Deprem mi? Mahlukatın nefreti mi?

Bu yazdıklarım sadece beni bağlar.

Hiç kimse üstüne almasın.

Hele acı içinde kıvrılan depremzedeler hiç almasın.

Çünkü ben de bir depremzedeyim ve depremzedeler çok hassas oluyorlar.

Yani kimse benim gibi hissetmek zorunda değildir.

Normalde o anı hiç yazmak istemedim amma bazı saikler beni mecbur ediyor.

Evet o anı büyük bir hızla unutmak için benliğimden ve hayallerimden kendimi tecrit ettim.

Yolda yürürken, namaza dururken, yatağa uzanırken beynimi hep boşaltmaya çalıştım.

Boş gözlerle etrafa baktım.

Ama ne mümkün...

Lakin şu gerçeği de belirtmem lazım ki uzun zamandır (en az beş seneden beridir) böyle bir felaketi hissediyordum.

Zaman zaman Çelikhan’daki evimde kendimce provalar yapar nasıl evden çıkacağımın hesabını yapardım.

Özellikle kışın soğuk günlerinde bazen bir vesileyle hatırıma geldiğinde, gece yatağa uzandığımda kendimi kurbanlık bir koyuna benzetirdim.

Sadece bilim insanlarının uyarılarından dolayı mı?

Hayır.

Hal-i aleme bakıp, kendimi de hesaba katıp düştüğümüz günah çukurundan dolayı.

Bilim insanları faylarda enerjinin biriktiğini söylüyorlardı, lakin bu enerji nasıl bir enerji? Bin yıllardır var olan bu faylarda neden son zamanlarda hareketlilik başlamıştı.

Madde aleminin mana alemiyle her zaman bağlantısı olduğuna bütün benliğimle inanırım.

İnsanoğlunun amellerinin Cennet ve Cehennemi şekillendirdiğini nass-ı hadisle biliyorum.

“Demek beşer bir taraftan arzın şifası için bir ilaç iken, diğer taraftan ölümünü intac eden bir zehirdir. Mütemmerit bir fasıkın fıskı, arzın muvazene-i maneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.” (Bediüzzaman Said Nursi)

Mü’minlerin tahiyyelerinin, ibadetlerinin, zikirlerinin arş-ı alaya, sıdreti müntehaya doğru yükseldiğini biliyorum.

Peki ya mü’minler olarak günahlarımız... Ya çirkinliklerimiz...

Manevi atmosferleri kirleten amellerimiz...

Ne malum ki bunlar yer altında depolanmıyor.

Kafirlerin büyük günahları başka bir alanda saklanıp mahşer gününde hesabı sorulacaktır, (büyük suçların büyük mahkemede yargılanması gibi) lakin mü’minlerin günahlarının hesabını Rabbim rahmeti ve hikmeti gereği bu dünyada soracaktır. (Zira bu ümmete; "Ümmet-i Merhume” deniliyor.)

Öyle ise bu fayları günahlarımız mı strese sokuyor?

Diğer tarafta Allah’ın huzuruna çıkan güzelliklerle yerin dibine giren kötülüklerde bir dengesizlik olur da, şerler çoğalırsa, Allah’ın izzet, azamet ve ceberrutiyeti kahhar ismini devreye sokamaz mı?

Ve kafamda daha nice deli sorularla yaşayıp gidiyordum.

Ve işte o gece...

Ve o an...

Anlatmak mümkün değil unutmak istiyorum.

Sadece şunu düşündüğümü hatırlıyorum.

“İnşaallah kolay bir ölüm olur.”

Lakin öldürmedi...

Tüm ailecek dışardaydık.

Annem, kardeşlerim, çoluk çocuklarım ve komşularım...

Yer durmuyor, gök durmuyor, soğuk bir rüzgar durmuyor.

Geceliklerle ve çıplak ayaklarla karların içindeyiz.

Yer altında korkunç gürültüler...

Annem yaşlılığın getirdiği mecalsizlik ve korkuyla ayakta duramıyordu.

Karların içinde oturunca araba aklıma geldi.

Hemen arabaya bindik.

Sekiz kişiydik.

Sokak arasında duramazdık.

Zira sürekli sallanıyorduk.

Etraftaki tüm evler birer canavara dönmüştü.

Petrol istasyonlarının bulunduğu alan biraz genişçedir, oraya gittik.

Kar bütün şiddetiyle yağıyor, yer ha bire sallanıyor.

Saatler içinde yüzlerce artçı olmuş içlerinden 36 tanesi 6.5'un üstündeydi.

İstasyonların jeneratörleri olduğu için tv açıktı. Arada bir gidip izliyordum.

Uzmanlar “bölgeyi terkedin" diyor, lakin nasıl terkedeceğiz ki...

Ve nereye gidecektik ki?

Adıyaman’a mı?

Yerle bir olmuş.

Malatya’ya mi?

Harabeye dönmüş.

Zaten üç anayolumuz var, üçü de kapalı...

Birisinde dere çökmüş, birisinde köprüler düşmüş birisinde ise hem kar, hem dağ yolu tıkamış.

Kaçacak yer yok.

Allah’ın Celal’i isimlerinin tecellilerini bütün dehşeti ile yaşıyorduk.

Sığınacak yer yok...

Gazap ve kahr-ı İlahi bütün azameti ile ruhlarımızı sıkıyordu.

Mahlukatın öfkesi, mevcudatın nefreti ile karşı karşıya idik.

İnsanların gözlerinde korku, hareketlerinde telaş hüküm sürüyordu.

Ve belki de yaşadığımız felaketten daha da büyük felaket, kapıldığımız ümitsizlikti.

Sonumuz ne olacaktı.

Adıyaman’dan ölü haberleri alıyorduk.

Ailecek insanlar gitmişti.

Bir ara onlara gönlüm düşmüştü.

Hepsi ailecek öbür taraftaydı.

Manevi şehittiler.

Olan geride kalanlara olacaktı.

Derken ikinci büyük deprem.

Aslında ikinci, üçüncü demek o günün karşılığı değildi.

O günün karşılığı: Deprem fırtınasıydı.

Yahut kıyametin minicik bir kopyasıydı.

Gökyüzü öfkesini üstümüze boşaltırken, yer bizi yutmak istiyor, dağlar üstümüze yürüyordu.

Araba sürekli çalışıyor, içerisini ısıtıyordu. Petrol istasyonlarında yakıt bitmişti. Arabadaki yakıt bizi ne kadar idare edecek ti ki...

Akşama doğru biraderim yanıma gelip kız kardeşimizin evinin yukarısında çadır kurduklarını söyleyip oraya gitmemizi söyledi.

Bir kaç saat uğraştan sonra çadır oturulur hale gelmişti.

Ama 15 metrekarelik bir alana 25 kişi sıkışmıştık.

Yine de en azında ateş yakmış, evvelki akşamdan kalan hamurla soba boruları üstünde ekmek pişirmiş, herbirimize çeyrek ekmek düşmüştü.

Dışarda durmayan bir kar, eksinin altında bıçak gibi bir soğuk ve ardı arkası kesilmeyen artçılar...

Bir süre sonra millet baygın bir şekilde uyumaya başlamıştı.

Sabaha kadar ateşi yakmak gerekiyordu yoksa donma tehlikesi baş gösterebilirdi.

Sobanın yanında oturup o gün akşama kadar ıslak olan ayaklarımı ısıtıp kurutmaya çalışırken iç alemimle baş başa kalmıştım.

Ve gizli gizli bütün zerrelerimle ağlamaya başladım.

Deprem korkusu ve ölüm korkusundan dolayı değildi ağlamam.

Rabbimden yediğim tokattan dolayıydı ağlayışım.

Kendimi seyidinden azar işitip evinden kovulan bir köle gibi, daha doğrusu sahibinden tekme tokat evden uzaklaştırılmış bir köpek gibi hissediyordum.

Sahip olduğum nimetlerin kıymetini bilmemiş, sorumluluklarını yerine getirmemiş, şükrünü eda etmemiş, çağın zırvalarına bir farkındalık içinde kapılmış biriydim.

Kaç dakika ağladığımı hatırlamıyorum.

Sadece ağladıkça hafiflediğimi biliyorum.

O anda büyük bir artçı deprem olunca kız kardeşim korkuyla başını kaldırıp oturdu.

O da korkudan ağlıyordu.

Onu teskin etmem lazımdı

Yanıma oturmasını söyledim.

Ve telefondan Birinci Lem’ayı açıp kısık bir sesle okudum. Okudukça ben de ferahlıyordum.

Zira aynı Hz. Yunus’un (as) pozisyonundaydık.

Onun denizi bizim arzımızdı, büyük dalgalar bizim depremlerimizdi, onu balık yutmuştu bizi ise korku yutmuştu. Ona yağmur yağıyordu bize ise kar yağıyordu.

O “sırrı ehadiyeti Nur-u tevhid içinde“ keşfetmişti.

Ve onu keşfettiği içindir ki harika bir şekilde sahil-i selamete çakmıştı.

Kardeşim sordu:

“Nedir bu sır?”

O an Hz. Yunus'u (as) düşündüm.

O bir peygamberdi.

Onunla Rabbi arasında mesafe yoktur.

Sırr-ı Kurbiyet vardır.

O denizin de, balığın da, fırtınanın da, gecenin ve bilumum her şeyin sahibi Allah olduğunu her şeyin dizginlerinin onun elinde olduğunu hakkelyakin derecesinde görmüştü.

O zaman niçin orda olduğunu anlamalıydı.

“Ben ne suç işledim ki?” demedi.

“Bu mevcudat neden bana düşman olmuş ki?” demedi.

Hemen Allah’ı tenzih etti.

Çünkü onu oraya düşüren fiilleriydi.

O meyletmiş Allah da yaratmıştı.

Öyle ise suçlu kendisiydi. O kendi nefsine zulmetmişti. Bu zülmün sonu ise burasıdır.

Bu düşüncelerim doğru mu değil mi bilmiyorum. Sonuçta bir empati kuruyordum. Kurduğum empati büyük bir Peygamberin empatisiydi.

İsabet eder mi etmez mi bilmiyorum.

En iyisi fazla derine inmeden bir cevap vermeliydim.

Dedim ki:

“Hz. Yunus (as), her şeyin Allah’a ait olduğunu bildiği gibi, her şeyin bizzat tek tek Allah’ın iradesi altında hareket ettiğini de gördü.

O gördü ki, gece de, deniz de, balık da yani onun aleyhine işleyen her şey Allah’ın kontrolündedir.

Onu orada ancak her şeye hükmü geçen birisi kurtarabilir.

Lakin öyle bir dua etmeliydi ki anında kabul görmesi lazımdı.

Belki de kurtulma amacıyla o duayı söylememeliydi.

Sadece rızayı ilahiyeye mazhar olacak bir dua, belki de uhrevi amaç için söylenecek bir dua gerekiyordu.

O da, “LAİLAHE İLLA ENTE SUBHANEKE İNNİ KUNTU MİNEZZALİMİN” dedi.

Ve o dua öyle harika bir şekilde kabul gördü ki; bir anda her şey değişti.

O zaman biz de aynı duygularla aynı duayı söylemeliyiz.

O duyguyu tam hissetmesek de, Hz. Yunus'u (as) kendimize şefaatçı yapıp, hazinene, müştakane ve ızdırar derecesinde söylemeliyiz.

Bizi ondan başka hiç bir şey kurtaramaz.

Hem ondan başka sığınacak hiç kimse de yok.

Öyle ise sabaha kadar bu duayı okuyalım...”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
18 Yorum