Bir model insan Nazım Gökçek

Bir model insan Nazım Gökçek

Nazım Gökçek ile yıllarca birlikte olan Eyüp Özcan Risale Haber’e konuştu

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber

 

Eyüp Özcan kimdir?

 

Beyşehir Doğanbey kasabasında doğdu. İlk, orta, lise eğitimini Konya’da tamamladıktan sonra üniversite eğitimi için gittiği Gaziantep’te kalmaya karar verir. Uzun süre kaldıktan sonra görev icabı Eskişehir’e oradan Manisa’ya, ardından Ankara’ya gider idari görevlerde çalışır. Daha sonra emekli olup Ay Merkez’in başına geçer. Halen Ay Merkez’in Gaziantep Plazasının Mağaza Koordinatörlüğü görevini yürütmektedir.

 

Üç yıldan beri de Gaziantep MÜSİAD Yönetim Kurulu Üyeliği görevini yürütmektedir. HÜRSİAD (Hürriyetçi Sanayici ve İşadamları Derneği) üyesidir. İl Genel Meclisi Üyesidir.

 

Risale-i Nura bir hayat feda etmiş olan Nazım Gökçek ile uzun yıllar beraber kalmış.

Onunla beraber Risale-i Nurun gönüllüsü olmuş ve hayatını ona göre tanzim etmiş bir gönül adamıdır.

 

Eyüp Özcan’la Risale-i Nur Hizmetlerinin gelişimini ve Nazım Gökçek’i konuştuk…

 

Risale-i Nur-u nasıl tanıdınız?

 

Risale-i Nur’u Konya’da erkek lisesinde okurken tanıdım. Orada mücadeleciler var, milliyetçiler var, etrafımda dolaşıyorlar fakat onlara benim aklım yatmıyor pek-çok okuyan biriyim küçüklükten beri… Ortaokulu bitirdikten sonra Ankara’ya gittim orada bizim akraba var kitapçı, Aktar kitap evi, Minyeli Abdullah, Maznun gibi kitapları aldım ve o gün gece sabaha kadar o kitapları okuyup bitirdim, çok hoşuma gitmişti, ilk kıvılcımı oradan aldım…

 

O dönemde gene gazeteleri fazla merak eder okurdum, Bugün vardı, Sabah vardı, Yeni İstanbul vardı sosyal meselelere karşı da duyarlıydım. Ama daha çok böyle meselelere merakım vardı, siyasi değil de prensip tarzında bakıyorum, bu anlattığım dönem yatılı olarak okuduğum lise dönemim. Bir gün bir arkadaşta İttihat Gazetesini gördüm aldım. Ali Erkan Kavaklı, yazar, onun yazısını okudum. Etütten önceydi çok hoşuma gitmişti, ben çocuğu görünce “kusura kalma al” dedim. Ama o hoşuma gittiğini görünce, “yok yok oku” dedi ben bu sefer tamamını okudum, haftalık çıktığını öğrenince de dedim “bu gazete hoşuma gitti her hafta istiyorum.” Ondan sonra devamlı okumaya başladım.

 

İttihat Gazetesi bana çok etki etmişti. Daha sonra o arkadaş bana bir iki kitap verdi –risalelerden- onlar da hoşuma gitmişti. Arkadaş benim bu ilgimden cesaret alarak “seni sohbete götüreyim, arzu edersen” dedi, -alt yapı o kitaplarla gazeteyle oluşmuştu zaten- Sonra beni Konya’da bir sohbete götürdü, ilk gittiğimizde ders okunuyordu, ders bitti, tanışma oldu o okunan ders de bana çok tesir etmişti, edasıyla, sesiyle, okumasıyla, haliyle… Sonra öğreniyorum ki, o okuyan Sadullah Nutku abi imiş. Derse ilk gidişimdi ve ilk dersi dinlemiştim, yıl 1969 idi. Arkadaşa “ben bu sohbetlere gelmek istiyorum” dedim o da “olur” dedi.  Yurda da yakın olduğu için her hafta sonu gitmeye başladık.

 

Ve böylece Risale-i Nurlarla ve cemaatle tanışmış oldunuz?

 

Evet. İşte ilk ders ve devamı böyle başladı. Önce kitap ardından, İttihat Gazetesi esas vesile oldu, Minyeli Abdullah’la beraber… Mezuniyetten sonra Gaziantep’e geldim.

 

 

Risale-i Nurları tanımanız ve onlardaki hakikatlerden aldığınız dersler hayatınızda bir değişiklik sağladı mı? Ne gibi değişiklik oldu?

 

Tabi sağladı, hayatım daha anlamlı hale geldi. Ya bir boşluk vardı, bir şeyleri düşünüyordum, bir şeyler arıyordum, ama kısmi bir boşluktaydım. Bir çok ideallerim vardı üniversite hayatı ile ilgili… O konuda bir kısım badireler atlattım, sonra Gaziantep’e geldim ve Nazım Ağabeylerle tanıştım, öyle başladık.

 

G.Antep’te aktif olarak hizmetin içindeydiniz. O nedenle sormak istiyorum orada ilk çalışmalar, hizmetler nasıl başladı, bizlerle paylaşır mısınız?

 

1970 yılında Gaziantep’e geldiğimde Nazım Ağabeylerle devam ede gelen çok önemli bir hizmet vardı zaten bizden önce düzenli bir şekilde devam ediyordu. O nedenle hizmetler ilk defa orada başladığında ben yoktum sonradan gelmiş oldum. Abdullah Yeğin ağabeylerle başlamış…

 

Gaziantep’e ailece mi geldiniz?

 

Hayır o zaman bekardım. Öğrenci olarak geldim üniversiteyi okumak için. Talebe idim böylece Gaziantep’te dershane hayatımız başlamış oldu.1972 yılında Antep’e OTDÜ geldi, üniversite gelince de haliyle talebe hizmetleri çoğaldı, dershaneleri çoğaldı…

 

O zaman Nazım Ağabey İstanbul’la bir bütünlük içerisindeydi, bir ahenk içerisindeydi, İstanbul’a sık sık gider gelirdi yani muhteşem köklü, düzenli hizmet vardı. Kemiyeten de keyfiyeten de  çok geniş bir cemaat vardı. Biz de bir ucundan tutmaya çalışıyorduk…

 

 

Yeri gelmişken siz Nazım abi ile beraber çok kaldınız veya birlikte çalıştınız. O nedenle onu iyi tanıyorsunuz diye biliyoruz. Biraz bize ondan bahseder misiniz? Nazım abi nasıl bir insandı?

 

Nazım abi çok farklı bir insandı, çok bilgili, çok kabiliyetli bir insandı. Okuduğu dönemlerde öğretmenleri (eskiden liseler şimdiki üniversiteleri gibi idi) “bu acaba nasıl bir adam olacak” diye meraktalar. Çok süper zeka ve başarılı bir öğrenci olması hasebiyle herkes onun geleceği ile ilgili merak ediyor… İlkokuldan itibaren kitaplarla haşir neşir olmuş, çocukluğunu yaşamamış bir insan, bunlara biz sonradan muttali olduk, başkaları vasıtasıyla öğrendik…

 

Kendisini bu hizmetlere vermiş çok farklı bir insan, çok samimi, çok ihlaslı kendini çok iyi yetiştirmiş bir insan. Onunla bütünleştik ellerimizden tuttu, beraber yıllarımız geçti hem Gaziantep’te hem de çevrede, ta Van’a kadar hizmetlere koşturduk. Sistemin içerisinde çok aktif bir şekilde arkadaşlık ettik. Tabiri caizse kafa dengi  bir insandı.

 

O yıllarda ilk defa banttan Risale-i Nur’u okuyan kişilerdendi değil mi?

 

Evet okuması da güzeldi, hem sadası, hem tarzı çok güzeldi. Bir yeri okurken Risale-i Nurun başka yerlerinde o konuyu destekleyen yerleri bulur onları da okur böylece meseleleri birleştirip daha zengin, anlaşılmasına yarayan bir üslubu vardı. Esastan uzaklaşmadan bunu yapardı, monoton okumazdı, kendini verir, kendini muhatap alır ama dinleyenlerin de anlayacağı bir hava meydana getirirdi

 

O zamanlar dershaneler birer hizmet merkeziydi. Evli-bekar, esnaf, tahsilli herkes gece gündüz dershaneye gelirdi. Çok güzel bir gelenek oluşmuştu. Herkes kendini talebe kabul eder, bir talebe gibi sürekli okurdu ve Risale-i Nurdaki hakikatleri öğrenmeye çalışırdı. Öğrendiklerini dışarıya çıkınca birilerine anlatmayı da ihmal etmezdi. Sürekli bir hareket vardı. Herkes aktif çalışırdı. Biz de Nazım abi ile beraberdik… Bize ihtimamla sahip çıktılar. Tabi o zaman hem sayımız da arttı.

 

Nazım ağabey sizinle bareber dershanede mi kalıyordu?

 

Evet, beraber kalıyorduk, ayrı ayrı kaldığımız da oluyordu, sürekli yeni talebe dershaneleri açılıyordu, ben yeni açılan dershanelere gidiyordum. Öğretmen oluncaya kadar 15’e çıkarmıştık dershane sayısını. Dört beş sene içerisinde… Gittikçe inkişaf ediyordu.

 

Nazım abi ile ilgili unutamadığınız hatıralarınız var mı?

 

Çok var. Onlarca.

 

Bir iki tane dinlesek.

 

Olur anlatayım bir tanesi şöyle: Üniversite imtihanı döneminde başımdan bir olay geçti, çok çalışkan bir öğrenci olduğum halde, ancak Eğitim Enstitüsünü kazanabilmiştim, Eğitim Enstitüsüne ayrı bir imtihanla giriyordunuz… İstemediğim bir bölümü kazandığım halde gene de gelmiştim. Bir sene Eğitim Fakültesini okuyacaktım ama ikinci yıl tekrar sınavlara gireceğim ve başka bir üniversiteye gideceğim. Burada bu dersleri tekrar etmiş olmakla bilgimi de arttırmış olacağım. Yani ikinci sınava bu şekilde hazırlanmayı planlıyordum. O dönemde kurs imkanı olmadığından üniversite ortamı bir avantaj idi. Hem dershane buna müsait diye düşünüyordum.

 

Yani hedef başka Üniversite…

 

Hedefim başka üniversite,  o nedenle normal olarak üniversite sınavları yaklaşınca müracaatımı yaptım. Düşüncem üniversite sınavına gireceğim ve çekip gideceğim Antep’ten… Ama diğer yandan Nazım abi ile de bütünleşmişiz Nazım abiden ayrılmak da istemiyorum… Kendi kendime “gittiğim yerde de hizmet ederim” diyorum, yani hedefim bu…

 

Nazım abi bir şekilde bunu öğrendi. Sık beraberiz ya, bir gün çalıştığım kitapları göstererek “bunlar ne?” dedi… Dedim” imtihana gireceğim.” Dedi “ne olacak imtihana girince.” Dedim “abi Üniversite sınavında benim başıma böyle bir hadise geldi onun için ben Eğitim Enstitüsüne gelmek zorunda kaldım bu imtihana gireceğim ve hedefim başka bir üniversite.” “Ne olacak? Yani paşa olsan ne olacak?, Milyarder olsan ne olacak? İlle öğretmenlik ille öğretmenlik…” dedi. “Tamam abi” dedim “bari parasını verdim emek verdim, hiç olmazsa hissimi teskin edeyim gideyim puan alayım gitmeyeyim sana söz” dedim. “Yok” dedi “kendi kendini kandırabilirsin ailen baskı yapar” evraklarımı aldı “vermiyorum” dedi gerçekten de vermedi ve beni imtihana sokturmadı.

 

Okul hayatınız Eğitim Enstitüsünde devam etti.

 

Evet.

 

Peki bugün memnun musunuz? Nazım ağabeyin  öyle müdahele etmesinden “keşke gitseydim” dediğiniz oldu mu?

 

Kesinlikle çok memnunum iyi ki, öyle olmuş…

Sonra ikinci kez bir olay daha oldu, Nazım abi ile önemli bir olayı daha yaşadım. Şöyle: Ben 1977’de askere gittim. Asteğmenim. İstanbul’da güzel bir kura çektim, Paşabahçede Anadolu kavşağında, bir taraftan haftanın belli günleri Nur Taşında kalıyorum, Paşabahçedeki köşkte kalıyorum, diğer günler askeriyedeyim, kendimi komutanlara sevdirdim, beni bölük komutanı, onun hanımı (Deniz Kuvvetleri Komutanının Bülent Ulusunun yeğeniymiş) çok sevdiler. Çokta benden etkilendiler. Manevi bakımdan da etkilendiler, alay komutanın oğlu fizikten yedi alıyormuş, mutlaka on yapması gerekiyormuş, ona ders vermemi istediler bir sene fizik kursu filan verdim. Bunun üzerine beni Bülent Paşaya anlatmışlar, “şöyle iyi bir asteğmenimiz var, çok seviyoruz, beğeniyoruz, aynı zamanda fizikçi, onu İstanbul’daki askeri lisede  fizik öğretmeni yapalım” diyorlar. O da “madem bu kadar övüyorsunuz dilekçesini getirsin bakalım” demiş. Anlayacağınız teskere bırakacağım. Bu gelişmeye Fırıncı abi hepsi “çok iyi olur” diyorlar. Fakat, Nazım abi bunu duymuş sordu “böyle böyle” dedim. “Buraya gelmezsen hakkımı helal etmem” dedi. Benim Nazım abiyi aşmam mümkün değil. Tezkere bırakmadım çıktık buraya geldik. Öğretmenliğe devam.

 

Bu iki önemli hatıram benim hayatıma yön verdi. Yaşadığım her şey bu sayede şekillendi. O nedenle çok memnunum…

 

Nazım ağabeyin günlük yaşayışı nasıldı?

 

Eskiden, dinamik iken, sürekli proje üretirdik, aksiyonerdi. Yani ya Antep ili içerisinde ya bir talebe dersi, ya bir ziyaret, ya bir program, ya bir çevre il ziyareti, ya bir il dışı programı, sürekli hareket halindeydi, ama her zaman aksiyonerdi. Mesela sonra ihtilaflar dönemi oldu şu oldu bu oldu muhtelif meşveret sıkıntıları oldu, ama biz Nazım Ağabeyle yaklaşık on sene mükemmel manada hakiki meşveretle hizmet ettik.

 

Sadece hizmetleri konuşurdunuz öyle mi?

 

Tabi hem konuşurduk, hem karar alırdık, hem uygulardık. Bazen onun dediği olmazdı. Meşveret ederdik, neticeye razı olur ve destek verirdi. Ayrıca Antep’in içinde değil bölgede de aktiftik. Bölge meşveretleri, Türkiye meşveretleri sıkıntılar badireler oluncaya kadar bunlarla ilgili  gerçekten dolu dolu güzel meşveretler hizmetler oldu, işte imkanlar müesseseleşme mesela bir ara gençlik teşkilatları meselesi vardı, Mahalli dergi çıkarıyorduk burada gençlik teşkilatının birimini kurduk içtimai meseleler gündeme geldiği zaman onunla ilgilenirdik. Adalet partisine destek olmak, onun kalitesini ve başarısını yükseltmekle ilgili… Bu gibi hizmetleri hep düzene koyardık.

 

G.Antep Gençlik Teşkilatının Gençlik dergisini sizi mi çıkarıyordunuz?

 

Evet biz çıkarıyorduk. Gündüz talebe dersi, akşam esnaf dersi, semt dersleri umumi dersler bunları planlar düzenlerdik, müzakereli dersler, Pazar günü dersleri, uygulamalar, geziler, programlar.

 

O zamanlar bekar mıydı?

 

Bekardı… Sonradan evlendi. Evliliği de özel bir evlilikti. Hizmet namına bir evlilikti, evlendiği hanım, hanım hizmetlerinde aktif biriydi onunla sürekli görüşmesi gerekiyordu, namahremiyle görüşmek yerine… İşte, Şer’i bir nikah kıyıp, tedbir olarak, sırf hizmet için, hanım hizmetlerini daha düzenli  yürütebilmek, daha selametli götürmek üzere evlendi.

 

Fırıncı ağabeyin evlenmesi gibi mi?

 

Evet çok enteresan bir evlilik bu tabi izahlı bir şey önce hususi kaldı sonra değişik badirelere girildi.

 

Hanım hizmetlerine nezaret mi ediyordu?

 

Evet.

 

Bu hizmetlerde de sanıyorum başarılıydı. Hanımı ve kendisi birlikte.

 

Evet çok başarılı hizmetler verdiler. Mustafa Sungur ağabeyin devreye girdiği bir özel evlilikti bu. Bunların hepsi kaderin programında olan ve yine her şeye rağmen insanın her safhasının imtihana tabi tutulduğu çok sırlı olaylar. Mesela benim hanım onun hanımının yanında yetişti. Benim dünyamda evlenmek falan yoktu. Kendilerine göre özellikli biriymiş, işte hizmetin içerisindeymiş, benim bir arayışım bir niyetim olmadığı halde böyle bir evliliğe karar verildi ve uzun sene nişanlı kaldık, nişanlılığımız mahfuz… Böyle çok yaymadan belli kişiler bilecek daha sonra evlenmek üzere. Onlardan geldi teklif ve öyle de oldu hep hizmetin daha sağlıklı yürümesi adınaydı. Hayatımda Nazım Ağabeyin çok farklı bir yeri var, çok etkili fonksiyonel bir yönü vardır.

 

Vefatından önce de üç ay evinden çıkmadı. Üç ay.  Bir gün Gültekin abi geldi o da çok sever. O sene karar verdik O’nunla umreye gideceğiz diye, Umre günleri yaklaşınca “ben hastayım, ben gitmeyeceğim” dedi gelmedi, onsuz gittik… Dışarı çıkmıyor, içine kapanmıştı, sanırım bazı olaylara üzüldü, o sıkıntılar yüzünden ikinci kez kalp ameliyatı oldu.

 

İslahiye’de sevdiğimiz bir arkadaş var, ısrarla davet ediyor, geleceğimizi söyledik ama ona da en son gün “gidemeyeceğim” dedi. Biz söz verdiğimiz için mecburen onsuz program yaptık üç dört araba çıktık gidiyoruz, herkes gitti, ben de hareket etmek üzereyim baktım aradı tekrar “dayanamadım, neredesiniz, gel beni de al” dedi. Bu sefer ekibi değiştirdik ben gittim aldım. Gültekin abi ile beraber… O gün İslahiye’ye gittik, giderken açıldı, normalleşti, orada akşam yemeği, namaz, çok güzel ders okudu, geldik, böyle geçti son günleri üç ay hiçbir yere çıkmıyordu. Her zaman evine götürdüğümde şoför mahallinden inmezdim musafaha ederdik giderdi. O gün indim ve kucaklaştım ertesi gün vefat etti. Çok enteresan bir şey...

 

 

Üç ay evde kalması dikkat çekici… İbadet mi ediyordu?

 

Nazım ağabeyin kafasında bir kısım üzüntüleri vardı, olaylar, hizmetle ilgili olaylar içtimai meseleler, hususi meseleler onu çok üzüyordu. Bir de son zamanlarda rahatsızlığı artmıştı, bazı şeylere de çok üzülüyordu, kimseye bir şey diyemiyordu ve içine kapanıyordu, tamamen böyle merdumgiriz hale geliyordu, çıkmıyordu. Kimseyi kabul etmiyordu görüşmüyordu. Abiler geldiğinde de gitmiyordu rahatsızım diyordu.

 

Bir gün Abdullah Gül partinin kurulması esnasında gelmiş, sormuş… Belediye Başkanına “burada Nazım Gökçek diye bir adam var tanıyor musunuz?” diye sormuş. “Evet tanıyoruz”  deyince “onu bir ziyaret edeyim” demiş. Ona haber verdik, “Hastayım” dedi ve kabul etmedi, “siz görüşün” dedi. Abdullah Gül’e dediler “hastayım demişler bir dahaki sefer gelince görüşürüz” bir dahaki sefer geldiğinde, adam aklında tutmuş, parti falan kuruldu demiş ki ısrarla “Nazım Beyle görüşmek istiyorum” yine Nazım Abi “hastayım” diyor. Sonra fazla ısrar ederek ikna ettik. Yaşar Torun dayatmış mecbur etmiş gelmişler ama o sırada Gül olduğu yerden hava alanına gitmiş, uçak kalkacak diye, bu sefer zorlamış hava alanına götürmüş Nazım ağabeyi… Orada Gül Nazım abinin elini öpmeye kalkmış, çok hürmet etmiş. Nazım abi de bu sefer dayanamamış demiş ki “bundan sonra geldiğinizde söz yemekte beraber olalım.

 

Niye Abdullah Gül bu kadar ısrarla Nazım ağabeyi görmek istiyor? diye sorarsanız. Şöyle: Ben iyi hatırlıyorum bir ara öğrenci iken Kayseri’ye gittik, cumartesi öğleden sonra talebe dersi vardı, Ali Mutlu Abi ayarlamış, gerçekten çok yoğun bir talebe gurubu belki 100-150 civarında Nazım abi orda ders yaptı. Çok güzel bir ders yaptı hatırlıyorum. Onların içinde Abdullah Gül’de varmış, o nedenle unutamamış ve görmek istiyormuş. Neyse ondan sonra bir daha geldiğinde üç dört kişilerdi bir yerde yemek hazırladık, akşam geldi beraber yemek, namaz ders, gece geç vakte kadar adam mest oluyor Nazım Abiye… Hadiselere üzüldü kendisini rahatsız ediyordu hadiseler.

 

Risale-i Nurun belli bir hedefi var. Kısaca insanlığın hidayetine vesile olmak, bir amacı bir gayesi var. Yaklaşık bir asırdır bu çalışma devam ediyor. Risale-i Nur hizmetleri alabildiğine de genişlemiş sizce hedefine ulaşıyor mu? Bu noktada şu an geldiği noktayı nasıl görüyorsunuz?

 

Müşahedem şu, Risale-i Nur gerçekten dünyanın her tarafına yayılıyor. Her dile tercüme ediliyor. Türkiye’de de bir çok insan risalelere müştak hale gelmiş durumda. Şöyle bir şey var.  Kim ki, buradaki sırrı anlıyor istifade ediyor ve başkasının istifadesine yardımcı oluyorsa o kişi fayda görüyor ve herkesi de faydalandırıyor.

 

Hani Üstad Hazretleri tasnif ederken; dosttur, talebedir, kardeştir şeklinde ayırıyor… Benim gördüğüm -deminde sohbette söyledik- inhisarına alan veya temellük eden birisi oldu mu Kader onu kenara koyuyor. Yani ilim adamıdır, hocadır, kabiliyetlidir, kendisini bu işe vermiştir hiç fark etmiyor… Bir yerden sonra kendisini şöyle tevehhüm ediyorsa “ben bu işe çok faydalı oluyorum, ben olmazsam olmaz” diyorsa kader onu silkeliyor.

 

Yani bana göre bu dava Allah’ın davası, Kur’an’ın davası bunların nezaretinde yürüyor.  Peygamberimiz (ASM) başta olmak üzere, Üstad da zaten yarım ümmi Cenab-ı Allah’ın ilhamına mahzar olmuş bir vazifeli o bile kendini bu durumda biliyor… Kısacası bu dava bu hizmet bizim insanların -hangi meziyette olursa olsun- yardımına desteğine muhtaç değil.

 

Yani, kendisi inkişaf ediyor diyorsunuz öyle mi?

 

Bu böyle tebellür etti bunu önce anlayamadık, ama biz niyeti halise ile gidersek Cenab-ı Hak bizim kabiliyetimize göre istihdam ediyor. Nasiplenen, şereflenen, faydalanan feyiz alan itibar kazanan biz oluyoruz. Bunun şükrünü eda etmez yine haddimizi aşarsak, yine yanlış yapıyoruz Cenab-ı Allah şefkat tokadı veya duruma göre veya tecrit tokadıyla bizi kenara koyuveriyor.

 

Başkalarıyla o hizmeti sürdürüyor…

 

Ha bir de biri kendisinde ondan sonra bir şey tevehhüm ederse Cenab-ı Allah başkalarını gönderiyor, başkalarını tavzif ediyor.

 

Yine inandığımız bir başka şey daha var: Bu davaya hiç kimse zarar verememiş, yani hiç kimsenin fayda verme haddine değil, zarar vermede haddine değil. Zarar veren kendini heder ediyor, kendinde bir şey vehmeden yine onun ceremesini bedelini ödüyor, ama niyeti halise ile ihlas ile girerse şerefleniyor, faydalanıyor, feyizleniyor, itibarını artırıyor ve Cenab-ı Hak onu istihdam ediyor. Yani temellük etmemek lazım.

 

Yani Allah nur’unu tamamladı, tamamlıyor mu diyorsunuz?

 

Öyle… Ama Üstad bu meselelerde bir kısım beşaretleri, işaretleri verirken bir şartı muallakı var, sizde fazlasıyla biliyorsunuz. “Beşer aklını bütün bütün kaybetmezse bir nuru görecek” diyor. O nur artık görünmeye başladı. Ama, yani bizim veya başkalarının kimler bununla şereflenmişse, biz veya başkaları o şerefe istihkak kesp etmemiz lazım, liyakat göstermemiz lazım, “eğer beşer büsbütün aklını başından çıkarırsa çabuk kıyamet kopar” diyor. Çıkarmazsa bir güzel dönem kıyametten önce “beşer görecek” diyor. Ben ümitle bakıyorum. Hem Türkiye’de hem dünyada müthiş bir cevelan var. Gelmiş şimdi Malezya’dan bir tanesi, Risaleyi okuyor okutuyor. “Ben Türkçe’yi öğreneceğim risaledeki incelikleri anlamak için ve üç sene kalacağım sonra gidip daha etkili olacağım” bu tip çok insan var.

 

Veya bu tip dışarıdan da çok talep var, duyuyoruz, görüyoruz, biliyoruz, dünyayı Risale-i Nur şu anda abluka altına almış durumda… Filipinlerdeki profesörün, rektörün Bediüzzaman sempozyumunda söyledikleri beni ağlattı. Çok enteresan bir şey… Ben şu dersi anlıyorum, Risaleyle şereflendik, faydalandık onun maddi manevi bir sürü nimetini kazandık şükrünü eda etmemiz lazım, şunu demek istiyorum, İlahî bir organize var, oraya doğru gidiş var,

 

Risale-i Nurdaki beşaret ve işaret ettiği noktalara gidiyor.

 

Risale-i Nur miri malıdır. Üstadın dediği gibi… Miri malı. Yani ehl-i tarik de istifade ediyor, ilim adamı da istifade ediyor, ticaret adamı da istifade ediyor, içtimai meselelerle iştigal eden de istifade ediyor, köylü de istifade ediyor.

 

Çok güzel bir gidiş var. Burada mütevazi bir Gül Radyo var. Gittikçe inkişaf ediyor. Bakıyorsunuz internette Danimarkasından oradan buradan mesajlar geliyor. İnsanlar hakikat arıyor. İvazsız garazsız, samimi zamanın şartlarına uygun ilmi mahiyeti olan, Kur’an’a tam böyle bir ayine olan bir hakikat arıyorlar. İstismar edilmeyen hakikatler arıyorlar.

 

Bu noktada değişik bir soru daha sormak istiyorum. Nur Cemaatlerinin bu kadar ayrışmış olması, değişik guruplara ayrışması zararlı mı yoksa faydası mı oldu?

 

Ben şahsen bir hüküm veremem, bunu da şöyle okuyorum. Bu meselelerin içinde olduk, bir çok şeye de muttali olduk, üzüldüğümüz dönemler oldu, fakat yanlış olan şunlardı, yanlış olan bir mü’minin bir diğer kardeşine buğzetmesi aleyhinde düşünmesi, selamı kesmesi, çekememesi idi, bunun çok zararını gördük. Ama bir imtihan, kader müsaade ettiğine göre elbette hikmetleri var, demek ki biz bir kısım sıkıntıları yaşamadan bazı gerçekleri algılayamıyoruz. Mizaç farklılıkları olabiliyor, insanın hisleri karışabiliyor ve her insanın hata yapma mecburiyeti var.

 

Yani eğer yapılan bir hatadan sonra iki insan veya insanlar arasında bir kopukluk meydana geliyorsa ve bunun üzerinden bir süreç geçtiği halde bu geçen süreç içerisinde kısa ve orta vadede düzelmiyorsa o zaman ben inanıyorum ki, hüküm verecek kadar inanıyorum ki, iki taraf da hatalıdır. Çünkü bir taraf hatalı olmazsa hatalı olmayan taraf acır insafla muamele eder ve mesele hallolur, çözülür. Hallolmuyorsa demek ki iki tarafta da hata var.

 

Onun için baştaki ihtilaflar nedeniyle hepimiz nefisle beraber şeytanın oyuncağı olduk, zaten düşman hazır fırsatları bekliyor, o da zaten işin içinde o da fırsatları bekliyor, tabi yeri gelince bunları kullanıyor. Bizi biri birimize düşürmüş de olabilirler.

 

Ama zaman içerisinde, şunu gördüm ve bununla kendimi teselli ediyorum, bu durumdan insanlar muzdaripler, üzülmüşler ve sonra  hadiselerle Risalelerdeki meselelerin inceliklerini anlayınca bunların çoğunun beyhude olduğunu anlamışlar tekrar münferit, mevzi birbirleriyle tekrar muhabbet etmişler hemhal olmuşlar sonra da bu biraz daha inkişaf etmiş şimdi görüyorum ki eski kutupluk, irtibatsızlık veya selamı kesmek veya su-i zan, adavet bunlar en asgariye inmiş durumda benim çektiğim fotoğraf bu. Herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle yaşıyor, başkasının noksanı yerine kendi noksanını arıyor, onu tekmil etmeye çalışıyor. Bunları görüyorum bunlar güzel gelişmeler.

 

Başkasını inkar etmek yerine “o da okusun bende okuyayım, maksatta beraberiz, ne kadar eller, omuzlar yükün altına girerse o kadar memnun olmak lazım”, yeri geldiğinde tebrik ve dua, yeri geldiğinde işbirliği etmek lazım. Bu kadar büyümüş hizmeti, bu kadar büyümüş cemaatleri organize etmenin zorluğu değil, imkansızlığı da görünüyor. Bu bakımdan bakarsanız hani herkes yanlışlarını öğrendi, aşırılıklarını öğrendi, nefsinin nasıl aldandığını öğrendi bunlardan dolayı ders aldı inşallah!...

 

Hizmetler o sayede inkişaf etti/ediyor değil mi?

 

Hizmet o sayede bir yarış halinde, herkes kendi hizmetine kuvvet vermeye çalışınca da inkişaf etti, her şahsın eksiği var, her cemaatin artısı var eksisi var, artık eksilerle uğraşmanın zamanı değil de, biri birine mütemmim olma zamanıdır. Maksatta da ittifak zamanıdır. Ben diyelim ki bin kişiyim, öteki de üç bin kişi, ötekide beş yüz kişi, ötekide on bin kişi, peki köyümüze mahallemize bakalım Antep’e bakalım Türkiye’ye bakalım 70 milyon, bu yetmiş milyon içinde bunlar şunlar onlar topladığımızda çoğunun dışarıda kaldığını görüyoruz.

 

Niye birbirimizle uğraşıyoruz ki. Yani alan geniş hedef büyük mizacı meşrebi nereyi uygun buluyorsa oraya gitsin orası hoşuna gitti teşvik et. Hem sana muhabbeti ve dostluğu devam etsin hem gitsin maneviyatını kurtarsın. Yeri geldiğinde de işbirliği yaparsınız, kaynak aynı, hedef aynı, yani bu kısır döngüye, bağnazlığa, tekelciliğe son vermeliyiz. Biz farklı değiliz ki, biz maddi ekonomik işbirliği yapmıyoruz ki biz manevi hizmetler yapıyoruz.

 

Zaten Risale Haber olarak bizim de yapmak istediğimiz şey budur. Cemaatlerde çok değerli insanlar var. Kendini iyi yetiştirmiş, meselesini çok iyi bilen arkadaşlar var. Amacımız bu insanları konuşturmak, onların tecrübelerini, birikimlerini yeni nesillere aktarmaktır. Bu sayede hem tanışmış olmak, hem fikir alışverişi yapmak, yani hem tearüf, hem teavün sırrını yerleştirmektir.

 

Evet haklısınız. Cemaatler çok büyük tecrübe kazandılar. Ama, -ben en başta söylediğim bir şey var- çok donanımlı arkadaşlarımız var çok mühim bir kapasiteye ulaştılar ama bunların çoğu atıl duruyor. Ben buna üzülüyorum. Buna ben de dahilim. Çünkü cevelan edecek şartları bulamıyoruz, bulamıyorlar. İnşallah önleri açılır, her biri hizmetin bir meselesine sahip çıkar ve insanlık kurtulur.