Meryem Saîde GÜNEBAKAN

Meryem Saîde GÜNEBAKAN

Beraberlik Sırrı: Sevgi

اِعْلَمْ

Bil ey arkadaş! Havass-ı hamse-i insaniyenin yapılış ve san’atında olan kemal-i hikmet içindeki kemal-i nimete; ve kemal-i nizam içindeki kemal-i hikmete; ve kemal-i mizan içindeki kemal-i nizama bak, gör, ibret al! Zira onların Fâtırı, onları öyle bir vaziyette yaratmış ve onların Sanii, onları öyle cihazlarla techiz etmiştir ki; o havas ile insan, umum enva-i semerat ve çiçekler ve ses ve kokular ve sairenin bütün hususiyatını hissedip zevkediyor. Hattâ o hasselerden biri olan insanın kuvve-i zaikasında öyle muntazam dakik ve nazik hissiyat vardır ki; umum meyve ve semeratın bütün cinsleri, nevileri ve sınıflarının yekûn tatları adedince ayrı ayrı zaika mizancıkları vardır. Ve hakeza kuvve-i samia hassesinin dahi çeşit çeşit ses ve nağmelerin hususiyatı adedince ince mizancıklara maliktir. Ve daha sair havass-ı zâhireyi bunlara kıyas et. Hususan havass-ı bâtına daha çok zengin ve daha ziyade cihazata maliktirler.

İşte bu sırdandır ki, insanın camiiyet-i fıtratı bu insanı Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm’in (C.C.) hadsiz enva-i tecelliyat-ı esmasına mazhar etmiş ve onu Cenab-ı Mün’im-i Kerîm’in (Amme nevâlühü) sayısız elvan-ı nimetlerini tadabilecek dereceye iblağ etmiştir.

Şu halde ey insan! Sen umumî bir telefon santralı gibisin. Nasılki santralda bir vilayetin umum mevkilerinin muhaberelerine medar birer hususî anahtar vardır. Öyle de, sen dahi Cenab-ı Allah’ın umum enva-ı nimetinin lezzetlerini hissedecek ve onun hadsiz aksam-ı tecelliyatına mazhariyetinin lezzetini zevkedecek olan senin başına ve latifelerine takılmış hususî anahtarlar vardır. Öyle ise sen, onları onun mizan-ı şeriatıyla tatbik-i hareket etmek suretiyle Bâri’lerinin rızası dairesinde ve razı olduğu şekilde isti’mal etmelisin.

İşte iki şahsın aynı Cennet içinde ve aynı mekânda bulundukları halde, lezaizlerinin nihayet derece mütefavit olmasının imkânı bu sırdandır. Hem اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ hadîs-i şerifinin müjdesiyle, a’lâ ile edna arasında içtima’ mümkün olmasının sırrı da bundan ileri gelmiştir.

‘Kişi sevdiği ile beraberdir’ müjdesi… Sevgi bağının zaman ve mekan kaydını aştığını söylediği gibi alçak ve yüksek farkını da aştığını söyler.

Zaman olur dibimizde biter sevmediğimiz otlar, ille bir gülün hatırına katlanırız onlara. Aynı zamanda aynı mekanı paylaşırız da aynı mı istifade ederiz o mekandan, o zaman içinde. Mekanın getirip zamanın götürdükleri aynı oranda mı etkiler zahiren maiyetinde bulunduklarımızı? Ya peki, zamanına yetişemeyip mekanını paylaşamayıp sevdiklerimiz. ‘Gönüller bir olsun’ der, zamana meydan okur, mekanı çiğner geçeriz. Uzakları yakın eder sevgi, geçmişi canlı, geleceği ümitli kılar. Birde öyle güzel kulları sevmeye talip olur ki gönlümüz, sadece zaman ve mekan kaydı değildir orada ayrılık sebebi, kendi deniyetimiz ve sevdiğimizin ulviyeti düşündürür bizi. Tıpkı o sahabe gibi. Hz. Sevban (R.a) ‘Cennete girsem bile, ben seninle beraber olamam ki ya Resulallah, yanında olmaya layık değilim ama uzağında olmaya nasıl dayanırım’ minvalinde endişesini dile getirince bir sır söylüyor Hz. Peygamber(S.A.V.) Zamanı ve mekanı aşan bir sır. Sevgi en esaslı maiyettir aslında, diyor. Sevginde samimiysen, hakikiyse o sevgi, ayrı nasıl olabiliriz ki! “Seven sevdiğine benzer.” Benzemek ne kelime! “Seven sevdiği olur.”

Burada diyor ki Üstadım, aynı mekanda bulundular diye, zahiren yan yanalar diye istifadeleri aynı mı sanırsın? Ya da hasbelkader uzak düşen hakiki seveni sevdiğinden ayrı mı sanırsın?

Meselenin evvelinde duyulardan bahsediyor Üstad, zahiri beş duyumuz ve batınî duyularımızdan. Kimi batınî duyularımız kuyumcu terazisi gibi hassas, değerli şeyleri tartıyor, kimisi kantar gibi belki tonla tartıyor. Aynı mekanda bulunan, aynı havayı soluyan, aynı yemeği yiyen iki insanın bile istifadesi aynı olmuyor. Mekanın her birindeki yansıması çok farklı, kimi yeşillikler içinde bir yeri güvenli ve huzurlu bulurken kimi bunu ürkütücü buluyor; aynı hava, biri rahat nefes alırken diğeri hastalığından kaynaklı daha kuru bir havayı istifadesine uygun görüyor; aynı yemek, gurme bir insanın damağı; yemek ne oranda pişmiş, içinde neler var, tuzlu ekşi oranına kadar alırken, sıradan bir insan bunun ayırdına varmıyor, tatmak ile ilgili duyumu mahdut kalıyor. Bu zahiren bile böyleyken, ya batınen. Bir veli zatı, bir sahabeyi, bir peygamberi (A.S.M) değerlendirmek aynı olur mu? Kuyumcu terazisi letafetinde bir yürek bir kantarla aynı tartar mı?

En zahirinden bakar kantar gönül. ‘İnsan’ der işte, ‘ne yapmış, nereleri fethetmiş’ der, çokluğu, kalabalığı ve gücü mihenk kılar, dünyanın, maddenin ve somut olanın mamur oluşunu nokta-i nazarına alır. Gücü eline geçirmiş mi ona bakar, güçlüyse haklı sanır. Gücünü hakkından ve Haktan aldığına bakmaz. Haliyle bir altın, bir yakut, bir mücevheri hakkıyla ve layıkı ile tartamaz.

Kuyumcu terazisi olan gönülse; kuşu ölen çocuğa taziyeye gidişteki inceliğe vurulur, bir peygamberi taşlayacak hadsizliğe ulaşanlar için ‘bilmiyorlar’ deyişindeki yüce gönüllülükte erir biter. En güçlü olduğu zaman en mütevazi haliyle ‘ben kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum’ diye muhatabını teskin edişteki letafete hayran kalır. Ve daha nicesi…

Resulullah’ı sevmenin derinliği, onu anlamanın enginliği elbette değişir böylelikle ve elbette istifade farklılaşır.

Fakat ‘senden ayrı düşersem ne yaparım, hem ben kimim ki seninle aynı yerde olayım’ diyen bir gönlü görüyor orda Efendimiz (S.A.V.) Bu gönül seven bir gönül. Bu gönül ayrılığında dertlenen bir gönül. Bu gönül kendi haddini ve kendi asli mahiyetini bilen bir gönül, bu gönül kuyumcu terazisi niteliğinde bir gönül; hassas tartıyor ve hakiki kıymeti tartıyor. Ona söylenen de elbette sevginin bir sırrı. Yani söz ile sevmek ya da sevmenin adının bize kazandıramayacağı bir şey bu yakınlık müjdesi.

Seviyorsan benimlesin, diyor burda. Ama seviyorsan!..

Böylelikle iddialardan sıyrılıyor hallerimiz, böylelikle kemiyyet müptelası olmak yerine nitelik derdine düşüyoruz. Böylelikle hakikatine ermeyi vazife biliyoruz. ‘Sevgiyi az şey mi sanıyorsun?’ diyor adeta Efendimiz (S.A.V.) Sevgin bir iddiadan ibaret değilde içinde bir sızıysa. Derdin de rızasıysa. Sevdiğin olursun sen. İsmin kalmaz. Onun ismine harf olursun. Bu da manay-ı harfinin sevgicesi.

Yine onun ifadesiyle;

“Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenâb-ı Hakkın makbul ibâdı olmak cihetiyle, Cenâb-ı Hakkın namına ve hesabınadır. Ve o nokta-i nazardan Ona aittir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum