitmek isteyenlere neler tavsiye edersiniz?

Önce mutlaka bir dil bilmeli. Dil olmayınca orada her şey bitiyor,hiçbir şey yapamıyorsunuz. Batılılar için İngilizce yeterli oluyor, diğer dilleri bilmenize gerek yok. Hemen hemen tüm batı dünyasıyla İngilizce ile diyalog kurabiliyorsunuz.

Doğu için de Arapça, Rusça, Çince, Farsça dillerinden en az birini bilmeniz gerekiyor k, iletişim kurabilesiniz. Bu durumda gençlerimize mutlaka bir doğu bir de batı dillerinden birini öğretmemiz gerekiyor.

Hizmet kurumlarımız, sivil toplum kuruluşlarımız, mutlak bir dış hizmetler birimi oluşturmalıdırlar. Mutlaka kısa, orta, uzun vadeli bir plan yapmalılar. Mutlaka dış hizmetlerle ilgili olarak bir bütçe ayırmalılar. Sürekli işi bu olan bir veya birkaç eleman görevlendirmeliler. Uluslar arası toplantılar izlenmeli. Takip eden birimleri olmalı. Bu konuda isteyen her kuruluşa seve seve ücretsiz danışmanlık verebilirim. Kim ne isterse yardımcı oluruz.

Yani yapılacak çok şey var. Son olarak Endonezya’dan bir örnek vererek kapatalım. Endonezya’ya İhsan Kasım Es Salihi abi ile gittik. Oradaki Palembag Üniversitesi ve Sürebaya Üniversitesi ikişer günlük sempozyum yaptılar. “Muhammed Nasır ve Bediüzzaman Said Nursi’ye Göre Modernite Kavramı” konulu bir sempozyumdu. Birisinde yüze yakın diğerinde iki yüze yakın akademisyen, üniversite hocası doktora mastır öğrencisi bizi dinlediler. Sürebaya’da iki gün sürdü 250 kişi katılımcı vardı. Yüze yakın sual soruldu. İhsan Abi Arapça, biz İngilizce olarak dilimizin döndüğünce Bediüzzaman’ın tarzını İman Kur’an hizmet tarzını onlara aktarmaya çalıştık. Çok büyük ilgi ve alaka gördük. Defalarca gözlerimiz doldu, orada oluşan tablodan dolayı kendimizi tutamadık. “Siz nerdesiniz? Bediüzzaman size ait olamaz? Niye geç kaldınız? Bu eserleri daha önce bize neden getirmediniz?” diye serzenişte bulundular.

Biz daha oradayken bir evi tahsis ettiler. Dershane olarak tanzim ettiler. Şimdi orada hizmet yapıyorlar. O nedenle dediğim gibi yapılması gereken çok şey var ve biz bu noktada tembellik yapmaya hakkımız yok diye düşünüyorum. Dert yanmaya, şikayete, dedikoduya gerek yok. Aşkla şevkle hizmete devam etmeliyiz. Kim hizmette varsa diyalog içerisinde olmalıyız. Herkese bu konuda ihtiyaç var.

Röportajın birinci bölümü: Dünyanın aradığı alternatif mesaj Risale-i Nur