Birbiri ile boğuşanlar müsbet hareket edemezler

Meselelerimizi basın aracılığı ile tartışmak öteden beri takip ettiğimiz usule aykırı. Ne varki geçen hafta yazdığım değerlendirmeler üzerine yapılan yorumlar ana esasları ile bazı cevapları vermemi zorunlu kıldı. Esas itibariyle geçen hafta bu köşede okuduğunuz  yazının akl-ı selimin ve vicdan-ı umuminin sesi olduğu konusunda çok sayıda değerlendirme aldım. Teşekkür ederim!

Acizlerinin bütün sermayesi Nur talebelerine karşı beslediği sevgidir.  Kardeşlerim sizi seviyorum. Doğru bildiğim şeyleri yazmaya çalıştım. Yine aynı minval üzere devam edeceğim.

Nurcu ahlakı ile internet ahlakının birbiri ile örtüşmediğinin farkındayım. Ben medrese ehli kardeşlerimi devamlı yüksek bir nezahet, üstün bir fetanet ve samimi bir muhabbet üzere yaratılmış gördüm. Onların yanında hep kendimi kusurlu ve eksik biliyorum.  En küçüklerinin hizmetkarı olmayı her zaman gurur bildim.
Ne varki sözde nurun fedaisi bir kısım yorumlara bakınca itiraf etmeliyim, şaşkına döndüm. Ne hatır ne gönül ne nezahet-i lisaniye ne nezaket-i İslamiye kalmış.
İçlerinden biri çıkıp (nezaketin en azı ile) “efendi yazdığın şu paragraf usul-i İslamiyenin şu kuralına, mesleğimizin şu düsturuna aykırıdır” diyebilmiş olsaydı, sevinecektim. Kardeşlerim kül yutmuyor, hepsi aklı başında, davasına sahip, bilgili ve şuurlu maşaallah deyip, kendimi yeniden siğaya çekecektim. Hatamı görsem özür dileyecektim.
Ama kusura kalmayın bu yorumları okuduktan sonra, kanaatim geldi ki gerçekten Risale–i Nurlar anlaşılmamış. Hadi latife olsun “gelin bir de şu sadeleştirilmişinden okuyun belki anlarsınız!”

Söylenecek çok şey var ama daha ileri gitmeyeyim. Bilmeden birilerinin gönlünü kırmış olmayayım!
Ama tedbir almak zorundayım ihtimaldir ki bu yorumcular arasında olayı kızıştırmak için görevli “alkış alayı” (1) türünden her siteyi (stadı mı demeliyim) dolaşıp istemezük sloganı atanlar vardır. Bunun için bundan sonra açık adını ve mail adresini yazmayanların yazıma yorum göndermesini istemiyorum. Bu tür yorumları sayfama ekletmiyorum, bunu site yönetiminden istiyorum. 
Bu konu ile ilgili  başka yazı yazmayacağım. (Haftaya 5 yıl önce yayınladığım bir kitabımda geçen Molla Hünkarın Önünde Sadeleştirme Mahkemesi isimli bir alıntıyı yayınlayacağım o son olacak.)

Gelin konuyu bir daha düşünelim.
Gözden ısrarla kaçırılmak istenen konular var. Hiç kimse yapılan işi Risalelerle kıyaslamıyor. Bu işi yapanlar biz artık Risalenin aslını bir kenara koyup, bu eserleri okuyacağız demiyor. Sadeleştirilen kitap aslından daha güzeldir de demiyor. (Edebî yönden Risalelerin sadeleştirilemeyeceğini ileri sürenler haklıdır. Ancak o teknik bir konudur. Olayı hizmet açısından ele almayan bu tür yorumlar konumuzun haricindedir.)
O zaman ne bu çığlık?
Üstad “Risale-i Nur, bir daire değil; mutedahil daireler gibi tabakatı var” buyurmakla farklı hizmet alanlarının varlığına işaret etmiş, geniş bir ufuk çizmiştir. Her dairenin hükmü, hikmeti ve hizmeti farklıdır. Bir dairede farz olan öbür dairede adap mesabesinde olabilir. “Bir tek daire var, bir tek hizmet şekli var” türünden değerlendirmeler kendi darlığımızın ve sığlığımızın ifadesidir. 
Hayatın ve hizmetin geniş daireleri içerisinde henüz meyve yiyemeyen çocuklara kabuğunu soyup, özünden bir parça ağzına sürmek gerekse veya sadeleştirmeye böyle bakılsa cinayet mi işlenmiş olur?
Yapılan sadeleştirme yüzde yüz hata bile olsa bunun için bir mümine kin ve adavet beslenir mi?
“Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var.”
Bu ibareyi sanırım çoğunuz ezberden bilirsiniz. Bu düsturu kabirde mi uygulamayı düşünüyoruz?

Kardeşleri yanıltan ikinci bir konu şu: Üstadın Risale-i Nurlar hakkında yüksek ve parlak beyanları Risale-i Nurların Kuran-ı Kerim nazarındaki yüksek makamına ve içerdiği hakikatların ulviyetine birer işarettir. Ve elbette ayn-ı hakikattır. Ne varki bu ifadelerin sadece üslup üzerinden ele alınması yanlıştır. Elbette bu yüksek hakikatlar ve yüce makam pek alî bir üslup ile beyan edilmiştir. Bu üslubun korunması lazım ve zaruridir. Has dairede bir takım insanların hayatlarını bu yolda feda etmeleri Risalelerin şanına layık bir hizmettir.
Ancak zaruret halinde makamdan ve hakikattan taviz vermeden, üslup feda edilebilir. Yani meyve soyulup içindeki özü bir bebeğin ağzına damlatılır. Elbette meyve kabuğuyla güzeldir. Zaten geride yüzlerce bahçe, binlerce ağaç gayet meyvedar ve canlı olarak hizmettedir. Etrafında yüzlerce muhafızları var. Ne meyveye ne ağaca bir taarruz yok. Bir tehlike de yok. Sadece bir bahçede çölde susuz boğulmakta olan birkaç gence veya hastaya can suyu vermeye çalışan bir kısım insanların çabası var.
Üstadın işaret ettiğim ibarelerinden hiç biri ilelebet siz bu üsluba dokunmayın anlamında anlaşılamaz. Elbette bir yazar henüz sağ iken onun eserini sadeleştirmeye kalkamazsınız. Yapılacaksa zaten kendisi yapar. Başkasının O’nun sağlığında elbette bir harfine dahi dokunma hakkı yoktur.

Üstad  “bu eserler 20 yıl önceki Türkçe ile yazılmıştır” derken esasında dil üzerindeki hızlı değişmenin farkında olduğuna işaret etmiştir. 1930’da yazılan bir risalenin üzerinden şimdi 80 sene geçmiştir. Bir ehl-i hamiyet sırf Allah rızası için bunlardan birkaçına el atıp şunları ben bu günkü dilde gençlerin istifadesine sunayım diye hareket etse ve öyle de yapsa, ihanet mi etmiş olur? Doğru eder yanlış eder, ama hiçbir zaman herhangi bir hakareti hak etmez.
Diyeceğim şu ki hiçbir yazar sağlığında eserlerine başkaları tarafından müdahale edilmesini istemez. Şu tarihten sonra yapabilirsiniz diye vasiyet de etmez. Buna her devrin insanları kendileri karar verir. Hakiki bir ihtiyacın olduğu görüldüğü zaman sevk-i ilahî ile bir ehl-i hamiyet harekete geçer.

Üstadın Ahmet Fevzi Abiye verdiği cevap ta yanlış yorumlanıyor. Üstad, o zata buyur “o zaman bu senin eserin olur” amenna zaten öyledir. Bu bir hakikatın ifadesidir. Sadeleştirilmiş eser, sadeleştirenin malıdır. Sadece içerdiği hakikatların kaynağını belirtmek için ilk yazarın adı kitap üzerinde yer alır.
Bir dönem sık kullandığımız bir deyim vardı. “Pencerelerden seyret içlerine girme.” Hani kehanet olmasın bir elli yıl sürer mi bilinmez! Belki iki yüz, belki üçyüz ortak kelimeyle konuşacak, yazacak internet ailesinden doğma bir dünya gençliği geliyor. Bunların sayıları şimdiden milyonları buldu. Harry Potter gençliği. Yakın bir istikbal için mesele, bu iki üçyüz kelime içine imanı, ameli, cennet ve cehennemi sığdırma meselesidir. (Hadi bu bin kelime olsun, ama kesinlikle fazla değil.) O bin kelimenin içerisine Risale-i Nurların kaç hakikatını koyabileceğiz! Bunun derdini şimdiden çekmek gerekmiyor mu? Acaba bu insanları harekete geçiren böyle bir dert mi?

Geçen bir kardeş, yirmi sene önceki yine sadeleştirme aleyhindeki lahikayı bana gönderdi. Okuyunca bu sırrı daha iyi anladım:
(….)  naklediyor:
“1969’da Arabî Mesnevî’yi tab’etmek için teşebbüse geçtiğimizde; aslen Arabça olan Mesnevî’nin içinde geçen bazı Türkçe kelimelerin Arabçaya tercümesi lâzımdır, çünki bu kitab Arabçadır ve Arabların içinde neşredilecektir, diye merhum Zübeyr Ağabeye mektubla bildirdim. Bu hususta Zübeyr Ağabeyden gelen mektub aynen şöyledir:
“Râbian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binâen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri, Üstadımızın hârikulâde üslûb ve belâgatını ve hakikatleri ifade sadedinde isti’mal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimiz mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez Üstadımızın sağlığında bu hususlarda:
1-Ya sahife sonlarında veya satır içinde lügatların yanına parantez içinde yazılıp yazılmayacağına,
2-Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilâvesine dair istenilen müsaadelere, mübeccel Üstadımız izin vermemiştir. Bir defasında şöyle buyurmuşlardı: “Bu Risale-i Nur’u tahriftir. Bir zaman birisi yapmak istedi, çok zarar verdi. Okuyanlar biraz zahmet çeksinler, lügatlardan arayıp bulsunlar.”

O gün için bu mesele böyle anlaşılmasına rağmen, 10-15 sene sonra bir kısım neşriyat sahiplerinin bunu yapmaları, benim yukarıdaki tespitimin doğruluğunu gösterir. Şimdi bu öfke zamanında hikmetin galip geleceği güne kadar elinizi dilinizi ateşe körükle gitmekten çekiverin olur mu!
İstanbul’un hemen Haydarpaşa’sından  başlayarak ta Kars’a, Mekke-Medine’ye kadar Anadolu pırıl pırıl, tertemiz nur talebeleriyle dolu. 80’li yıllardan 2000’li yıllara kadar 20-25 yılı, farklı hesaplarla/hesaplaşmalarla zayi ettik. Şu beş onyıldır hayatın diğer alanlarında tam hizmet başladı, derken eski hesapların tekrar ihya edilmesi akıl karı değil.
Üstadın vefatı üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen, kaybedilen yıllarda temel görevlerimizi yerine getiremedik.

Düşünüyorum da şayet Osmanlıca orijinal nüshalardan hareketle  bilim dilinde edisyon kritik denilen yöntemle Risale neşriyatı tamamlanmış olsaydı, öteden beri bazı kötü niyetli insanların risalelerde tahrif ve gizleme var iddiaları, boşa çıkarılmış olacaktı. Ayrıca bir çok okuma hatası düzeltilmiş olacağı için Bediüzzaman Türkçe bilmiyor ithamlarını işitmeyecektik.

Üstada ait bütün bilgi ve belgeleri bir merkezde toplamış, kayıt altına almış, özetlemiş ve kataloglarını hazırlamış olsaydık, her ihtilafta, bende üstadın şöyle bir mektubu var diye kimse ortaya çıkmayacaktı. Bu yapılmadığı için  zamanla ortaya daha hangi iddiaların atılacağını da bilmiyoruz üstelik!.
Dershanelerden yetişme eli kalem tutan rüştünü isbat etmiş çok sayıda kardeşimizden her birine, birer risaleyi üstadın işaret ettiği tarzda şerh ve izah ettirseydik bu gün sadeleştirme konusunu tartışıyor olmayacaktık. (Her abiye birer fihrist hazırlatan Üstad acaba bu metoda bir işaret mi bırakmıştı. Ey üstadım Senin ulvî kâmetin önünde saygı ile eğiliyor, en yakınlarınca bile anlaşılamayan derin garipliğin acısını duymaya çalışıyorum.) Ayrıca Risale-i Nur ıstılahları kamusu, hatıralar külliyatı gibi hazırlıklarla istikbale zengin bir Nur mirası bırakabilseydik istikbal daha aydınlık olacaktı.

Marifet iltifata tabidir düsturundan hareket ile yüksek ödüllü Bediüzzaman araştırmaları düzenlenip akademisyenlerin dikkati çekilebilseydi, sayılan işlerin pek çoğu kendiliğinden olup bitecek şeylerdi.
Hemen şöyle dediğinizi duyar gibiyim kardeş bu işler için milyonlar lazım. 50 yıldır Türkiye’nin en çok satan eserleri, bu parayı çok rahat bir şekilde karşılardı. Ama olmadı etrafımızdaki dar çemberi yırtamadık. Risale-i Nurların hayat dairesi ile ilgili hizmetlere bir türlü sıra gelmedi.
Son bir konu daha kaldı.
Malumunuz Risale-i Nurların tesir gücü eserlerdeki hakikatlar kadar hatta daha da önemli bir şekilde, Üstadın hayatı ile alakalıdır. Eserler bu tesir gücünü doğrudan Bediüzzaman’ın hayatından alırlar.
(Bu kadar ağır konulardan sonra son paragrafta bir nükte yapmama izin verin. Said Yüce kardeş (ya da abi yaşını bilmiyorum), bende gördüğün kusurlar için bana dua etmek senin üzerine borç oldu. Kardeşini düştüğü yerde bırakıp gitmek mert olan bir insana yakışmaz. Ben de sana dua ediyorum. Orijinalini mutlaka okumuşsundur, ama anlaşılan tesir etmemiş! Bir de sadeleştirilmişini oku belki faydası dokunur. “Kıskançlık önce kıskanç adamı ezer, mahveder, yandırır” Allah şifa versin!)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
18 Yorum