Bilim ve Risale-i Nur'da Bilimsel Yaklaşım

Bilim ve Risale-i Nur'da Bilimsel Yaklaşım

Bediüzzaman muhtelif bilim dallarının varlığını düzenin varlığına ve düzenin varlığını da bir düzenleyenin varlığına delil olarak görür

Prof. Dr. Yunus Çengel'in yazısı

Bilgi veya ilim, içten gelen bir anlayışımızın olduğu ve gördüğümüzde tanıdığımız şeylerden biridir. Ancak bilgiyi tam olarak tarif etmek ve onun tam bir tanımını vermek kolay değildir. Çünkü bilgi ancak madde-dışı akıl gözü tarafından görülebilen madde-dışı görünmez bir ışıktır, ve onu kelimelerle ihata etmek mümkün değildir. Bildiğimiz biyolojik göz, maddî ışık vasıtasıyla varlıkların görünen yani dış yüzünü görür. Işık vasıtasıyla olan bu göz ziyafeti bir ışık âleminin varlığını gösterir, ve onun kaynağına işaret eder. Gündüzleri dışarıdaki her şeyi açıkça görmemiz, güneşten gelen ışığın her yere ulaşıyor ve alınıp yansıtılıyor olmasındandır. Varlıkların dış yüzlerinin görülebiliyor olması, etrafta bir ışık katmanının varlığına delildir. Çünkü lâmba ve bazı radyoaktif maddeler gibi kendinden ışık saçanlar dışında varlıkların yapılarında ışık yoktur. Dolayısıyla güneş batınca veya lambalar söndürülünce bütün varlıklar adeta karanlığa gömülür, ve gören göz görmez olur. Görmenin bir başka çeşidi, göz yerine akıl ile görmektir, bu da maddî ışıkla alâkası olmayan manevî ilim ışığı ile olur. Fizikî âlemdeki ışık varlıkların dış yüzünü ve fizikî özelliklerini, ilim ışığı ise varlıkların iç yüzünü ve hikmetini gösterir.

Çağımız bilişim ve iletişim çağıdır, ve araştırmalar neticesi varlıklar ve olaylar hakkındaki bilgimiz her geçen gün artmaktadır. Pozitif bilimlerde ilk adım gözlemdir. Atomdan galaksilere her şeyin sağlam bir ilmî yapısı vardır ve her şey adeta bir ilim ağı ile örülmüştür. Bilimsel araştırma, varlıkların bu ilmî vücudunu tam ve doğru olarak ortaya çıkarma gayretidir. Bu da varlıkların yapısındaki bilgi pırıltılarını gözlemlemek ve bunların kaynağı olan ilim güneşini akıl gözüyle görebilmektir. Örneğin bir hücrenin kütlesi bir gramın milyarda biri kadardır. Ama bu çok küçük hücrede gözlenen ilim, ciltlerce kitabı doldurmakta ve bu hacim her geçen gün artmaktadır. Fizikî uzunluğu milimetrenin yüzde biri olan bir hücre içinde yüzlerce ilim insanı yıllardır yürümekte, ama bir türlü bitirememektedirler. Bir başka deyişle evren bir ilim sofrası, okunmayı ve anlaşılmayı bekleyen hikmet dolu gizemli bir kitaptır. Bediüzzaman da evrenin bu cihetine ‘kitab-ı kebir-i kâinat’ ibaresiyle sık sık vurgu yapar.

Evrende her şeyin ilim ile yapılıyor olması ve varlıklardan adeta ilim ışıldaması evrende her şeye nüfuz eden yaygın bir ilim ışığının varlığını gösterir – aynen elmastaki ışık pırıltılarının çevrede yaygın bir ışık aleminin varlığını göstermesi gibi. Ancak varlıkların temel yapıtaşlarında “ilim” diye maddî bir unsur yoktur, ve dolayısıyla varlığı konusunda hiçbir şüphe bulunmayan ilim madde değil mânâdır. Ve evrende yerçekimi kuvveti gibi her şeye nüfuz eden ve zaman ve zemin üstü yaygın bir ilim katmanı vardır. Bu madde-dışı (mânâ) ilim katmanından gelen ilim ışığı bildiğimiz ışıktan farklı olarak maddî beden gözü ile değil manevî akıl gözü ile algılanabilir.

Bediüzzaman varlıklardaki ölçülülüğü ve bu kapsamlı nuranî ilim âlemini Allah’ın ‘Alim’ ismiyle irtibatlandırır:

“İşte aynen bütün zîhayat ve enva'-ı mahlukat, zerrattan tâ manzume-i şemsiyedeki seyyarata kadar[parçacıklardan güneş sistemindeki gezegenlere kadar];öyle tam bir müvazene ve zerre kadar şaşırmaz bir düzgün ölçü hükmetmesi, ihatalı [kapsamlı]bir ilme kat'î delalet ve parlak şehadet eder. Demek ilmin her delili, Zât-ı Alîm'in mevcudiyetine dahi delildir. Sıfat mevsufsuz olması muhal ve imkânsız olmasından bütün hüccetleri Alîm-i Ezelî'nin vücub-u vücuduna kuvvetli ve gayet kat'î bir hüccet-i kübradır [başlangıcı olmayan Alim bir Zat’ın varlığının gerekliliğine kuvvetli ve oldukça kesin bir büyük delildir].”[1]

Keza Bediüzzaman, ilmi Allah’ın önde gelen bir sıfatı olarak takdim eder, ve ışığın güneşi gösterdiği gibi ilmin de her şeyi bilen Alim bir zatı gösterdiğini ifade eder:

“Evet, nasıl ki rahmet, rızk-ı acaibiyle güneş gibi kendini gösterip perde-i gaybda bir Rahman-ı Rahîm'i kat'iyyetle isbat ediyor; öyle de yüzer âyât-ı Kur'aniye’de mevki alan ve kudsî yedi sıfattan bir cihette en birincisi olan ‘ilim’ dahi, nizam ve mizanın hikmetleri ve meyveleriyle güneş ziyası misillü kendini gösterdiği gibi; bir Alîm-i Küll-i Şey'in mevcudiyetini kat'iyyetle bildirir. Evet, insanın şuuruna, ilmine delalet eden düzgün, ölçülü sanatı ile; insanın Hâlıkının ilmine, hikmetine delalet eden hüsn-ü hilkat-i insan muvazenesi; aynen yıldız böceğinin gecedeki ışığının lem'acığının, gündüzde güneşin ihatalı ziyasına nisbeti gibidir.”[2]

Hatta Kastamonu’da yanına gelip “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” diyen bir grup lise talebesine şu cevabı vermiştir:

“Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.”[3]

Yani Bediüzzaman’a göre hiç Allah’tan bahsetmiyor gibi görünen fen kitapları ve belgeseller de aslında mütemadiyen Allah’tan bahsediyorlar – aynen bir yağlı boya eseri hakkında yazılan her kitap veya makalenin dolaylı da olsa o eserin ressamından bahsediyor ve onu tarif ediyor olduğu gibi.

Bediüzzaman muhtelif bilim dallarının varlığını düzenin varlığına ve düzenin varlığını da bir düzenleyenin varlığına delil olarak görür:

“Âlemin herbir nev'ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavaid-i külliyeden [genel kaidelerden] ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nev'de olan hüsn-ü intizamına keşşaftır. Demek cemi' fünun, hüsn-ü intizama birer şahid-i sadıktır [tüm bilimler düzenin güzelliğine birer doğru şahittirler].”[4]

Bediüzzaman teknoloji harikası bir minimakina olan bir mikrobu nazara vererek tüm varlıklardaki ilim ve şuur boyutlarına dikkat çeker, ve varlıkların şuursuz ve ilimsiz sadece sebep-sonuç ilişkileriyle arka plandaki tabiat kanunları ile açıklanamayacağını ifade eder:

“Göz ile görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlahiye’yi hâvidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücud ve ademi mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zarurîdir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünki o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş'et ettiğini iddia eden adam, esbabın her bir zerresine Eflatun'un şuurunu, Calinos'un hikmetini i'ta etmekle beraber; o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcud olmasını itikad etmelidir. Kezalik nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şamil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarlarınca, tesir-i hakikîyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır.”[5]

Modern bir örnek vermek gerekirse, cep telefonları tüm mekanik, elektrik, ve elektromanyetik kanun ve prensiplere tam uyumlu olarak çalışır. Ama cep telefonunun varlığı, bu tür doğa kanunlarının doğal bir sonucu değildir. Eğer dünyada ilim, irade, sanat, ve şuur sahibi insanlar olmasaydı, bugün cep telefonu diye bir şey olmayacaktı. ‘İnsanlar olmasaydı bile dünyada zaman içinde kendi kendini kopyalayan bir cep telefonu oluşacaktı, ve yeryüzüne inen bir uzaylı yerden armut toplar gibi cep telefonu toplayacaktı’ iddiasının hiçbir bilimsel dayanağı ve geçerliliği yoktur.

İkinci bir örnek olarak, Kapadokya vadisinde birbirinden farklı yüzlerce peri bacalarına bakan bir kişi, bunların yağmur, dolu, ve rüzgar gibi kast ve irade ile alakası olmayan kör tabiî olayların etkisi sonucu oluştuğu kanaatine varabilir. Çünkü peri bacaları arasında hiçbir nizam ve intizam yoktur, hiç bir gaye ve faydalılık gözetilmemiştir, hiçbiri bir özenle yapılmamıştır, ve yapımlarında hiçbir kural ve kaide kullanılmamıştır. Aynı şey yeraltı mağaraları için de söylenebilir. Ama peribacalarının altındaki yeraltı şehirlerine inen ve oradaki evleri, merdivenleri, sütunları, duvar ve tavanlardaki resimleri ve sanatlı işlemeleri, ve hatta havalandırma bacalarını gören kişi derhal bunların akıl ve ilim sahibi varlıklar yani insanlar tarafından yapıldığını anlar – etrafta hiç bir insan görmese bile. Çünkü gaye gözeterek, özenerek, ölçerek, faydalılığı esas alarak, ve sanatla yapmak ancak ilimle olur. Bu yaklaşım ‘akıllı tasarım’ görüşüne paralellik göstermektedir. Ancak Bediüzzaman orada durmaz, ve ‘tasarım varsa tasarlayan vardır’ kaidesince tasarımdan tasarlayana bir pencere açar.

Bilginin öndegelen kaynakları beş duyuya dayalı gözlem ve deney, akıl yürütme, yazılı veya sözlü bilgi iletimi, ilişkilendirme (association), ve algılamadır. O yüzden, bilgi edinme beş hisle beraber altıncı hissi (ilham) ve muhakeme mekanizmasını da devreye sokar. Bilgi edinme, insanlarda, içsel aydınlanma ve büyüyen bir farkındalık olarak kendini gösterir. Bilgi, görüş ve inançlardan farklılık arz eder. İnançlar bireysel önyargı içerir. Görüşler bireysel önyargı ile beraber şüphe de içerir. Bilgi, yüksek seviyede bir kesin doğruluk ihtiva eder ve bireysel önyargılardan ve şüphelerden uzaktır. O yüzden bilgi bazen ‘makul doğru inanç’ olarak tanımlanır. Bilgi, aklın kabul ettiği ve vicdanın tasdik ettiği bir şeydir.

Fiziğin Evrimi (The Evolution of Physics)[6] adlı kitabında Albert Einstein görülen ve görünmeyen hakkında hiçbir zaman kesin bilgi elde edemeyeceğimizden ve dolayısıyla bilinen gerçeklerden hareketle mutlak gerçekliğe erişilemeyeceğini ifade eder:

“Fiziksel kavramlar insan aklının eseridir, ve pek öyle gibi görülmüyor olsa da, dış dünyaca kesin hatlarla belirlenmiş değildir. Bizim gerçeği anlama gayretlerimiz, kapalı bir saatin mekanizmasını anlamaya çalışan bir adamın uğraşısı gibidir. Adam saatin yüzünü ve hareket eden akrep ve yelkovanını görüyor, ve hatta saatin tiktaklarını işitiyor, ama saatin kapağını hiç bir şekilde açamıyor. Kişi eğer zeki ve hayal gücü kuvvetli biriyse, gözlemlediği her şeyin sebebi olan mekanizmanın bir resmini oluşturabilir. Ancak bu kişi zihninde oluşturduğu resmin, gözlemlerini açıklayacak tek resim olduğu konusunda asla kesin emin olamaz. Resmettiği mekanizma ile gerçek mekanizmayı hiç bir zaman karşılaştıramaz, ve böyle bir karşılaştırmanın imkanını veya anlamını hayal edemez.”

Gözlemlenen şeyde (saatin yüzü ve hareket eden parçaları) kesinlik ve birlik vardır, fakat gözlemlenemeyen kısımda (saati çalıştıran kapalı mekanizma) belirsizlik ve görüş ayrılıkları vardır. O yüzden, gözleme dayalı doğa bilimlerinde, görülmeyen kısımlarla ilgili görüşler görünen kısımla ilgili gerçeklerle kolayca karıştırılabilir, ve genellikle görüşler gerçeklerle birlikte paketlendikleri için gerçek olarak algılanabilir.

İnsanlarda sunulan bilgiyi doğru veya yanlış olarak değerlendirip kabul veya red merkezi olarak görev yapan iki merkez vardır: Akıl ve vicdan. Akıl evrensel mantık kurallarını kullanarak sunulan her şeyi mantık terazisinde tartar. Vicdan ise doğuştan gelen temel insani değerler ve edinilen etik kurallara göre hüküm verir. O yüzden, akıl dış müfettiş olarak görev yapıp hüküm verirken vicdan içeriden ve diğer iç hislerle irtibatlı olarak çalışır. Hem akıl hem de vicdan, sunulan önermenin doğru bilgi olarak kabul veya safsata diye reddedilmesinde önemli rol oynarlar. Birine göre doğru bilgi olan bir şey başkasına göre hezeyan olabilir.

Hak din ile doğru bilimin kaynağı birdir ve Bediüzzaman gerçek din ile doğru bilim arasında ihtilaf olamayacağını ifade eder. ‘Bu hakikat, dine münafîdir’ ibaresini ‘kelime-i hamka’ yani ‘ahmakça bir söz’ olarak niteler. Bediüzzaman devamla

“Bürhan-ı kat'î ile sabit olan [doğruluğu kesinleşmiş]bir şeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından [aykırılık] havfeden [korkan] adam, hâlî [tekin] değil.”[7]

Gerçek din ile doğru bilimlerin birbirine karşı çalışan muhalifler değil birlikte çalışan müttefikler olması gerektiğini söyler. Bunun sebebi tüm doğru bilimlerin kaynağının Allah’ın ‘Hakim’ ve ‘Alim’ isimlerinin olması, kutsal metinlerin kaynağının da Allah’ın kelam sıfatının olması, ve tevhidin iki başlılığa izin veremeyeceğidir. Eğer dinle bilim arasında bir çelişki var gibi görülüyorsa, bilimsel gerçeğin hakikaten gerçek olduğu teyid edilip kutsal metin doğru olarak yorumlanmalı, ve görünürdeki çelişki giderilmelidir. Bediüzzman doğru dinin akıl ile çelişemeyeceğini, eğer bir çelişki var gibi görülüyorsa aklın esas alınacağını ifade eder:

“Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz [muaraza, çekişme] ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”[8]

Çünkü akıl, tüm insanlar için geçerli ve birleştirici bir referanstır. İslam aklı devre dışı bırakmaz ve dinî bir mesele genel aklın kabul edemeyeceği bir şekilde yorumlanamaz.

Kesin delillere dayalı doğru bilim dinde yanlış yorumlamalara engel olabileceği gibi doğru din de bilime doğru yönde ilerlemesi için ışık tutacaktır. Albert Einstein’ın ‘Dinsiz bilim topal, bilimsiz din kördür’ sözünde ifade edildiği gibi, birbirini inkar hem dine hem bilime zarardır. Örneğin tıp bilimi dinin öngördüğü gibi her şeyin kör tesadüfler zinciri sonucu olma yerine en mükemmel yaratılışta olduğu görüşünü benimsemiş olsaydı, ne anne sütüne ‘daha üstün’ bir mama arayışına girerdi, ne de menapoza giren bayanlara estrojen hormonu tedavisi başlatma hatasına düşerdi. Bilim insanları Einstein gibi evrenin dışına çıkıp yaratılışa yaratan tarafından bakarak evrenin nasıl işliyor olması gerektiği konusunda bilimin önünü açıcı teoriler üretirdi.

Bilgi Kaynağı Olarak Empirisizm (Deneycilik) ve Rasyonalizm

Bilginin nihai kaynağı deneyciler (empirisist) ile rasyonalistler arasında her zaman bir anlaşmazlık konusu olmuştur. Empirisistlere göre en güvenilir bilgi kaynağı gözlem ve deney yoluyla beş duyusal tecrübedir. Rasyonalistler bu yaklaşımı çok kısıtlayıcı bulmakta, ve güvenilir bilgi kaynağının beş duyu yoluyla elde edilen bilginin çok ilerisine geçtiğini iddia etmektedirler. Rasyonalistler akıl ve muhakemeyi ciddi bir bilgi kaynağı olarak görmekte, örnek olarak da matematik, etik değerler, ve tümevarımı vermektedir. Empirisistler tecrübeye dayalı olmayan bilgiye şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Onlar beş duyuya dayalı tecrübeleri kavram, fikir, ve bilgi için tek güvenilir kaynak olarak görmekte, ve dolayısı ile bilgiye soncul (postpriori) – ilgili bir tecrübeden sonra oluşan bir şey – olarak bakmaktadırlar. Rasyonalistler buna ilkcil (a priory) – ilgili bir tecrübe yaşamadan önce – bilgi sahibi olmanın mümkün olduğu iddiasıyla karşı çıkmaktadırlar.

Hislerin yanılabilir olup aklın tek güvenilir bilgi kaynağı olduğu düşüncesi Sokrates ve Plato’ya kadar uzanır. Rasyonalist düşünce çizgisi duyulardan kaynaklanan bilginin güvensiz olduğunu savunan Rene Descartes gibi önde gelen filozofları da kapsar. Çoğu rasyonalist tek başına önsezi veya önseziye dayalı genellemelerin belli bir sahada bilgi kaynağı olabileceği fikrini savunan tümevarım tezine katılırlar. Önsezi bir iç histir, ve bilgi girdilerini tartmak için gerekli mantikî öngörüyü sağlar. Biz gelen bir bilgiyi akıl gözüyle görüp mantık terazisiyle tartarız, ve böylelikle onu teyit ederek doğru bir inanç oluştururuz. Geçerli argümanlar kullanarak, önseziyle elde ettiğimiz bilgiden genellemeler de yapabiliriz. Bu önsezi ve genellemeler duyusal bir tecrübe gerektirmeden ilksel bilgi kaynağı da olabilir – matematik ve etik değerler gibi. Mantıklı öngörünün gücüne bağlı olarak, önsezi ve takip eden genellemeci muhakeme, değişen kuvvetlerde inançlar oluşturabilir. Rasyonalizmin ‘iç bilgi’ yorumu iç bilgimizin akıllı varlıklar olarak bizim doğamızın parçası olduğunu, ve beş duyuya dayalı tecrübelerin bu bilgilerin farkına varmamız için sadece tetikleyici bir rol oynayabileceğini ve dolayısıyla tecrübelerin kendilerinin bilgi kaynağı olamadığını ileri sürer. Radikal rasyonalistler önsezinin yanılamayacağını ve dolayısıyla gerçek bilgiyi temsil ettiğini iddia ederken anayol rasyonalistler önsezinin yanıltıcı olabileceğini kabul ederler, ve içe doğan bilgilerle gerçeği ayrı tutarlar.

Doğa bilimleri doğal olarak madde evren ile yakından ilişkilidir. Bilgi üretimi için bilimsel metodu takip ederler, ve dolayısıyla çalışmalarında esas olarak empirisizmi (deneyciliği) kullanırlar. Bilimsel araştırmalarında dikkatle tasarlanmış ve icra edilmiş deneylere başvururlar, ve başkaları tarafından teyit veya tekzip edilmeye açıktırlar. Doğal bilimciler, varlığı fizik kanunlarına tabi olan maddeden ibaret olarak görmeye meyillidirler, ve haliyle tüm sorularına cevapları maddi varlıkların hareketlerinde ve değişimlerinde ararlar. Ancak kayda değer istisnalar da vardır. Örneğin Einstein, izafiyet teorisine temel oluşturan ve sonradan başkaları tarafından gerçek gözlem ve ölçümlerle teyit edilen bilgileri zihinsel eksersiz ve matematiksel sağlama yoluyla mantıksal empirisizm ile türetmiştir. Keza, hassas hesaplamalar gösteriyor ki galaksilerdeki yıldızları bir arada tutan çekim kuvvetinin görünen kütle ile sağlanması mümkün değildir. Bu yüzden, fizikçiler yaygın olarak sadece aklî muhakemelere dayanarak, ilave çekim kuvvetini sağlayan ve ‘karanlık madde’ denen bir tür görünmeyen maddenin varlığına inanırlar. Varlığı hakkında direkt bir deneysel delil olmamasına rağmen, hesaplar gösteriyor ki karanlık madde evrenin % 25’ini teşkil etmektedir.

Doğru bilgiyi direkt tecrübe şartına bağlayan ve diğer doğruluk iddialarını reddeden empirisizmden farklı olarak, rasyonalizmin kesin bir çizgisi yoktur, ve değişik rasyonalist yaklaşımlar mevcuttur. Bazı rasyonalistler saf akıl ve muhakemeyi bilgi edinmek için yeterli görürken diğerleri bir miktar deneysel delili şart koşmaktadır. Empirisizm ve rasyonalizm arasındaki bu zıtlaşmanın önemli bir sebebi, bu iki yaklaşımın uygulama sahalarının birbiriyle karıştırılmasıdır. Eğer her iki yaklaşım kendi doğru sınırları içine çekilirse, aralarındaki didişme asgari seviyeye inecektir.

Beş duyumuz madde evren ile alakalıdır ve dolayısıyla fizik, kimya, ve jeoloji gibi fizik bilimleri empirisizmin temel uygulama sahasıdır. Kaldı ki algılanan şeylerden bir anlam çıkarma ve genelleme yapma içsel bir tümevarım tarzında rasyonalizmi gerekli kılmaktadır. Benzer bir argüman psikoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimler için de verilebilir. Matematik gibi fiziksel evren ile direkt alakalı olmayan sahalar en iyi rasyonalizm ile çalışılmaya uygundur. Bilim felsefesi gibi konularda hem empirisizm hem de rasyonalizm uygulanabilir, ve her iki yaklaşım gerektikçe birbirini tamamlamak için kullanılmalıdır. Bilimsel metot empirisizme dayanır, ve dolayısıyla kullanımı gözleme dayalı fen bilimleri için uygundur. Ancak fen bilimi dışındaki sahalarda elde edilen bilgiyi bilimsel metot kullanılmadığı için tanımamak açıkça önyargıdır.

Empirisizm ve rasyonalizm birbiriyle rekabet eden veya birbirini inkar eden değil, birbirini tamamlayan iki metot olarak dikkate alınmalı, ve gerçeği bulma yolunda bu iki metot birbirleriyle bir çelişki içinde olmamalıdır. Mesela, akıl ve mantık yürüterek elde edilen bilgi deneysel çalışmalara dayalı teyit edilmiş bilgi ile asla çelişmemelidir. O yüzden, gerçeğe dayalı fen bilimi dallarında (gözleme uygun araştırma sahaları) bilimsel metodu kullanarak elde edilen bilgiler esas alınıp aklî muhakemeler destek rolünde gözlemlere dayalı verileri süzgeçten geçirmek, boşlukları doldurmak, ve bulguları genellemek için kullanılmalıdır. Ancak empirisizm hatadan masun değildir, ve bir şey illa gördüğümüz gibi değildir. Örneğin yüzyıllar boyu basit gözlemlere dayanarak dünyanın evrenin merkezinde olduğu ve güneşin dünya etrafında döndüğü düşünüldü. Ancak sonraları dikkatli ve önyargısız gözlemler bu eski felsefeyi çürüttü ve aksini gerçek olarak tesis etti. Bu yüzden empirisizmle elde edilen ham veriler her zaman mantıklılık ve tutarlılık için kontrol edilmeli, ve doğruluğu kanıtlanmış gerçekler ışığında süzgeçten geçirilmelidir.

Pluto gezegeni keşfedildiği 1930’dan beri güneş sisteminin dokuz gezegeninden biriydi. Fakat 24 Ağustos 2006’da Prag’da Uluslararası Astronomi Birliği Genel Kurulu yeni bir kriter kullanarak gezegenleri yeniden tanımlayan bir teklifi onayladı, ve yeni tanım Pluto’yu gezegen listesinden çıkardı. Yani Pluto ile ilgili onun statüsünü değiştirmeyi gerektirecek gözleme dayalı yeni bir bilgi olmadığı için bu durumda rasyonalist yaklaşıma empirik yaklaşıma kıyasla öncelik verildi. Tabi gezegen olma kriterlerinin tekrar değişmeyeceği konusunda hiç bir garanti olmadığı için Pluto gelecekte tekrar gezegen listesinde yerini alabilir.

Tıp bilimleri ve eczacılıkta deneylere dayalı ve tedavi ve korunma tedbirlerinin dayanağını oluşturan tıbbi ‘gerçek’lerin tersine çevrilmesi ve dünkü doğruluğuna inanılan şeylerin bugün tıbbi yanlış bilgiler arasında yerini alması hiç de nadir değildir. Sınırlı gözlemlere veya araştırmalara dayalı olarak çıkarılan hükümler, bir pazıldaki tüm resmi yerlerine konmuş sınırlı sayıda parçalara bakarak tahmin etmeye benzer. Bilhassa çok yönlü ve geniş kapsamlı meselelerde, sınırlı sayıda deneysel gerçeklere dayanarak tüm bir gerçeği ortaya çıkarmaya çalışırken dikkat edilmelidir. O yüzden deneysel bulgular da deneyler ne kadar dikkatle ve iyi kontrol edilmiş ortamlarda yapılmış olursa olsun hatadan masun değildir. Ve deneylere dayalı olmak, doğruluğuna yaygın olarak inanılan bir şeyin aslında yanlış olmaması için bir garanti değildir. Rasyonalizm hayalleri gerçeklerden ayıklamada değerli bir araç olabilir.

Keza, empirisizmin eli fen-dışı bilim sahalarına uzanamaz. O yüzden, empirisizm geçerli olmadığından dolayı, fen-dışı bilim dallarında önsezi ve akıl yürüterek elde edilen bilgileri reddetmek hiç de akla uygun bir davranış değildir. Delil dışsal olduğu ve herkese açıkça gösterilebildiği için fenlerle ilgili bilgileri kabul etmek elbette zorunludur. Ama delil içsel olduğu ve sunulan akli muhakemeler bazılarınca ikna edici bulunduğu halde bazılarında ikna edici bulunmadığı için fen-dışı bilgilerde durum böyle değildir, ve evrensel mutabakat beklenmemelidir.

Bediüzzaman hem akli muhakemeye dayalı genel bilimlerin hem de gözlem ve deneylere dayalı fen bilimlerinin önemine dikkat çeker ve gelecekteki hâkimiyetine vurgu yapar:

“Elbette nev'-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”[9]

Bediüzzaman, İşarat-ül İcaz eserinde “İslâmiyet’in menşei ilim, esası akıl” olduğunu söyler, “hakikatı kabul ve safsatalı evhamı reddetmek”[10] İslâmiyet’in şânından olduğunu ifade eder. Kur’an’daki ‘akıl etmezler mi’[11], ‘tefekkür etmezler mi’[12], ‘düşünmezler mi’[13] türü ifadelerle İslamiyet’inaklı ve ilmi şahit tuttuğunu dikkatlere arz eder.

Bediüzzaman bir rasyonalist gibi önermelerin değerlendirilmesinde ve aşırılıklardan kaçınılmasında mantık, uyumluluk, ve tutarlılık testlerinin önemine vurgu yapar:

“Mantığı ve belâgatı rehber etmek gerektir.” “Hadd-i evsatı [orta yol] gösterecek, ifrat [aşırılık] ve tefriti [tersine aşırılık] kıracak yalnız felsefe-i şeriatla[dinin mantığı, hikmeti] belâgat ve mantık ile hikmettir[fenler].”[14]

O yüzden Bediüzzaman hem rasyonalizmi hem de empirisizmi yerli yerinde kullanıldıkları sürece geçerli yaklaşımlar olarak görmektedir. Kendisi de bu metotları uygun gördükçe kullanmaktadır.

Pozitivizm

Pozitivizm deneycilik veya empirisizmin gerçek bilgiyi beş duyu ile algılanabilen miktarla sınırlayan katı bir şeklidir. Fransız filozof Auguste Comte tarafından 1830’larda ortaya atılan ve 19uncu yüzyılın ikinci yarısında tüm Avrupa’ya yayılan pozitivizme göre gerçek bilim sadece bilimsel metot ile gözlem ve deneylere dayalı olarak elde edilen fen bilimidir. Pozitivizm bilginin test edilebilir, mantığa uygun, ve beş duyu aracılığıyla gözlemlenebilir olmasını şart koşar. Pozitivizme göre ispat akli muhakemelerle değil sadece deneysel olarak yapılabilir, ve tezlerin evrensel geçerliliği olmalıdır. İç duyular ve önsezi gibi diğer kaynaklara dayanan bilgiler anlamsızdır. Pozitivizm her tür metafiziği ve olayların ilk sebebi ve kaynağı ile ilgili argümanları reddeder. Dolayısı ile pozitivist felsefe kendini beş duyu yoluyla deneysel olarak teyit edilen gözlemlenebilir ‘pozitif’ gerçeklerle sınırlar. Fen bilgileri gerekirse ortaya çıkan yeni bilgiler ışığında değişebilir.

İlginçtir ki deneysel olarak teyit veya tekzip edilemeyeceği için pozitivizmin kendisi gerçek bilgi tanımına uymamaktadır. O yüzden pozitivizm ideoloji kategorisine daha uygundur, ve positivist bakış açısı ‘bilimcilik (scientism)’ akımı olarak tanımlanabilir. Pozitivistler direkt gözleme dayanmayan ve dolayısıyla test edilmesi mümkün olmayan tüm bilgileri yanlış olarak olmasa da anlamsız olarak nitelerler, ve görmezden gelirler. Ancak birçok filozof bu yaklaşımı eleştirmiş, ve bu aşırı sınırlayıcı yaklaşımı saçmalık olarak nitelemiştir. İlk bakışta pozitivist yaklaşım gözlemlere dayandıkları için fizik, kimya, ve jeoloji gibi madde alemiyle ilgili doğa bilimleri için uygun görülebilir. Ancak kuantum mekaniği açısından bakılınca gözlemcinin varlığı gözlemin sonucunu etkilediği için bu bile tartışmaya açıktır. Pozitivist yaklaşımın diğer bilim dallarına, hatta sosyal bilimlere, teşmil edilmesi dirençle karşılanmış, ve çoğu sosyal bilimci ve tarihçi çalışmalarında pozitivizmi kaale almamışlardır. Keza, fizik kanunlarına dayanarak, yarın sabah güneşin saat kaçta doğacağını gayet hassas olarak biliriz. Ancak pozitivizm bu bilgiyi test edilemeyeceği için reddedecektir (bizim hislerimiz an ile sınırlıdır, ve geleceğe nüfuz edemez). O yüzden pozitivizm bir çok bilim dalı için uygulanabilir değildir, ve dolayısıyla bilgi için genel bir kriter olarak kullanılamaz.

Bediüzzaman pozitivist akıma tabi olan, ve bilgiyi, gözlem ve deneylerle elde edilen kısımla sınırlıyan kişiler için ‘aklı gözüne inmiş, kalbsiz, maneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş’[15] tabirlerini kullanır. Aklın dairesinin göz dairesinden, kalb dairesinin de akıl dairesinden çok daha geniş olduğuna dikkat çeker.

Beş duyu ve deneycilik (empirisizm ve bilhassa pozitivizm) bilgi edinme mekanizmalarından sadece birisidir. Laboratuarlarda denenmeye uygun olmayan ve dolayısıyla doğruluk veya yanlışlığı ölçümlere dayalı olarak belirlenemeyen bilgileri bilim-dışı ilan etmek bilimsellik değil önyargı ve taassuptur. Pozitivist yaklaşım gözlem ve deneye dayalı fen bilimleri için geçerli olabilir, ama bilim fen bilimlerinden ibaret değildir. Bir bakkalın terazisi ancak ağırlığı yani yerçekimine tabi olan şeyleri tartar. Teraziyle ölçülemediği için sıcaklığı, uzunluğu, elektrik yükünü, zamanı, ve ışığı görmezden gelmek ve hatta inkar etmek bilimsellik değil bakkallıktır. Bilgi ışığını alıp ölçen terazi akıldır, ve bilginin kendisi gibi akıl da madde-dışıdır. Bilgiyi sadece maddede yansıyan miktarıyla sınırlamak bilgiye haksızlıktır, ve bilim ve onun işleme merkezi olan aklı maddeleştirmeye kalkmaktır. Bu ise eşyanın tabiatına zıttır ve imkânsızı talep etmektir. Çünkü maddenin temel yapı taşlarında ne bilgi vardır, ne de akıl.

Bir örnek vermek gerekirse, bilimsel olarak net bir şekilde ortaya konmuştur ki sigara kansere sebep olan en kuvvetli maddelerden biridir. Sigara kullanımı akciğer kanseri ile yakından ilişkilidir, ve ABD’de akciğer kanseri ölümlerinin yüzde 90’ının sorumlusu sigaradır. Günde bir paket sigara içen bir adamın akciğer kanserine yakalanma riski içmeyenlere kıyasla 10 kat daha fazladır. Keza, sigara içenlerin kalp krizi geçirme riski içmeyenlere göre 6 kat daha fazla olabilmektedir.[16] Bu istatistik bilgilere bakan sıradan bir kişi için sigaranın kansere sebep olduğu bilgisi gayet açıktır, ve akıllı bir kişinin sigaradan uzak durması gerekir.

Rasyonalist biri için, ‘sigara kansere sebep olur’ önermesi devasa gözlemsel delille şüpheye yer bırakmayacak tarzda doğrulandığı için doğru bilgidir. Ama pozitivist biri için bu önerme yanlıştır, çünkü bazı sigara içenler kanser olmamakta ve dolayısıyla önermeyi yanlışlamaktadırlar. Benzer şekilde, pozitivist bakış açısından, ‘alkollü araba kullanmak trafik kazalarına sebep olur’ önermesi de alkollü araba kullanan birçok kişinin kaza yapmadığından dolayı yanlıştır. Bu örnekler katı bilimsel metoda dayalı katı pozitivizmin uygulanabilirliğinin cansız varlıklarla sınırlı olduğunu ve canlı varlıklar, bilhassa insanlar, için geçerli olmadığını teyit etmektedir. Rasyonel bir yaklaşım sergileyerek, tüm dünya, kişinin kendine verdiği zararından dolayı sigara içmeyi zorlaştırmakta ve başkalarına olan potansiyel zararlarından dolayı da alkollü araba kullanmayı yasaklamakta birlik içindedir.

Hükümetler vatandaşlarını bilgi ile donatmak ve sigara içme ve alkollü araba kullanma konularında davranışlarını değiştirmek için gözlemsel çalışmalardan çıkarılan verilere dayalı gerçeklerle onların akıllarına hitap ederler. Bediüzaman da Risale-i Nur’da din ve iman ile ilgili konularda gözlemlerden kaynaklanan akli muhakemelere dayalı gerçekleri ortaya koyarak aynı şeyi yapar. Bediüzzaman ihtimal hesapları kullanarak inançsızlık yerine inanç ve itaati tercih etmenin, aynen sigara içmek yerine içmemeyi tercih etmek gibi, aklın gereği olduğunu tartışır:

“Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarfetmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder. Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse; hâlbuki kazanç ihtimali binde birdir. Sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimal ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?”[17]

Ayrıca din, sigara içmek gibi, bir ‘tercih’tir. Determinist positivist yaklaşım ‘zorlama’ veya ‘zorunluluğu’ netice vereceği için dinin genel felsefesi ile uyumlu değildir. Örneğin bir kişinin yer çekimi kanununa uymama seçeneği yoktur.

Bilgi Oluşturma Araçları Olarak Tümevarım ve Tümdengelim

Beş duyu ile ilgili tecrübeler, arka plandaki evrensel fenomenin yansımaları olan ve onlara işaret eden bilgi ışıltılarının fark edilmesini sağlar. Bir fenomen ile ilgili olarak akla gelebilecek her deneyi yapmak ne mümkündür ne de pratiktir. O yüzden, yeterli sayıda gözlemden sonra, veri noktalarını ‘eğer bir bilgi tüm gözlenen durumlar için doğruysa, tüm durumlar için doğrudur’ düşüncesiyle genellemek gerekir. Evrensel nitelikte bilgi elde etmek, bir şekilde sınırlı sayıda olaylardan esinlenerek bir kanun, prensip, genelleme, sonuç, veya hüküm çıkarma işlemi olan tümevarım ve çıkarımsal yaklaşımı şart koşar. Bu, bir bakıma, ‘noktaları birleştirme’ oyunu gibidir: Herkesin görebileceği gibi bir sayfa üzerine konan noktalar gerçektir, ve doğru olarak yerleştirilmişlerdir. Ancak noktalar çizgilerle bağlanmadığı sürece bu noktalardan bir anlam çıkaramayız. Resmi tamamlarken çok sayıda yeni nokta üretiriz, ve resim ortaya çıktıkça tek tek noktalar önemlerini kaybeder.

Deneysel çalışmalar bize zihinsel olarak haritasını çıkarabileceğimiz bilgi setleri veya veri noktaları temin eder. Yeterli sayıda noktamız olunca (veya olduğunu düşününce) zihinsel olarak onları birbirine bağlayarak o noktalar üzerinde anlamlı bir resim inşa ederiz. O yüzden katıksız veya radikal empirisizm evrensel bilgi arayışları için yeterli bir metot değildir, ve tümevarım yoluyla bir miktar rasyonalizmin devreye girmesi zorunludur. Örneğin evrensel enerjinin korunumu prensibi (veya termodinamiğin birinci kanunu) enerji iletimi ve dönüşümü ile ilgili sınırlı sayıda tecrübelere dayalı olarak tümevarımla ortaya konmuştur. O yüzden de bu evrensel prensip içsel akıl yürütmenin bir sonucudur. Bu bilgi ışığıyla donanınca, enerji dönüşenleri ihtiva eden deneyler sırasında ne olacağını zihinsel olarak daha deneyler yapılmadan görebiliriz. Yani olacak olayları daha olmadan öngörebiliriz, ve böylelikle yeni bilgi üretiriz. Benzer şekilde, tümevarım ile tarih ve arkeolojide yapıldığı gibi, şu andaki gözlemlerimize dayanarak geçmişi de öğrenebiliriz.

Çıkarımsal akıl yürütme ile yapılan genellemelerin kesinlik dereceleri muhteliftir, ve her zaman doğrulardan başlandığı halde tümevarım ile yanlışa varma riski de vardır – aynen doğru noktaları yanlış bağlayarak yanlış resmi elde etmek gibi. Ancak bu risk alınmaya değer, çünkü bu tür teşebbüsler olmadan hiç bir bilimsel gelişim ve ilerleme sağlanamaz. Bir vecizede dendiği gibi, eğer bir şey ördek gibi görülüyor, ördek gibi yürüyor, ve ördek gibi ötüyorsa, o ördektir ve bu konuda çekimser durmanın anlamı yoktur. Ayrıca, her zaman hakikati bulma peşinde olan insanlığın neticede eğriyi doğrudan ayıracağına güvenmek gerekir. Bazı yanlış teşhisler yüzünden tıp bilimini devre dışı bırakmaya razı değilsek, doktorların sınırlı sayıdaki belirtilere bakarak tümevarım veya çıkarımsal bir yaklaşımla teşhis koymaya devam etmelerine rıza göstermek zorundayız. Keza, zamanımızda verilerin çoğu başka yerlerde üretildiği ve bilimsel tümevarım güvenilir kaynaklardan güvenilir şekilde iletilen verilere bağlı olduğu için, empirisistlerin direkt duyusal algılamaları aşıp doğru haberi doğru bir bilgi kaynağı olarak kabul etmeleri gerekir. Ve biz de her şeyi yerli yerine oturtmak ve elimizin altında olan verilerden en doğru manayı çıkarmak için sağlam bir muhakemeye dayanmalıyız.

Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı’nda sağlam bir mantık silsilesi kullanarak çıkarımsal tümevarım sahasında muhteşem örnekler verir. Örneğin varlık âleminde her şeyin ilimle beraber sanatla yapıldığı gözleminden hareketle (kelebeğin canlı bir uçan makine olmakla beraber bir sanat harikası da olması gibi) sanatkârın sıfatlarına ulaşır:

“Mâlûmdur ki; mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel sanatlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel bir program ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delâlet eder. Demek ruhun mânevî güzelliğidir ki; ilim vasıtasıyla sanatında tezahür ediyor. İşte şu kâinat, hadsiz mehâsin-i maddiyesiyle, bir mânevî ve ilmî mehâsinin tereşşuhatıdır. Ve o ilmî ve mânevî mehâsin ve kemâlât, elbette hadsiz bir sermedî hüsün ve cemâlin ve kemâlin cilveleridir.”[18]

Bilgi Kaynağı Olarak Doğru Haber (Nakil)

Doğru haber (testimony) – başkalarının bilgisine dayalı bilgi – uzun yıllardır yaygın olarak kullanılan ve doğruluk ihtimali direkt olarak kaynağın güvenilirliğine bağlı olan bir bilgi türüdür. Otantiklik için sıkı testlerden geçen yazılı belge ve doğruluk testlerinden geçen sözlü ifade – mahkemelerde çapraz sorgu gibi – güvenilir bilgi kaynaklarıdır. Örneğin bir mahkeme sırasında doğru sözlü iki şahidin ifadesi suç tespiti ve zanlıyı itham edildiği suçla mahkûm etmek için yeterlidir. Bir kere hüküm verilince, suç işleme sadece bir ihtimal olmaktan çıkıp doğru bilgiye döner. Ve aksini gösteren DNA testleri ve zorlayıcı yeni fizikî delil gibi daha güvenli bir habere dayalı olarak yanlışlanıncaya kadar bu böyle kalır. Mahkemelerde iddiaların bilgiye dönmesi için gerekli olan şey mutlak kesinlik değil (ki zaten sağlanması mümkün değildir) suçun makul bir şüphenin ötesinde tesis edilmesidir.

Tarih, insanlarla ilgili geçmiş olayların genel anlatım, analiz, ve yorumu ile alakalı olan ve amacı, yazılı kayıtlar (resim ve oymalar dâhil), sözlü anlatımlar, ve fizikî yapı ve kalıntılar şeklindeki günümüze kadar gelmiş otantik tarihi belgelere dayanarak geçmişin doğru bir kaydını oluşturmak olan bilim dalıdır. Tarih, yoruma dayalı doğasından dolayı bazılarınca beşeri bilim olarak görülmesine rağmen araştırmalarında artan oranda geniş manada bilimsel metodu kullandığı için genellikle sosyal bir bilim olarak kategorize edilir. Tarihçilerin karşılaştığı temel zorluk eldeki yazılı, sözlü, ve fizikî şekildeki sınırlı parçalara – bilhassa bunların da kıt olduğu zamanlarda – dayanarak bütünün inşa edilmesidir. Tarihi bir olayın anlatım tarzında tekrar ortaya konması, bir miktar otantik gerçeklerle beraber boş kareleri doldurmak için değişen miktarda hayal gücü gerektirir. O yüzden, tarih hala bir sanat unsuru ihtiva eder, ve değişik tarihçilerin geçmiş bir olayı aynı tarihi belgelere dayanarak anlatmaları, bu sınırlı belgeleri yorumlamalarına ve boşlukları nasıl doldurduklarına bağlı olarak değişik olabilir.

Beş duyumuzla direkt bir ilişkisi olmamasına rağmen gerçek hayatta doğru haber muhtemelen en büyük bilgi kaynağıdır. İnternet, televizyon, radyo, gazete, kitap, ve telefon – hatta okulda öğretmen ve işyerinde mesai arkadaşları – yoluyla daimi şekilde bilgi bombardımanına maruz kalıyoruz. Bilgimizin sadece küçük bir kısmı beş duyumuz aracılığıyla direkt tecrübeye dayanır. Örneğin okuduklarımızı ve işittiklerimizi doğru bilgi kabul ederek hiç görmediğimiz halde New York hakkında epey bilgi sahibi olabiliriz. Keza, hiç görmediğimiz halde, kutup ayıları hakkında çok şey öğrenebiliriz. İçinde yaşadığımız çağ, daimi şekilde üretilen ve anında tüm dünyaya iletilen bol miktarda bilgi yüzünden ‘bilişim ve iletişim çağı’ olarak bilinmektedir. O yüzden doğru haberi ve iletilen bilgileri güvenilir bir haber kaynağı olarak kabul etmeyip kulakları kapatmak orta çağ karanlıklarına tek yönlü bilet almaya eşdeğerdir. İletilen bilgi elbette mantıksal tutarlılık ve akla uygunluk gibi testlere tabi tutulmalı, ve güvenli olmadığı kanaatine varılırsa reddedilmelidir. Ama her halükarda doğru haberin büyük bir bilgi kaynağı ve tarihin geçerli bir bilim dalı olduğu gerçekleri sabittir.

Bediüzzaman akıl süzgecinden geçmiş nakli yani doğru haberi Risale-i Nur’da bir ilim kaynağı olarak kullanır. Böylelikle rasyonalizmle doğru haberi bağdaştırır:

“Mâdem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashâb-ı akıl ve nakil mânen ittifak etmişler ki: Mevcûdât, şu âlem-i şehadete münhasır değildir. Hem mâdem zâhir olan âlem-i şehadet, câmid ve teşekkül-ü ervaha nâmuvafık olduğu halde bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş. Elbette, vücud ona münhasır değildir. Belki daha çok tabakat-ı vücud vardır ki, âlem-i şehadet onlara nisbeten münakkaş [nakışlı] bir perdedir.”[19]

“Evet, zaman-ı Âdem'den beri bütün semavî kitablar ve dinler, meleklerin vücudlarına ve ubudiyetlerine ittifakları ve bütün asırlarda melekler ile konuşmalar ve muhavereler, kesretli tevatür ile insanlar içinde vuku bulduğunu nakil ve rivayetleri ise, görmediğimiz Amerika insanlarının vücudları gibi, meleklerin vücudlarını ve bizimle alâkadar olduklarını kat'î isbat eder.”[20]

Doğa Bilimleri ve Bilimsel Metot

Bilim, evren hakkında sürekli olarak sistematik bir tarzda bilgi edinme ve biriken bilgi kitlesini başkalarının deney veya muhakemeyle teyit veya tekzibine açık genel prensiplere indirgeme işlemi olarak tanımlanabilir. Bilimler felsefeden çıkmıştır, ve fiziksel evren hakkındaki araştırmalar ve evrenin nasıl çalıştığını anlama çalışmaları ‘doğa bilimleri’nin konusu olmuştur. Pozitif veya müsbet bilimler olarak da bilinen fen bilimleri, canlı ve cansız âlemlerde gözlenen fenomenlerle ilgilenen bilim dallarıdır. Fen bilimleri doğaları itibarıyla evrenseldir ve hepimiz aynı evreni paylaştığımız için tüm insanların ortak malıdır. ‘Fen bilimi’ (science) terimi bugünkü modern anlamını 19uncu yüzyılda deneye dayalı bilimsel metodun gelişimiyle kazanmıştır.

Çoğu bilim dalları gibi, fen bilimlerinin de kökleri felsefe ve dine uzanır, ve gözlem ve deneye dayalı bilimsel metodun ön plana çıktığı 17nci yüzyıla kadar bu çerçeve içinde gelişmeye devam etmiştir. Merak ve bağımsız düşüncenin tahrikiyle, ilk doğa bilimciler, evrensel düzenin temellerini keşfetmeye ve varlıkların temel mahiyetini anlamaya çalıştılar. Sokrates öncesi filozoflar varlıklar için mitolojik izahları reddetmiş, ve gözleme dayalı rasyonel bir zemin oluşturmaya kalkışmışlardır. Anaximander evrendeki her şeyin tabiat kanunlarınca idare edildiği ve kuvvetler tarafından kontrol edildiği fikirleri ve sorulara cevap bulmak için deneylere başvurduğu için bazı kişilerde ilk fen bilimci olarak kabul edilir.

Fen bilimleri, doğa fenomenlerini araştıran ‘doğa bilimleri’ (eskiden ‘doğal felsefe’ denirdi) ile insan davranışları ve toplumları araştıran ‘sosyal bilimler’ (eskiden ‘moral felsefe’ denirdi) olarak iki geniş kategoriye ayrılabilir. Doğa bilimleri fizik bilimleri (fizik, kimya, astronomi, vs) yer bilimleri (fiziki coğrafya, jeoloji, hidroloji, meteoroloji, vs) ve hayat bilimleri (biyoloji, zooloji, botanik, genetik, tıp, vs)’nden ibarettir. Sosyal bilimler psikoloji, sosyoloji, antrepoloji, ve ekonomiyi kapsar. Her dal birçok alt dallara ayrılmıştır (örneğin fizik, mekanik, optik, elektrik, parçacık fiziği, termodinamik, vs dallara ayrılmıştır). Ağırlıklı olarak istatistiğe dayalı bilim dallarına ‘yumuşak bilimler’ denir.

Fen bilgileri test edilebilir ve dolayısıyla yanlışlanabilir teori ve kanunlara indirgenir. Bilimsel metot şu unsurları kapsar: (1) Deney ve gözlem yoluyla veri ve delil toplamak, (2) veri ve delilleri indirgeyerek bir hipotez formüle etmek, (3) hipotezi test etmek, (4) muhakeme ile tüm tutarsızlıkları gidermek, ve (5) ilave deney ve muhakeme ile hipotezi doğrulamak. Bilimsel metodu kullanarak elde edilen bilgi birikimine de ‘fen bilgisi’ veya kısaca ‘bilim’ denir. Sistematik olarak çalışılan sahalara da fen bilimi denmesi yaygındır. Fen bilimlerinin amacı doğal fenomeni daha iyi anlamak ve izah etmek için bilgi edinmektir. Bu da varlıklara özelliklerini veren iç mekanizmalarının inceliklerini açığa çıkararak ve dolayısıyla perde arkasında doğal fenomeni idare eden görünmez makineleri dışa vurarak yapılır.

Fizikî varlıklar için deney alanı, modern deney teçhizatı ve iyi eğitilmiş teknisyenlerle donatılmış modern laboratuarlardır. Hipotezler, dikkatli ölçümlerden elde edilen veriler ışığında doğrulanır veya yanlışlanır. Sonrasında doğrulanmış bilgi ‘gerçek’ olarak kabul edilir, ve yanlışlanmış bilgi de ‘gerçek-dışı’ olarak çöpe atılır. Burada belirleyici faktör, deneylerden elde edilen verilerdir. Doğrulukları tesis edildikten sonra bile bilimsel teoriler daha hassas deneylerden elde edilmiş yeni verilerle yanlışlanmaya açıktır. O yüzden fen bilimlerinde ‘mutlak doğruluk’ nadirdir. Gözleme dayalı araştırmalarda tüm evren bir gözlemevi olur. Psikoloji ve sosyoloji sahalarında yeni bilgi sırasıyla bireylerin ve birey gruplarının davranışlarındaki ortak özellikleri dikkatle gözlemleyerek elde edilir. Tıp bilimi, sağlık ve tedaviyle ilgili bilgi edinilmesinde hem laboratuar çalışmalarına hem de gözlemsel çalışmalara yer verir.

Fen bilimleri beş duyuyla algılanan gerçeklikle ilgilidir, ve ‘nedir’ sorusuna cevap bulmaya çalışırlar. Test edilemeyen şeyler fen bilimlerinin ilgi sahasının dışındadır. Fen bilimlerinin amacı fizikî alemde meydana gelen olayların arkasında yatan fiziksel fenomeni anlamak, tanımlamak, ve formüle etmek, ve sonra da gelecekte benzer olayların nasıl oluşacağını önceden tahmin etmektir. Bir fenomen için gözlemler yoluyla yeterli bilgi edinilince, fenomen tatminkar bir şekilde tanımlanmasa bile, gelecek için öngörüler ve genellemeler yapılabilir.

Bilim çok defa görüş, inanç, ve genellemeler ile karıştırılır. Bunun sonucu olarak da bilim-dışı bilgiler bilim olarak sunulur. Karmaşıklıktan sakınmak için, bilimin objektif bilgi ile ilintili olduğu ve ‘nedir’ sorusuyla ilgilendiği unutulmamalıdır. ‘Bilimsel’ bilgi gözlemlenebilir fenomene dayalıdır, ve başkaları tarafından doğrulanmaya veya yanlışlanmaya açıktır. Bilimin amacı varlıkların ne olduğunu muhakemeden süzülerek geçmiş beş duyuya dayanarak izah etmektir, ama bundan sonuç çıkarmamaktır. Beş duyu ile hissedilen kısma dayanarak araştırılan fenomenin hissedilmeyen kısmı hakkında çıkarılan sonuçlar ve yapılan genellemeler fen bilimi değil felsefedir. (Yine de fen bilimi olan ile olmayan kısımlar arasındaki çizgi açıkça çizilmiş değildir). O yüzden, doğru yapıldığı zaman, önyargısız tüm gözlemciler aynı şeyi gözlemleyeceği için fen bilimlerinde fikir birliği, tümevarımlar (genellemeler) çok kez kişisel önyargıları yansıttığı için de felsefede fikir ayrılığı vardır.

Bediüzzaman fen bilimlerinin beş duyuya dayalı olmasını onların doğasının bir gereği olarak kabul eder, ve duyularla direkt gözlemlere dayalı olan fen bilimlerini adeta insanlığın duyuları olarak takdim eder. İnsanları da fenler yoluyla gelen ve arka plandaki yüksek düzeni gösteren bilgileri doğru yorumlayıp doğru çıkarımları yapmaya davet eder:

“Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikra-i tâm ile, yani umumî bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kadir değilsen, insanların telahuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı [duyguları] hükmünde olan fünun ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.”[21]

Bediüzzaman’a göre eğer dünya bir insan olsaydı, fenler onun çevresini algılamasını sağlayan hisleri olurdu.

Bilimsel metot gözlemlere ve dikkatli muhakemelere dayanır. Fen bilimleri duyularla algılanan şeyi akıl ve mantık zemininde analiz eder. Algı alanını aşan tümevarımlar fen bilimlerinin kapsamı dışındadır. Canlı organizmaların değişik şartlar altında davranışlarını sistematik olarak incelemek fen bilimidir, ama dünyada hayatın nasıl başladığı hakkında kurulan teori fen değildir. O yüzden hücre biyolojisi üzerine yazılı tüm kitapların birbiriyle uyumlu olması ama hayatın kaynağı hakkında yaygın fikir ayrılıklarının olması sürpriz değildir. Tabi bu demek değildir ki hayatın nasıl başladığını araştırmak geçerli bir bilimsel faaliyet değildir. Faydalı bilgi üretimi ile ilgili tüm çalışmalar bilimselliğin bir parçasıdır. Fen-dışı bilgilerin başarısı gözlenen fenomen ile uygunluk derecesine, mantık kuralları ile uyumluluğa, ve akla ne derece hitap ettiğine bağlıdır. Fenlerle bağdaşmayan ve akla uygun gelmeyen fen-dışı bilgiler doğal olarak pek kabul görmeyecektir. Mantıksal tutarlılık ve ikna edici argümanlarla gayet iyi desteklenmiş fen-dışı bilgiler de insan aklı tarafından aynen gözlem ve deneylere dayalı fen bilgileri gibi ‘gerçek’ olarak algılanacaktır.

Mevcut bilgilerle bağdaşıklık, gözlemlere uyumluluk, akla uygunluk, ve mantıksal tutarlılık ortaya atılan tezlerin değerlendirilmesinde önemli ölçütlerdir. Mantıken tutarlı olma zorunluluğu, safsataları belirlemek ve onları ayıklamak için etkin bir mekanizma olarak görev yapar. Bu, fizik gibi doğa bilimlerinde bile, ‘düşünce deneyleri’ ile yaygın olarak yapılmaktadır. Düşünce deneylerinin kullanımı için motivasyon açıktır: Bu deneyler hızlı, düşük maliyetli, kurulması kolay (çünkü fizik alemi yerine hayal aleminde kuruluyor), ve bilhassa tezlerin çürütülmesinde son derece etkilidir. Deneysel çalışmalar çok zaman alıcı ve pahalı olduğu gibi bazı fenomenler için (örneğin kara deliklerle ilgili olanlar) laboratuarlarda gerçek deney tesisatlarının kurulması mümkün değildir. Albert Einstein fizikte gayet iyi tasarlanmış düşünce deneyleri konusunda ünlüdür. Bediüzzaman da son derece gerçekçi senaryolar kurup onları akıl ve bilgi ışığında irdeleme konusunda mahir bir ustadır. Bediüzzaman sık sık kullandığı ‘Hiç mümkün müdür ki …’ ibaresiyle insanları değişik fikirleri ısrarla mantık terazinde tartmaya davet eder.

Sosyal ve Beşeri Bilimler

Fizikî beden dışında insan olma ile alakalı ve dünyayı anlama ve ondan bir anlam çıkarmaya yönelik akademik dallar beşeri bilimlerin sahası olarak bilinir. Sosyal bilimler, doğa bilimleri ve beşeri bilimler ile güzel sanatlar dışındaki sahaları kapsar, ve doğa bilimleriyle beşeri bilimler arasında bir yerde konuşlanır. Sosyal bilimler psikoloji, sosyoloji, felsefe, siyasal bilimler, tarih, insan coğrafyası, antropoloji, arkeoloji, ekonomi, uluslararası ilişkiler, hukuk, ve kamu yönetimini kapsar. Bunlardan antropoloji, tarih, ve hukuk, beşeri bilimler sınırında yer alır, ve bazen de araştırma metodolojisine göre öyle kategorize edilir. Hem sosyal bilimler hem de beşeri bilimler faydalılığı bazen açıkça görülebilen bazen de görülmeyen bilgi üretmek ve onu yaymak için vardırlar ve her iki bilim sahası da bilgi-tabanlı topluma geçişe katkı yaparlar.

Beşeri bilimler insanın bir insan olarak kendini tanımasına yardımcı olur ve olayların oluş sebeplerini anlama yerine olayları yorumlama becerileri kazandırmayı hedefler. Beşeri bilimler eğitimi kültürlü ve sanat anlayışı olan ve bizi çevreleyen dünyadan anlam çıkarmaya ve somut yorumlar yapmaya meyli olan dört başı mamur bireyler yetiştirmeyi amaçlar. O yüzden beşeri bilimler aynı zamanda “kültürel bilimler” olarak da adlandırılır. Beşeri bilim ve sanat eğitimi insanların geniş bir perspektif, çok yönlü bir karakter, kendine has bir kişilik kazanmasına yardımcı olur, ve kişisel gelişime ve ‘insan gibi insan’ olmaya ciddi katkı yapar. Bilgi üretiminde bile kâr-güdümlü kapitalistik düşüncenin hakimiyeti ve bunun sonucu olarak maddi kazanç, yatırım ve hızlı getiriye yapılan dar görüşlü vurgu dikkatleri doğa bilimlerine çevirmiştir, ve bilgi üretiminin fenleşmesini netice vermiştir. Bu trend muhtemelen beşeri bilimlerin fen bilimleri ile daha çok entegre olmasını ve artan oranda daha kuantitatif olmasını netice verecektir.

Sosyal bilimler bilimsel metodu uygulanabilirliği ölçüsünde kullanmaya gayret ederler, ama beşeri bilimlerin böyle bir derdi yoktur. Edebiyat (hikâye, şiir, tiyatro, vb) ve dil öğrenme genellikle beşeri bilimlerin parçası olarak kategorize edilir. Fakat dil bilimleri (linguistics) dillerle ilgili çalışmalarında bilimsel bir yaklaşım kullandığı için genellikle sosyal bilim olarak gruplanır. Felsefe ve din bilimleri sosyal olgulara (fenomen) bir izah getirmeye çalıştıkları sürece sosyal bilim olarak kategorize edilirler. Ancak vurgu anlamaya ve takdir etmeye döndüğü zaman beşeri bilim olarak sınıflandırılırlar.

Doğa bilimleri deneysel olarak doğrulanabilir sonuç üretirler, ve yeni teknolojiyi yeni ürünlere dönüştürmeye iştahlı olan firmalarca yüksek talepte olan bilgileri sunacak bir konumdadırlar. Yüksek öğrenim kurumlarında beşeri bilimler faydalılık ve pazarlanabilir becerilere artan oranda yapılan vurgu yüzünden ikinci sınıf muamelesi görmektedirler. Çalışmalarını meşrulaştırmak ve faydalılıklarını ispatlamak için sosyal bilimler dünyanın insani yüzünü araştırırken deneysel çalışmalara ve matematik modellemelere başvurarak doğa bilimlerini taklit etmeye gayret etmektedirler.

Bilimsel araştırmalar deneylere, gözlemlere, ve akıl yürütmelere dayanır. Bu çalışmalar işlenmemiş bilgileri içeren ham verilerin toplanmasını, bilgilerin analiz edilip sınıflandırılmasını, mantıksal tutarlılık açısından kontrol edilmesini, ve genellemeyi içerir – aynen ekonomideki arz-ve-talep kanunu genellemesi gibi. Fizik ve kimya gibi cansız maddelerle alakalı bilim dalları için deney yapma bilimsel araştırmaların önemli bir kısmını teşkil etmektedir. İnsan ve insan topluluklarının davranışları ile alakalı bilim dalları ise gözlemsel olarak karakterize edilir, ve genellikle gözlem ve akıl yürütme yoluyla ilerler.

Fizik ve yer bilimleri fizik kanunlarınca tam olarak kontrol edilen ve belli bir etkiye her zaman aynı tepkiyi veren cansız madde ile ilgilidirler. Örneğin bir nehre bırakılan bir tahta parçasının hareketi, ilgili fizik kanun ve prensiplerini kullanarak gayet doğru olarak önceden belirlenebilir. Bitkiler gibi hür iradesi olmayan canlılar için de durum böyledir. Ancak fizik kanunlarına tabi fizikî bir bedenle birlikte hür iradeye sahip olan insanlar için durum tamamen farklıdır. Netice olarak, su içinde oynama veya nehrin bir tarafına doğru yüzme gibi ortak bazı özellikler dışında kimse suya bırakılan bir kişinin ne yapacağını kesin olarak bilemez. O yüzden, sebep ve sonuç ilişkileri doğa bilimlerinde gayet geçerlidir ve çıkarılan genel sonuçlar başkaları tarafından teyit edilebilir. Üstelik sonuçlar evrensel olarak geçerlidir. Keza, doğa bilimleri gözlemsel ve deneysel çalışmalara ve dolayısı ile en katı anlamda modern bilimsel metoda son derece uygundur. Ama akılsız moleküller yerine serbestçe düşünen bireylerden oluşan toplumlarla uğraşan sosyal bilimler için durum hiç de öyle değildir. Sonuç olarak, sosyal bilimler çok defa ‘yumuşak fenler’ olarak kategorize edilir, ve metodoloji olarak da geniş klasik anlamda bilimsel metodun kendilerine özgü bir şeklini kullanırlar.

Sosyal bilimler çoğunlukla gözlemlere, deneylere, ve toplanan verilerin istatistik analizine dayanır. Pozitif doğa bilimleri gibi, sosyal bilimler de araştırmalar esnasında metodik, mantıken tutarlı, ve uyumlu bir yaklaşım kullanmalı, ve diğer araştırmacıların eleştirel incelemelerine açık olmalıdır. Sosyal bilimler, sonunda mümkün olan en objektif metodu kullanarak sosyal fenomenleri ve onları üreten sosyal dinamikleri belirlemeyi ve anlamayı hedefler. Şu anlaşılmalıdır ki sosyal bilimlerin sahası karakter olarak doğa bilimlerinden farklıdır, ve dolayısıyla sosyal bilimler doğa bilimlerinde kullanılan kriterlerle değerlendirilmemelidir. Bazı doğa ve hatta sosyal bilimciler, insan ve toplum davranışlarının karmaşıklığı, etki ve sonuç ilişkilerinde evrensellik ve kesinliğin olmayışı, ve hassasiyetle kontrol edilebilen deneylere uygunsuzluğu yüzünden sosyal bilimlerin bir müspet bilim dalı (science) olarak kabul edilemeyeceğini iddia etmişlerdir. Gerçekten de molekül ve fiziksel cisimlerden farklı olarak insanlar ve toplumlar, maruz kaldıkları aynı durumlara aynı şekilde tepki vermemektedirler. Ancak yine de sosyal bilimler dikkatli gözlemlere ve mantıken tutarlı akli muhakemelere dayalıdırlar, yanlışlamaya açıktırlar, ve faydalı bilgi üretiminde önemli bir rol oynamaktadırlar. O yüzden de genellikle müspet bir bilim dalı (science) olarak kabul edilirler.

Bilim Dalları Olarak Felsefe, Din ve Teoloji

‘Bilgelik sevgisi’ anlamına gelen ve ‘derinlemesine anlama’ ve ‘içsel aydınlanma’ anlamlarını çağrıştıran felsefe, mantıksal muhakeme yoluyla varlık hakkındaki gerçekleri araştırmayla ilgili bir bilim dalıdır. Böyle olunca, felsefe, araştırma metodu olarak temelde rasyonalizme ve dolayısıyla empirisizm yerine akıl yürütmeye dayanır. Felsefenin ilgilendiği konular deneysel çalışmalara pek uygun olmadığı için bu zaten beklenen bir şeydir.

Felsefenin amacı varlıkların özdeğerlerini ve anlamlarını keşfetmek, ve varlıkların oluşumları ve birbirleriyle olan ilişki ve etkileşimleri ile ilgili incelikleri ortaya çıkarmaktır. Felsefe perde arkasında olaylara hükmeden ve varlıkları karakterize eden temel kavram ve prensiplerle ilgilidir, ve her bilim dalının kendisiyle ilgili temel kavram ve prensiplerini araştıran bir felsefesi vardır. Örneğin ‘Bilim Felsefesi,’ fen bilimlerinin temelleri, sonuçları, ve metodolojisiyle ilgilidir.

Felsefenin bazı ana kolları mantık (tartışmalar sırasında zihinsel iç hislere uyumlulukla ve sağlıklı akıl yürütme ile alakalıdır), metafizik (görülen evrenin ötesindeki realitenin mahiyetini, beden-ruh ilişkisini, ve varlığın ne olduğu konularını inceler), epistemoloji (bilgi ile alakalıdır), etik (veya moral felsefe; etik doğruları, ve neyin ne için doğru olduğunu inceler), estetik (güzellik, sanat, haz, ve algılamayı inceler), ve semantiktir (dillerle ve dillerin realite ile nasıl ilişkili olduğunu inceler). Bu kolların bir çok alt kolları vardır. Örneğin dinle alakalı sorularla ilgilenen ‘Din felsefesi’ metafiziğin bir alt koludur.

Teoloji, kutsallık, inanç, Allah’ın mahiyeti, ve dinî öğretilerle ilgili çalışmaları içeren bilim dalıdır. ‘Teoloji’ terimi Yunanca ‘tanrı’ anlamına gelen ‘theos’ kelimesinden gelir, ve dolayısıyla teolojiye ‘Allah ve inanç ile ilgili çalışmalar’ olarak bakılabilir. Teoloji doğru haber ve dinî otoritelerin öğretileri ile beraber akıl yürütmelere dayanır, ve kutsal ile diğer varlıklar, bilhassa insanlar, arasındaki ilişkileri sistematik bir şekilde araştırır. Teolojinin temel ilgi alanı teizmdir – yani bir veya birçok tanrının varlığına, bilhassa dünya olaylarına ve insan ilişkilerine müdahale eden kişisel bir Allah’a olan inançtır. Teolojik çalışmalar, tanrıyı anlamayı kolaylaştıran mantıken tutarlı bir yol açmayı, ve dinî öğretileri makul göstermeyi ve izah etmeyi amaçlar. ‘Katolik teolojisi’ ve ‘İslam teolojisi’ gibi terimler belirli inanç ve öğreti sistemlerini belirtmek için kullanılır. Batı felsefecileri çoğunlukla Batı teolojisiyle ve dolayısıyla Hıristiyan geleneğindeki tanrı inancıyla ilgilenirler.

Doğal teoloji, teolojinin vahiy ve kutsal kitapları hiç dikkate almadan sadece akıl ve akli muhakemelere dayalı olan dalıdır. Doğal teoloji, Allah’ın varlığı ve mahiyeti hakkında bilginin rasyonel zeminde sadece yaratıkları gözlemleyerek, zihnen muhakeme ederek, ve anlamlar çıkararak elde edilebileceği tezini savunur. Bu yönüyle, kutsal metinlere dayalı vahyî teolojiden farklıdır. Bir çok teolog doğal teolojiye insan hisleri ve muhakeme gücündeki sınırlılıklar yüzünden şüpheyle yaklaşırlar, ve ilahi yol göstermeyi gerekli bir unsur olarak görürler. Risale-i Nur Külliyatı’ndaki hayal gücü yüksek zihinsel senaryolara ve sunulan akli muhakemelere bakarak, Bediüzzaman’ın son derece parlak bir doğal teolog olduğu söylenebilir. Bediüzzaman doğal teolojiyi vahyî teolojiye ulaşmak ve vahyin yorumu için uygun bir çerçeve oluşturmak için bir platform olarak kullanmıştır. Böylelikle teolojinin bu iki dalını ve akıl ile vahyi birleştirmiştir.

Bediüzzaman, maddeye dayalı pozitif fen bilimleriyle uğraşanların din ve teoloji hakkındaki sözlerinin pek bir değeri olmadığını, çünkü bu iki sahanın birbirinden çok farklı olduğunu söyler – aynen bir mühendisin tıp konusundaki sözlerinin çok bir değerinin olmadığı gibi. Pozitivistlerin görüşleri madde-dışı alanlarda geçerli değildir:

“Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ülemasına dâhil sayılmazlar. Meselâ; büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebaüd eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.”[22]

Keza, “Bir şeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvali hakkında ihtilafları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. ... Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fennî mes'eleleri keşfeden feylesoflar, Hakk’ın esrarını, Kur'an nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise, kalb ve ruhun gördüklerini göremez.”[23]

Bilim ve Sanayi Devrimleri ve Dinin Rağbetten Düşüşü

Batı dünyası 5inci yüzyılda Roma’nın çöküşüyle başlayıp 15inci yüzyılda İstanbul’un düşüşüne kadar süren 1000 yıllık Orta Çağ döneminde ekonomiden edebiyat, sanat, ve bilime kadar tüm sahalarda genel bir durgunluk ve gerileme yaşamıştır. Günlük hayatta din en baskın etken, ve din adamları doğrunun tek temsilcisi idi. Bu çağ Kilise’ye olan kuvvetli itaat ve din adamlarının mutlak otoritesi ile bilinir. Aristotle’nin (M.Ö. 384-322) fiziksel evren ile ilgili dünyanın evrenin merkezi olduğu ve gezegenlerin dairesel yörüngelerde hareket ettiği gibi doktrinleri Kilisenin doktrinleri olarak adopte edildi. Fakat 16ncı yüzyılda Nicolaus Copernicus (1473-1543), Johannes Kepler (1571-1630), ve Galileo Galilei (1564-1642)’nin gözleme ve deneye dayalı çığır açıcı çalışmaları ve ardından 17. yüzyılda Isaac Newton’un (1643-1727) fiziğin 3 temel kanunun formüle etmesi Aristotle’nin doktrinini yıktı ve kilisenin itibarını sarstı. Evren hakkında gözlem, deney, ve muhakemeye dayalı bu yeni bilgi edinme metodu bilimsel metodun temellerini attı ve modern bilim çağını başlattı. Bilgi üzerindeki kıskacını gevşetmeye yanaşmayan dinî otoriteye karşı yapılan bu isyan sonraları ‘bilimsel devrim’ olarak adlandırıldı, ve din-bilim çatışması olarak nitelendirildi. Bilimin gelişmesi ve yayılması kilisenin gittikçe daha çok zemin kaybetmesini netice verdi. Devam edegelen bilimsel buluşlar asırlar boyu süren anlayışları sarstı, ve halkın dünya görüşünü değiştirdi. Ve sonunda akıl yürütmeye dayalı modern düşünce tarzını pekiştirdi.

Dünyanın güneş sisteminin merkezi olması gibi doğruluğu sorgulanmadan yüzyıllar boyu devam edegelen inançları yıkan ve doğal olaylara mantıklı izahlar getiren bilimsel buluşlar Batı’da kilisenin otoritesini ciddi olarak sarstı, ve tüm dinî gerçekler hakkında artan bir şüpheciliğe yol açtı. Her şey kritik olarak sorgulanıyor, ve yeni sorular yeni buluşlara kapı açıyordu. İnanç ve tevekkül çağı yerini muhakeme çağına bırakırken, bilimin temsilciliği de vahiy kaynaklı dinî otoriteden akıl ve gözleme dayalı bilimsel kuruluşlara geçti. Neticede tüm bilinen evren bilimlerin çalışma sahası ilan edildi, ve din metafizik ve moral değerler sahasına çekilmeye zorlandı. Artık kilisenin duruşu zayıflamış, ve dinî gerçeklere güven sarsılmıştı. Fen bilimlerinin baskınlığı mucizeler ve doğa-üstü varlıklardan söz eden kutsal kitaplar gibi tabiat kanunlarını ihlal eden her şeye şüpheyle yaklaşılmasına sebep oldu. 20nci yüzyılın başlarında dine ve her tür kutsala enaniyetle tepeden bakan oldukça başarılı ve bir o kadar da haddini bilmez bir bilim müessesesi vardı. Bilimsel çevrelerde mantıklı bir kişinin Allah’a inanmasının mümkün olamayacağı bile konuşuluyordu. Hatta kimileri fenlerin ve materyalist dünya görüşünün egemenliğinin yaygınlaşmasıyla din ve inancın artık geçmişte kalan şeyler olacağını iddia edecek kadar ileri gidiyordu.

Aynı devrede, benzer değişimler uygulamalı fenler ve mühendislikte de cereyan ediyordu. 18 ve 19ncu yüzyıllarda dünya ‘sanayi devrimi’ olarak bilinen bir endüstriyel devrimden geçti. Başarılı ilk ticari buhar makinesinin 1712’de Thomas Newcomen tarafından yapılması (patenti 1698’de Thomas Savory tarafından alınmıştı) el emeğinden makine gücüne geçişin dönüm noktasını teşkil etti, ve 1775’de James Watt’in kömür kullanımını dörtte bire indiren yüksek verimli buhar makinesi bu değişimi hızlandırdı. Robert Trevithick’in 1801’de başarılı buhar lokomotifi denemesi, Michael Faraday’ın 1821’de elektrik motorlarında kullanılan elektromanyetik dönmeyi keşfi, ve Etienne Lenoir’un 1859’da benzinli motor yapımını başarması ile sanayileşme, toplumun her kesimine nüfuz etmeye başladı. Bu devir çelik yapımından gemi inşasına, tekstil tezgahlarından ulaşıma ve ziraata kadar tüm sanayi sektörlerinin makineleşmesine sahne oldu, ve teknolojiyi en etkin bir güç ve zenginlik kaynağı olarak tesis etti. Sanayileşme ve işçi sınıfının oluşumu zaman içinde politik sistemlerden bireysel düşünceye kadar toplum ve birey hayatının her katmanında kalıcı etkiler yaptı. Ekonomik ve sosyal değişimler bireycilik ve bireysel hürriyetleri doğurdu, ve toplumların moral değer sistemlerini alt üst etti. Artık tüm nazarlar dünyaya ve maddi kazanç ve haz sağlayan şeylere döndü, ve maneviyat ve ahiret düşüncesi geri plana düştü.

17. yüzyılda Newton’un evrendeki düzenin arkasında evrensel bir kütle çekimi olduğunu keşfetmesi, evrenin tabiat kanunları tarafından idare edildiği tarzında yeni bir anlayışa kapı açtı. Bu ve Keppler, Copernicus, ve Galileo gibi geçmiş doğa bilimcilerinin çalışmaları, bazılarında akıl-tabanlı bilimsel yaklaşımın dine uygulanması fikrini uyandırdı. Bu gelişmeler aynı zamanda Allah’ın evreni yarattıktan sonra tabiat kanunları uyarınca harekete geçirip sonra da kendi haline terkettiği görüşlerine ivme kazandırdı. Alfred Montapert’in ifadesiyle, “Tabiat kanunları, dünyanın görünmeyen hükümetidir.” Evreni tabiat kanunlarının yönettiği anlayışı ‘deizm’ denen inanç sistemi veya felsefik görüşünün temelini oluşturdu. Deizm, dar manada teizm (dünya işlerine müdahale eden bir tanrıya inanma), politeizm (birçok tanrının varlığına inanmak), ve ateizm (bir tanrının varlığını tamamen reddetme)’den farklı bir inanç anlayışı getirmiştir.

Bediüzzaman’ın Dine Akıl-Tabanlı (Rasyonel) Yaklaşımı

Geçtiğimiz yüzyılda insanların çoğu için aydınlanma ve uyanışın en üst seviyesi ve medeniyetin zirvesi olarak görülen gelişim ve değişimleri Bediüzzaman bir çöküş ve hayvanlaşma olarak telakki etmiştir. O, maneviyatı kenara itip mutlu bir dünya hayatı vadeden ve insanları etkisi altına alan bu bilimcilik (scientism) ve materyalizm dalgasını insanların hem dünyevi hem de ebedi mutlulukları için ciddi bir tehdit olarak gördü, ve dikkatleri bu büyük tehlikeye çekmek istedi. Bediüzzaman realist bir kişi olarak iman zaafiyetinin farkındaydı, ve itaat ve teslimiyetin zayıfladığı çağımızda davasını ayet ve hadislere bina etmenin etkili olmayacağını biliyordu. Ayrıca, insanlar dünya rahatı ve zevkleri peşinde koşmaktaydı, ve insanların hazır lezzetlerini ilerideki daha büyük muhtemel lezzetler için terk etmelerini istemek sağır kulaklara düşecekti. O halde yapılacak tek şey vardı, ve o da aklî muhakemeye dayalı inançsızlığa yine aklî muhakemeye dayalı inançla karşılık vermek, ve bu dünyada bile en saf, en yüksek, ve en sürekli zevklerin imanda ve iman dairesinde bir hayat sürmekte olduğunu göstermekti. Bediüzzaman, imanla ilgili meseleleri, tüm alternatifleri gözlem, muhakeme, ve mantıksal tutarlılığa dayanarak çürütmek suretiyle gayet ikna edici bir tarzda ispat etmiştir.

Bilimsel ve endüstriyel devrim sürecindeki gelişmeler gösterdi ki hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak, ve din de bu değişim sürecinden nasibini alacaktır. Bediüzzaman, çağın realitelerini doğru okuyan ve onları görmezden gelmek veya karşı çıkmak yerine sahiplenen çağdaş bir düşünür ve din alimidir. O, dine bir müspet bilimci gibi yaklaşmış, ve din ve imanla ilgili bir çok meseleyi aklı zorlayan sorular sorarak ve sonra da mantık ve gözlemler ışığında aklî muhakemelere dayalı cevaplar vererek halletmiştir. O yüzden denebilir ki Bediüzzaman bilimsel metodu dine, ve bilhassa teolojiye uyarlamış, ve bu bilim dallarının sosyal bilimlerde yer almasına katkı yapmıştır. Bediüzzaman kafaları adeta zonklatan sorular sormaktan ve onlara gayet mantıklı cevaplar bulmaktan hiç kaçınmamıştır.

Bediüzzaman’ın yaklaşımı bilimsel yaklaşımla son derece uyumludur. O, tezini objektif gözlemler ve dünyaca kabul görmüş gerçekler üzerine bina eder. Sonra da muhakeme mekanizmasını yoğun bir şekilde devreye sokarak tezini her türlü itiraz ve eleştiriye açar. Bediüzzaman ikna edici argümanlarla tezinin ancak tüm testleri mantıklılık, gözlemlerle tutarlılık, ve bilinen gerçeklerle uyumluluk açısından geçtiğini gösterdikten sonra doğru bilgi olarak kabul etmesi için akla sunar. O yüzden Bediüzzaman, ileri sürdüğü tezleri aklı tatmin edecek tarzda ispat eder. Tezin direkt olarak ispatının mümkün olmadığı durumlarda, dolaylı bir yaklaşım kullanarak tezini anti-tezin imkânsızlığını göstererek ispat eder. Sonra da tasdik için vicdana havale eder.

Bediüzzaman evrene büyük bir kitap ve varlıklara da bu kitabın sayfaları veya satırları olarak bakar. Risale-i Nur’daki tartışmalar çoğunlukla gözlemlere ve aklî muhakemelere dayalıdır, ve dolayısıyla bilimsel metotla tam uyumludur. O yüzden risaleler dinî kitap olmalarına rağmen aynı zamanda bilimsel makaleleri andırırlar. Evrene bir kitap olarak bakanlar arasında Einstein de vardır:

“Biz içinde farklı dillerden bir sürü kitabın bulunduğu büyük bir kütüphaneye giren küçük bir çocuk pozisyonundayız. Çocuk bu kitapları birinin yazmış olması gerektiğini biliyor. Ama nasıl olduğunu bilmiyor. Kitapların yazıldığı dilleri anlamıyor. Çocuk belli belirsizce kitapların organizasyonunda esrarengiz bir düzenin olduğundan şüphe eder, ama bu düzenin ne olduğunu bilmez. Bu bana göre en zeki insanların bile Allah’a yaklaşımı. Biz evreni mükemmel bir şekilde organize edilmiş görürüz ve evrenin belli kurallara uyduğunu anlarız, ama bunları kabaca, belli belirsizce anlarız.”[24]

Bediüzzaman da Einstein gibi deneylerini fiziksel evren yerine düşünce âleminde kurgular. Bir çok risale bir iddia ile başlar, ve ispat ile sona erer. Örneğin, tabiat ile ilgili 23. Lem’a yaratılışla ilgili üç hipotezle başlar, ve şöyle devam eder:

“Evet madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcud sanatlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ bu hayvanı ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor; yani esbabın içtimaında o mevcud vücud buluyor.. veyahud o kendi kendine teşekkül ediyor.. veyahud tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor.. veyahud bir Kadîr-i Zülcelal'in kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-ı kabil oldukları kat'î isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdaniyet, şeksiz şübhesiz sabit olur.”[25]

Bediüzzaman tezini düşünce deneyleri ile şöyle destekler:

“Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun istenildi. Hem hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapılmak îcab etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayatdar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan her birisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz şişelerden her birisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza.. muhtelif mikdarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa o macun zîhayat olamaz, hasiyetini gösteremez. Hem o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Her bir kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, her birisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı mikdarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif mikdarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan mikdar kadar yalnız o mikdar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı?”[26]

Bu örnekle başlayarak Bediüzzaman her bir canlının hikâyedeki canlı macun ve her bir bitkinin canlı bir ilaç gibi olduğunu ve birçok değişik malzemelerden gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkib edildiğini ifade eder. Canlıların sebeplere ve unsurlara isnad edilip “esbab icad etti” denmesinin, aynen eczahanedeki macunun şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derece akıldan uzak ve gerçek dışı olduğunu ifade eder. Sonunda, her şeyin ‘Şu eczahane-i kübra-yı âlemde, Hakîm-i Ezelî'nin mizan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve her şeye şamil bir irade ile vücud bulabilir’[27] olduğunu söyler. Bu tür muhakemeye dayalı argümanlarla Bediüzzaman tüm itirazları bertaraf ederek aklı tatmin ve vicdanı teskin etmeyi amaçlar.

Geleneksel din âlimlerinden farklı olarak, Bediüzzaman, insanları muhakemeyi terkederek ve sorgulanamıyan kutsal kitaplara kayıtsız şartsız teslim olarak iman dairesine girmeye davet etmez. Yani aklı devre dışı bırakarak insanların sadece vicdanlarına hitap etmez. Bunun yerine, herhangi bir dinî meseleyi aklın eline verip akıllara fen bilimlerindeki en katı kriterleri kullanarak meseleyi en eleştirel bir tarzda irdelemeleri için meydan okur. Bediüzzaman dinî meseleleri her türlü sorgulamaya ve eleştiriye açmaktan çekinmez, çünkü sağlam bir akıl ile dinin doğru mesajları arasında bir çelişki olamayacağı konusunda inancı tamdır. Akıl bazı dinî meseleleri bütünüyle kavramakta zorlanabilir; ancak kavrayamamak reddetmek değildir.

Görülen şeyleri dikkatlice analiz edip mantıki çıkarımlar yaparak, Bediüzzaman görmeye alıştığımız basit olaylara perde arkasında hükmeden fenomenlere tünel açarak ulaşmada doğal bilimcilerden daha ileri gitmiştir. Örneğin Bediüzzaman varlıkların tek başlarına veya hep birlikte büyük bilgelik ve mükemmellik işaretleri gösterdikleri gözlemine dayanarak aşağıdaki çıkarımları yapar:

 “Bir eserde kemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder. Fiilin kemali ise, ismin kemaline ve ismin kemali, sıfatın kemaline ve sıfatın kemali, şe'n-i zâtînin kemaline ve şe'nin kemali, o zât-ı zîşuunun kemaline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delalet eder."

"Meselâ: Nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef'alinin mükemmeliyetini gösterir. O ef'alin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın sanatına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir ve o sanat ve sıfatlarının mükemmeliyeti, o sanat sahibinin şuun-u zâtiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir ve o şuun ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü..."

"Aynen öyle de: Şu kusursuz, futursuz ‘Bak, hiç hata görüyor musun?’ [Kur’an, 67:3] sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise; bilmüşahede bir müessir-i zil-iktidarın kemal-i ef'aline delalet eder. O kemal-i ef'al ise, bilbedahe o Fâil-i Zülcelal'in kemal-i esmasına delalet eder. O kemal-i esma ise, bizzarure o esmanın müsemma-i zülcemalinin kemal-i sıfatına delalet ve şehadet eder. O kemal-i sıfat ise, bilyakîn o mevsuf-u zülkemalin kemal-i şuununa delalet ve şehadet eder. O kemal-i şuun ise, bihakkalyakîn o zîşuunun kemal-i zâtına öyle delalet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün enva'-ı kemalât, onun kemaline nisbeten sönük bir zıll-ı zaîf suretinde bir Zât-ı Zülkemal'in âyât-ı kemali ve rumuz-u celali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir.”[28]

Kapanış

Biz her şeyi – kuvvet, sevgi, öfke, ve hatta hayat, görme, işitme vs – ancak etkileri maddede görülünce algılayabiliyoruz, ve tabii olarak her şeyin kaynağının madde olduğu yanılgısına düşüyoruz. Pek de sorgulamadan kendimizi içinde bulduğumuz bu önyargı günümüzde de bilimin üzerine kurulduğu platformu oluşturmaktadır. Bediüzzaman kainat ve varlıklar hakkındaki madde (veya enerji)’den oluşan tek boyutlu görüşe hiç rağbet etmemiş, ve edenleri de eleştirmiştir. Kendisine yöneltilen “Sen necisin, bu meşâhire karşı meydana çıkıyorsun? Sen, bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun!” itirazına da “onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı”[29] karşılığını vermiştir.

Bediüzzaman, bir bilim felsefecisi gibi en derin konulara dahi el atmaktan kaçınmaz, ve yaratılışla ve tabiat fikriyle yakından ilişkilendirildiği için kanun ve kuvvet gibi fiziğin en temel kavramlarının mahiyetini sorgular. Materyalist düşünürler büyük patlama sonucu oluşan bildiğimiz fizik alemini varlığın tamamı olarak sunarken Bediüzzaman alem-i şehadet diye tabir ettiği bu evrene ‘varlıkların cesedi’ olarak bakar. Tabiatı da bu cesedin unsur ve uzuvlarının davranışlarını bir düzen ve kayıt altına alan yaratılış kanun ve kaideleri olarak tarif eder, ve tabiatı yaratıcının eserlerini bir kitap gibi basan İlahî bir matbaa olarak görür:

“Âlem-i şehadet denilen, cesed-i hilkatin anasır ve a'zasının ef'allerini [unsur ve uzuvların iş ve hareketlerini] intizam ve rabt altına alan şeriat-ı fıtriye-i İlahiye [İlahî yaratılış kanunları] vardır. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki[yaratılış kanunları], "Tabiat" veya "Matbaa-i İlahiye" ile müsemmadır [isimlendirilir].Evet, tabiat, hilkat-i kâinatta cârî olan kavanin-i itibariyesinin mecmu' ve muhassalasından[görünmeyen, varlığı neticelerinden anlaşılan itibari kanunların tamamı ve bileşiminden]ibarettir.”[30]

Bediüzzaman’a göre kanun denen şey tabiat denen bu yaratılış anayasasının bir maddesi veya bölümü, kuvvet ise kanunların hükmünün icra edilmesidir. Örneğin yerçekimi kanunu tabiatın bir parçasıdır. Yerçekimi kuvveti ise yerçekimi kanununun hükmünün icra edilmesi ve dolayısı ile her şeyin kanunun öngördüğü tarzda yerin merkezine doğru çekilmesidir.

Tabiat kanunlarının hükümlerinin evrenin başlangıcından beri icra ediliyor olması ve insanın bazen hayali hakikat suretinde görme ve göstermeye olan meyli, hayalin baskısıyla aslında hava gibi gayet latif olan tabiatı genişlendirip kesifleştirerek, tabiata adeta gerçek bir vücut giydirilmesine zemin hazırlamıştır. Öyle ki adeta görünmeyen çok güçlü bir el atomaltı parçacıklardan galaksilere kadar her şeye tam hükmetmekte, ve kanunları tavizsiz uygulamaktadır. Hâlbuki tabiat ve genel kuvvetler olarak bilinen şeyler şu evrene sebep ve kaynak olabilecek kabiliyette değillerdir. Ancak evrenin sanatkârından habersizlik ve inkârı mümkün olmayan harika düzenin zorlamasıyla, akılları hayrette bırakan kudret eserlerini aslında matbaadan öte bir şey olmayan tabiattan bilmek, kitabın varlığını matbaanın varlığının doğal bir sonucu olarak görmek gibi geçersiz bir muhakemenin ürünüdür. Bediüzzaman’a göre tabiat olsa olsa bir su arkıdır, ve hayalin ölçüsüz müdahalesiyle su kaynağı ile karıştırılmamalıdır. Kitabı matbaanın bir telif eseri olarak gören geçersiz yaklaşım çok saplantılara ve hayrete düşürücü hallere yol açmıştır.[31]

Geçtiğimiz milenyumun son kısmında şahit olduğumuz bilimsel ve endüstriyel devrimlere benzer olarak, Bediüzzaman en hassas teolojik meseleleri serbest eleştiri ve bilimsel değerlendirmeye açarak yeni milenyumun arifesinde dinde rasyonel ve hürriyetçi bir akım başlatmıştır. Bu yaklaşımın sonucu olarak Risale-i Nur din ile bilim arasındaki var olduğu zannedilen zıtlaşmayı kaldırmış, ve din ile bilimin çelişen değil birbirine destek olan unsurlar olduğunu göstermiştir. Bediüzzaman’a göre müspet bilimlerin platformunu oluşturan dikkatli gözlem ve sorgulayıcı akıl yürütme inançsızlığı değil sağlam bir inancı netice verir, ve geçmiş tecrübeler bunu desteklemektedir.

[1] Nursî, B. S., Şualar, 15. Şua, s. 647, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998.
[2] Nursî, B. S., Şualar, 15. Şua, s. 641, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998.
[3] Nursî, B. S., Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 156.
[4] Nursî, B. S., Muhakemat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 40.
[5] Nursî, B. S., İşarat-ül İcaz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 87-88.
[6] Einstein, Albert ve Infeld, Leopold,The Evolution of Physics, Cambridge University Press, 1938. (Yeni Baskı, 1967, Touchstone).
[7] Nursî, B. S., Muhakemat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 59.
[8] Nursî, B. S., Muhakemat, Envar Neşriyat, s. 13.
[9] Nursî, B. S., Sözler, 20. Söz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 264.
[10] Nursî, B. S., İşarat-ül İcaz, Envar Neşriyat, s. 104.
[11] Kur’an-ı Kerim, Yasin suresi, 36:68.
[12] Kur’an-ı Kerim, En’am suresi, 6:50.
[13] Kur’an-ı Kerim, Nisa suresi, 4:82.
[14] Nursî, B. S., Muhakemat, Envar Neşriyat, s. 26-7.
[15] Nursî, B. S., Şualar, 11. Şua, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 213.
[16] U.S. National Institutes of Health, National Cancer Institute, http://www.cancer.gov/cancertopics/smoking.
[17] Nursî, B. S., Sözler, 4. Söz, s. 21, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[18] Nursî, B. S., Sözler, 32. Söz, s. 621, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998.
[19] Nursî, B. S., Sözler, 29. Söz, s. 510, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998.
[20] Nursî, B. S., Şualar, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 264.
[21] Nursî, B. S., İşarat-ül İcaz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 86.
[22] Nursî, B. S., Şualar, 7. Şua, s. 102, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998.
[23] Nursî, B. S., Mesnevî-i Nuriye, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 239.
[24] Isaacson, W., Einstein – His Life and Universe, Simon and Schuster, New York, 2007, s. 386.
[25] Nursî, B. S., Lem’alar, 23. Lem’a, s. 176, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[26] Nursî, B. S., Lem’alar, 23. Lem’a, s. 179, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[27] Nursî, B. S., Lem’alar, 23. Lem’a, s. 179, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[28] Nursî, B. S., Sözler, 22. Söz, İkinci Makam, s. 404, 
[29] Nursî, B. S., Sözler, 30. Söz, s. 545, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[30] Nursî, B. S., Muhakemat, s. 138, 
[31] Nursî, B. S., Muhakemat, s. 139, 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.