Bir Teselli, Bir Deva, Bir Rica Ver Bana

Biliyorum, böyle değildi bu şarkı Orhan Baba.

Sen insanların vahşiliğinden tabiatın vahşetine ünsiyet etmek arzusuyla Mayıs’ın başından Ağustos’un sonuna kadar İhlaslı Barla Dağlarında, Çam Dağlarında yalnız başına tefekküre dalardın. Katran Ağacına çıkar, masmavi bir çarşaf gibi ayaklarının altına serilen Barla Denizini seyrederdin. Dağ ve denizle kendini teselli ederdin. Neredeyse üç ay ne yer, ne içerdin, bilemezdim. Ekmek yerine dağ, su yerine deniz mi içerdin, bilemezdim.

Aylardır kendimi çok yorgun hissediyorum.  Dünyanın faniliğini, insanların vefasızlığını, hayvanlardan daha fazla vahşileştiğini, bir bardak suda fırtına kopardıklarını, olur olmaz meselelerde yalanlar söylediklerini ve yeminler ettiklerini,  birilerini haksız yere suçladıklarını, dostlarına, dostluklarına, aşklarına, rüyalarına, dualarına ihanet ettiklerini düşündükçe azaldıkça azalıyorum.

Bir deva, bir rica, bir teselli aramak arzusuyla Nisan’dan beri hemen her hafta sonu Hasan Feyzi, Hafız Ali ve evlad-ı maneviyem dediğin, kutuplarla birlikte adını andığın Hesna Şener’in şehri, senin ifadenle ikinci Isparta, büyük İslamköy olan Denizli’den Barla’ya gidiyorum. Şafak vakti Çam Dağına çıkıyor, güneşin doğuşunu seyrediyorum. Öğleye doğru katran ağacına dayanıp Barla Denizini seyrediyorum.

İhtiyarlığın alameti beyazlar 3 yılda genç yaşta saçlarımı istila etti. Ruhum ihtiyarladı. Kalbim tekliyor.  Bedenimde marazlar almış başını gidiyor. Şimdi şu ihtiyar dağı rahle,  şu durgun denizi Hastalar ve İhtiyarlar Risalesi bilip okuma vakti.

Hastalar Risalesindeki devalar, İhtiyarlar Risalesindeki ricalar bir nebze teselli veriyor bana. Katran Ağacından kendimi uykunun boşluğuna bırakıyorum. Senin geceleri bu Katran Ağacının üzerinde zikrederken uyuyakalıp düşebileceğin, yanına kurtların, çakalların gelebileceği aklıma geliyor, ürperiyorum.  Ürpere ürpere uyuyorum. Aman ne dualar, ne rüyalar…

Uyandığımda kendimi Barla Kabristanında buluyorum. Kabristanda 80 yıl önce Barla’da çekilen siyah- beyaz bir filmin afişi  var. Sen bir adım önde. Solunda Bayram Yüksel, sağında Ali Uçar, arkanda Sıddık Süleyman, Muhacir Hafız Ahmet, biraz geride Marangoz Mustafa, arkasında Şamlı Hafız. Sırtımı afişe verip, Bayram Yüksel ve Ali Uçar’ın mezarları arasından Barla Denizinde batan güneşi seyrediyorum.

Burada bir güneş gibi ölmek, bu ufuklara gömülmek, bu afişte Muhacir Hafız Ahmed’in yanında yer almak geçiyor içimden. İçim acıyor. Canım ölüm çekiyor. Bir Rumeli Türküsü tutturuyorum derinden:

Çalın davulları çaydan aşağıya aman aman

Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağıya

Koyun sularımı kazan dolunca aman aman

Aman ölüm, zalım ölüm üç gün ara ver

Al başımdan bu sevdayı götür yâre ver

 

Aman ecel, canım ecel üç gün ara ver

Al başımdan bu sevdayı götür yâre ver


Selanik Selanik viran olasın aman aman

Taşını toprağını seller alasın

Sen de benim gibi yarsız kalasın aman aman

Aman ölüm, zalım ölüm üç gün ara ver

Al başımdan bu sevdayı götür yâre ver


Aman ecel, canım ecel üç gün ara ver

Al başımdan bu sevdayı götür yâre ver

 

Bende yürek Selanik. Her taraf yangın yeri. Şimdi göç vakti.

Akşam namazına yakın Yokuşbaşındaki evine varıyorum. Altında koca çınar, yanında narin mi narin Yokuşbaşı Çeşmesi. Yengeli-dengeli bir hayat. Hayat Muhacire Hafız Ahmet ile eşine, çınar ile çeşmeye güzel… “Çınar muhacir Rumelili Mustafa, çeşme safiye” diyeceğim  ama çok macır kaçacak gene. Bak, Mustafa sarıp sarmalamış Safiye’yi. Gölgesine almış. Güneşten koruyor. Safiye de bu güzelliğin altında kalmıyor; alttan alta Mustafa’nın köklerini, kalbini suluyor.

Safiye, dedim de; Safiye, saf demek. Benim adım Mustafa. Mustafa da saf, berrak demek. Ama ben ne Safiye, ne de onun sevdiceği Mustafa kadar saf ve berrağım. Aklım başka yerde, kalbim başka yerde. Ben de olsam senin gibi şu çınar ağacının bir dalını, şu çeşmenin bir damlasını onbin altına değişmem. Ben de olsam “Siz şahit olun. Bana bu gün cennetten davet gelse Şamlı Hafiz’ı ve şu çınar ağacını almadan gitmem” derim.

Mustafa Çavuş çınarın dallarına senin için bir menzil yapmış. Benim adım da Mustafa ama ne yaptık, ne ettik, bir türlü Mustafa Çavuş olamadık. Geylani’nin yeşil kaplı, senin kırmızı kaplı kitabına giremedik. Annem Mustafa Kemal gibi olsun diye adımı Mustafa koymuş. Altınbaş Mustafa’m, Paşam diye diye severdi beni. Babam da “Mustafa’ların matematiği kuvvetlidir. Mustafa Kemal’in de kuvvetliymiş. Bizim kızan da (beni kastediyor) Mustafa Kemal’e çekmiş” derdi.

O türkü nasıldı baba? “Osman Aga, Osman Aga, bak bana, neler sölücem sana” değil mi? Şimdi bişey sölücem sana baba ama ondan sonra milleti, din, dil, ırk ayrımı gözeterek… diye başlayan uzun bir hikaye okurlar karakolda bana. Ar gelir Yahya Aga, ar gelir / Mustafa’ya Eskişehir, Denizli ve Afyon Hapishanelerindeki karyolalar dar gelir... Sen de seneler sonra Eşref Edip’e mülakat verirsin artık: Kızancazımın (“ben” oluyorum) bütün ömrü arp (harp, demek istiyor)  meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket apisanelerinde (hapishane, demek istiyor) geçti.  Çekmediği cefa, görmediği eza kalmadı bea

Şaka bir yana keşke ben de Mustafa Çavuş gibi bir menzil yaptırabilseydim sana, en azından Sözler’ine bir menzil olsaydım.

Sen geceleri bu çınara çıkar, sabaha kadar Rabbini anardın.   Benim kalbim seninle ama aklımdan bir türlü Balkanlar, bizim oralar çıkmıyor işte. Beni de böyle idare et. Beş parmağın beşi de bir değil işte. Kim istemez burada seni koruyup, kollayan, tutup, kaldıran muhteşem beşli bir sıddık (Süleyman), iki hafız (Muhacir Hafız, Şamlı Hafız) ve iki çavuş (Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş) olmak.

Diyorum ki, şu bizim Çınar Mustafa bir Rumeli türküsü yaksaydı Yokuşbaşı Çeşmesi Safiye’ye, Yokuşbaşı Cami ve İmamı Muhacir Hafız ile eşi muhakkak lerzeye gelir, namazı bambaşka duygularla kılarlardı. Rumeliler böyledir işte. Tencere sesi duysa, def sanır, muhakkak zikre başlar. Öyle olmamış mıydı yıllar önce? Sen Barla’ya geldiğinde 20 gün Muhacir’in evinde kalmıştın. Gece yarısı ferdun, hayyun…  diye inlemeye başladığında ev lerzeye gelmiş, Muhacir ile eşi uyanıp zikir halayına, zikir halkasına katılmıştı. Bana öyle geliyor ki, sen Çam Dağlarında olduğun gecelerde fırsatı ganimet bilip Çınar Ağacı Mustafa türküler yakıyordur  Yokuşbaşı Çeşmesi Safiye’ye.

 

Çıksam Rumeli’nin düzüne, alsam Safiye’mi dizime  

Safiye’m kınalar yakmış on parmağın birine

 

Ar gelir Osman Aga ar gelir

Safiye’me karyola dar gelir

 

Kır atımı bahçeye bağladım Osman’ı askere yolladım

Osman askere gidince kırk gün kırk gece ağladım

 

Ar gelir Osman Aga ar gelir

Safiye’me karyola dar gelir

 

Osman Aga, Osman Aga bak bana, neler sölücem sana

Safiye kızını ver bana, damat olayım ben sana

 

Ar gelir Osman Aga ar gelir

Safiye’me karyola dar gelir

 

Ar gelir bre Üstadım, ar gelir. Şimdi şu Safiye’nin ellerinden abdest almadan dünyadan, Barla’dan gitmek ar gelir. Zira beni Balkan ve Barla türkülerinden başka şeyler ağlatmıyor, oynatmıyor, gözlerinde abdest aldırmıyor artık.

Ben abdest alırken bile türküler söylerim. Şimdi de “Çıksam çınarın düzüne, alsam Safiye’mi dizime”  diye diye  abdest alıp, Yokuşbaşı Camiine çıkıyorum. Gözüm Muhacir, Sıddık Süleyman, Mustafa Çavuş ve seni arıyor. Yoksunuz. Yoksunum.

Şu karşısı Barla Gölü. Sen göle “bakarsın deniz olur” diye Barla Denizi demişsin. Göl de büyüye büyüye deniz oluvermiş. Şakirt Bayram Aganın anlattığına göre her gün bir damla su cennetten bu göle düşüyor, suyu bereketlendiriyormuş. Bunun doğru olup, olmadığını  bilmiyorum. Ama bana öyle geliyor ki, işte şu yanından geçtiğim Sıddık Süleyman’ın cennet bahçesinden akan şu çeşme Barla Gölüne dökülüyor. Gölü mayalayıp, deniz yapıyor. Aksi halde o ruhlara çağlayanlar bahşeden Cennet Risalesi burada yazılabilir miydi?

Denizi karşıma alıyorum. Denizleri, gezmişleri, gelmişleri, geçmişleri, Nazım Hikmetleri, İlhan Berkleri karşıma... “Ne zaman seni düşünsem bir ceylan su içmeye iner” diyorum. Bakıyorum, dağlardan ceylanlar, Ceylan Çalışkanlar, Şamlı Hafızlar, Santral Sabriler su içmeye iniyor Barla Denize. Ne güzel… Ne güzel…

Bizimkiler Balkanlardan gelmişler, Balıkesir’e yerleşmişler. Ben kısa süre önce Denizli’ye geldim. Denizli’yi bilmeyenler deniz var sanıyorlar ama deniz falan yok burada. Yine de denizin esamesi ve esma-i hüsnası okunuyor. Belki bu dağlar bir gün deniz olur, diye Denizli koymuş olabilirler adını; bilmiyorum. Sen “hiç susuz deniz olur mu? Denizli şehri denizsiz olur mu?” demişsin de Hasan Feyzi, Hafız Ali ve Hesna Şener’i Denizli’ye deniz eylemişsin. Denizli’de ceylanlar her seher dağlardan Hasan Feyzi, Hafız Ali ve Hesna Şener’in mezarına su içmeye iniyorlar… Ne güzel… Ne güzel.  Oysa ben ne ceylanım, ne de Ceylan Çalışkan… Ne yazık… Ne yazık…

Şimdi bir ceylan misali seke seke Cennet Bahçesi pınarının arkından Barla Denizine akıyorum. Yollarda kimsecikler yok. Kimseciğim yok. Çaresizim. Tek başına kaldım buralarda. Nasıl giderim Denizli’ye bu saatte. Her taraf dağ, taş, tepe. Nasıl aşılır buralar. Annecazımın ağlaya ağlaya söylediği Rumeli Türküsü aklıma geliyor:

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar

Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler

Annesinin bir tanesini hor görmesinler

 

Uçan da kuşlara malum olsun

Ben annemi özlerim

Hem annemi hem babamı

Ben köyümü özlerim

Annemin yelkeni olsa açsa da gelse
Babamın bir atı olsa binse de gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse

Uçan da kuşlara malum olsun
Ben annemi özlerim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özlerim

 

Türkü biterken Nur İskele Memuru Bedreli Santral Sabri beliriyor yanımda. Bu limandan Anadolu’ya ne çok risale, lahika taşımıştı vakti zamanında. Yelken olmayınca atını vurmuştu dağlara. Attan, halden, kalpten anlar kalender adamdı. Kalbimden halimi arz ediyorum:

 

Pencerenin perdesini havalandıran rüzgar

Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgar
Gir içeri usul usul
Beni bu dertten kurtar

Yabancısın buralara nerelerden geliyorsun
Otur dinlen baş ucuma belli ki çok yorulmuşsun
Bana esmeyi anlat bana sevmeyi anlat
Bana esmeyi anlat esip geçmeyi anlat

Anlat ki çözülsün dilim
Ben rüzgarım demeliyim
Rüzgarlığı anlat bana
Senin gibi esmeliyim

Bana esmeyi anlat bana sevmeyi anlat
Bana esmeyi anlat esip geçmeyi anlat

 

Bedreli “Yelkenim yok ama bir atım var. Haydi bin terkisine, gidelim Urumeli’ye (Rumeli), Hasan Feyzi, Hafız Ali ve Hesna Şener’in Denizli’sine.

Haydi ya Allah!

Çalın davulları balıklar!

Vurun kösleri keklikler!”

 

Sanki meleklerin kanadındaymış, Burak’ın eğerindeymiş gibi kısa zaman içinde Denizli Kabristanına varıyoruz. “Bundan sonra sen yalnız gideceksin. Ben, Feyzi’nin, Ali’nin, Hesna’nın kabirlerini görmeye dayanamam. Yanarım.” diyor Santral Sabri.

Mazi kıtasına geçmek için Barla’dan getirdiğim bahar hediyelerinden birkaç tanesini Hasan Feyzi, Hafız Ali ve Hesna Şener’in kabir kapılarına bırakıyorum. Başlarında sabahlıyorum. Uzaklarda, senin namaz kıldığın Ulu Camide sabah ezanları okunuyor.

Uyanıyorum.

Uyanıyorum.

Uyanıyorum. 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum