Bediüzzaman, Risale-i Nur’u yazdım demiyor, yazdırıldı diyor

Bediüzzaman, Risale-i Nur’u yazdım demiyor, yazdırıldı diyor

DKM Üniversite seminerlerinde bu hafta “Mükâleme-i Rabbaniye” konusu işlendi

Ömer Faruk Kaya'nın haberi
RİSALEHABER- Diyarbakır Kültür Merkezi
üniversite seminerlerinde bu hafta Kadir Çimen, “Mükâleme-i Rabbaniye” konusu işlendi. “Mükâleme-i Rabbaniye” konusunun; “Mükâleme-i Rabbaniye Kavramı”, “Vahiy ve İlham”, “Vahyin Hakikatı ve İlhamın Hikmeti” ve “Risale-i Nur ve İlham” başlıkları altında incelendiği seminere Bediüzzaman Said Nursi hazretleri ile hayattayken görüşmüş ve Diyarbakır’da Mehmet Kayalar ağabey ile uzun yıllar Kur’an hizmeti yapmış olan İrfan Haspolatlı ağabey de iştirak etti.

haber-foto-02-005.jpg

“Mükaleme-i Rabbaniye” konulu seminerden bazı notlar şöyle:

1. Mükâleme-i Rabbaniye Kavramı

Mükâleme kelime anlamı olarak “karşılıklı konuşma, anlaşma, müzakere, muhavere ve söyleşme”1 manalarına gelmektedir. Kelam ise “söyleyiş ve söz”2 manasındadır. Kelam Cenab-ı Hakk’ın yedi sıfat-ı sübutiyesindendir. Diğer sübutî sıfatları Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, ve Basardır. Bu sıfatlardan her birisi birer kâinat kadar bize Zât-ı Akdes’in vücudunu bildiriyor ve O’nun vücuduna yani varlığına delalet ettikleri gibi hayatının da vücuduna açıkça delalet ederler. Çünkü bilmek yani İlim sıfatı hayatın alâmeti, işitmek yani Sem’ dirilik emaresi, görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar hayat sahiplerinde bulunur ve tekellüm yani konuşma da bilen dirilerin işidir.

Mütekellim ismi de Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından kaynaklanır. Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. 3Kur’an-ı Kerîm bu hakikati “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.”4 mealindeki ayetiyle belirtiyor.

Hz. Musa (a.s.)’ın da Tur-i Sina’da ancak birkaç kelamı işitmeye tahammül edip “Senin kelâmın böyle midir? Allah buyurdu: Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim.”5 demesi de yine Cenab-ı Hakk’ın kelâmının ihatasını bize gösteriyor.

“Bir zâtın vücudunu bildiren en zahir alâmet, konuşmasıdır.”6 Yani bir konuşma varsa, konuşan birisi de vardır. Karanlık bir yerden bir ses gelmesi biz görmesek de, dokunamasak da bize orada birisinin olduğunu haber verir ve orada birisinin olduğuna inanırız. Aynen öyle de Cenab-ı Hakk’ın kullarıyla konuşması da onun vücudunu bildiren hadsiz şeylerden ve vücudunun en zahir alametidir.

Ayrıca mükâleme sıfatı ilim ile hayatın zarurî bir lazımı ve ışıklı bir tezahürüdür7. Yani ilim varsa ve hayat varsa elbette konuşma da olmalıdır. Madem böyledir. Biz de yine Risale-i Nur’dan aldığımız dersten şunu biliyoruz ki Cenab-ı Hakk’ın ilmi her şeyi içine alıyor ve hayatı bakidir, ebedîdir, sermedîdir, o zaman Cenab-ı Hakk’ın konuşması dahi ihatalı ve sermedîdir.

Buradan da şunu anlayabiliyoruz ki Cenab-ı Hak kendisini kelamının manasıyla tanıttırdığı gibi konuşması dahi onu bildiriyor8. Yani mesela Kur’an-ı Kerîm’de Cenab-ı Hakk’ı manasıyla tanıtan ayetler aynı zamanda o ayetlerin varlığı da Cenab-ı Hakk’ı bize tanıttırıyor. Peki kelâm sıfatının kapsamında neler var, ne ile bize Cenab-ı Hakk’ın vücudunu bildiriyor diye soracak olursak. Kelâm sıfatı bize vahiyler ve ilhamlar ile Cenab-ı Hakk’ın vücudunu bildiriyor. Peki vahiy ve ilham nedir, ona bir bakalım.

10. Söz’de “Uluhiyet risâletsiz olamaz.”9 diyen Bediüzzaman bunun sebebini “Çünkü nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de uluhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.”10 diyerek açıklıyor. Demek ki uluhiyet risaleti gerektiriyor. Risalet de vahyi, yani Cenab-ı Hakk’ın peygamberleriyle konuşmasını gerektirir.

19. Mektub’da yine Cenab-ı Hakk’ın sair peygamberlerle ve Peygamber Efendimiz(asm) ile konuşması şu şekilde geçiyor: “Şu kâinatın sahib ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şey’i bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak, elbette zîşuurun içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Madem insan nev’i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev’-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve nev’-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı Arz onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı, mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-yı rahmet ve saadet edip, ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış ve sair nev’-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.”11

haber-foto-03-005.jpg

2. Vahiy ve İlham

Vahiy lügatte “Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i’lam, bazı hususi mânaları tebliğ gibi manalara gelir. 12

Şeriatta vahiy: Dilediği hükümleri, sırları ve hakaikı Peygamberlere(aleyhimüsselam) rüya, ilham, kitap veya melek gönderilmesi gibi yollardan birisiyle Cenab-ı Hakk’ın bildirip ifham buyurması demektir. 13

Vahiy de ikiye ayrılmaktadır.

Birincisi “Vahy-i Sarihi”dir. Bu kısımda Peygamber Efendimiz(asm)’in müdahelesi yoktur, bir tercümandır, mübelliğdir. Vahy-i Sarihi’ye örnek olarak Kur’an-ı Kerîm ve bazı kudsi hadisler verilebilir.

İkincisi Vahy-i Zımnî’dir. Bu kısmın özü ve esası da vahye ve ilhama dayanır. Fakat ayrıntısı ve tasviratı Peygamber Efendimiz(asm)’a aittir. Bu ayrıntıları ve tasviratı da Peygamber Efendimiz(asm) bazen ilhama veya vahye dayanarak beyan eder ya da kendi ferasetiyle beyan eder.

İlham ise lügatte “Allah tarafından kalbe gelen mana”14 şeklinde geçmektedir. İlhamın da dereceleri çeşitlidir. En cüz’isi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır15. Hayvanatın ilhamatı nasıl oluyor diye düşünürsek. Günümüzde bazılarının içgüdü olarak adlandırdığı veya sevk-i tabii olarak adlandırdığı şey aslında Cenab-ı Hakk’ın onlara ilham etmesidir. Mesela bir arının doğar doğmaz daha ilk günden kilometrelerce uzaktaki yerlere uçup oradan tekrar yolunu şaşırmadan yuvasına dönmesi Cenab-ı Hakk’ın onlara ilham etmesi iledir. Hayvanatın ilhamatından sonra avam-ı nas yani insanların halk tabakasına gelen ilhamat vardır. Sonra avam-ı melaike, sonra evliya ilhamatı ve son olarak da melaike-i izamın ilhamatı geliyor.

Bediüzzaman dünyadaki bütün keşfiyatların, bütün gelişmelerin, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hâsıl olan ilhamlar üzerine vücuda geldiğini16 belirtmiştir. Hz. Davud’un demiri yumuşatıp kullanmasıyla insanlara ilham vermesi, Hz. Süleyman’ın hava alanındaki uçak gibi gelişmelerde insanlara ilham vermesi, Hz. Musa’nın asasıyla günümüzdeki sondaj makinelerine örnek teşkil etmesi, Hz. İsâ’nın tıp mucizesi sayesinde gelişen tıp ilmi gibi pek çok örnek bu noktada buna delildir. Ve daha beşerin daha bulamadığı birçok keşifler vardır ve bunlara da ileride yine Kur’an’dan alınan ilham ile beşer muvaffak olacaktır.

Onun için beşerin küfran-ı nimet suretinde Karun gibi “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” demesi, onu sille-i azaba müstehak eder17. Çünkü insanın saltanatı, terakkisi ve medeniyetin kemâlâtı kendisinin galebe etmesiyle kazanması değil Cenab-ı Hakk’ın cahilliğinden dolayı ona ilham etmesi şeklindedir.

Vahiy ve İlhamın Farkı

1. Vahiy ilhamdan çok daha yüksektir. Vahyin çoğunluğu melekler vasıtasıyla ve ilhamın çoğunluğu vasıtasız bir şekildedir. Bunu da şu şekilde örneklendirebiliriz. Mesela; bir padişahın iki şekilde konuşması ve emirleri vardır.

Birincisi saltanatının haşmeti ve umumî hakimiyeti itibarıyla bir yaverini bir valiye gönderip fermanını yani emrini tebliğ etmesidir.

İkincisinde ise sultanlık ve padişahlık ünvanıyla değil de, şahsî olarak özel bir ilişkisi veya muamelesi olan bir hizmetçisi veya idaresi altında bulunanlarla hususî telefonuyla konuşmasıdır.

Aynen bu örnekteki gibi Cenab-ı Hakk’ın âlemlerin R abbi ismiyle ve kâinatın hâlıkı ünvanıyla vahiy ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarla konuşması yani mükalemesi olduğu gibi, her bir canlıyla hususî bir surette, hususî bir ismin cüz’i tecellisi ile, has bir rububiyet ile, mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir mükâleme tarzı vardır.

İşte bundan dolayı kalp telefonuyla vasıtasız bir şekilde münacat eden bir veli “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor” der. “Rabb-ül Âlemin’den haber veriyor.” demiyor. Hem “Kalbim, Rabbimin ayinesidir, arşıdır.” der fakat “Rabb-ül Âlemin’in arşıdır.” demiyor. 18 Çünkü o kendi kabiliyeti nisbetinde ilhama mazhar oluyor. Onun kaldırabileceği şekilde yetmiş bine yakın perdelerin arkasında mazhar-ı hitab olabilir.

İşte bunun için yukarıdaki birinci örnekte söylediğimiz emir ikinci örnekteki hususi bir raiyetiyle hususi konuşmasından ne kadar yüksek ise ve gökteki güneşten istifade, âyinedeki yansımasının cilvesinden istifadeden ne derece yüksek ise Kur’an-ı Kerim’de bütün kelâmlardan ve kitaplardan o derece yüksektir. Onun için eğer bütün cinler ve insanların bütün güzel sözleri toplansa da Kur’an’ın mertebesine yetişemez hatta benzeyemez bile. Müseylime-i Kezzab’ın maskara haline düşmesi de buna örnektir. En büyük bir velinin, hiçbir peygamberin seviyesine yetişememesinin sebebi de budur.

2. Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışabilir ve umumîdir19, havassa has değildir. Vahyi gökyüzündeki güneş olarak düşünürsek, ilham da elimizdeki boyalı aynadan görünen küçük, sönük ve perdeli bir güneştir. Bütün aynalardaki yansımalar güneşten geliyor denilebilir, onunla münasebettardır denilebilir fakat ilham aynanın kabiliyetine göre gelir. O küçük, sönük ve perdeli aynadaki güneşe “bu gökyüzündeki güneştir.” diyemeyiz. Ancak onun aynanın kabiliyetine göre yansımasıdır denilebilir.

3. Vahyin Hakikatı ve İlhamın Hikmeti

Vahyin hakikatı:

Birincisi: Tenezzül-ü İlahî: Yani insanların anlayışlarına göre hitab etmesi. Nasılki bir çocukla konuşan birisi, kendisini çocuklaştırır20 ve onlar gibi konuşur ki çocuk onu anlayabilsin aynen öyle de Kur’an-ı Kerîm de biz anlayabilelim diye bizim fehmimize uygun bir tarzda indirilmiştir. Aksi takdirde Hz. Musa’nın Tur-i Sina’da Cenab-ı Hakk’ın birkaç kelamını işitip tahammül edememesi gibi biz de tahammül edemezdik. Cenab-ı Hakk’ın hitab ederken insanların fehimlerine göre hitab etmesi zihinleri hakikatlerden ürkütüp kaçırmamak için İlahî bir okşamadır21. Kur’an’ın bu şekilde beşerin fehmine göre konuşması bir kusur ya da noksan değil aksine onun mükemmelliğidir.

Çünkü nasılki Peygamber Efendimiz(asm) mucizelerinden ve hususi özelliklerinden başka hal, hareket ve tavırlarında diğer insanlar gibi âdet-i İlahiyeye ve evâmir-i tekviniyeye itaat etmiş. O da soğuk alır, o da sıkıntı çeker gibi... Yani her bir hareketinde bir harikulade bir vaziyet verilmemiş. Ta ki o hareketiyle bize, ümmetine ders versin, fiilleriyle imam olsun ve tavırlarıyla rehber olsun. Eğer her hareketi mükemmel olsaydı her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşid olamazdı. Bütün halleriyle Rahmeten-lil-alemin olamazdı. İşte aynen bunun gibi Kur’an-ı Kerîm’de beşerin fehmine göre konuşarak her zaman ehl-i şuura bir imam, cin ve inse mürşid, ehl-i kemale rehber ve ehl-i hakikata muallim oluyor. 22

Böylelikle şeytanın Kur’an beşer kelamına benziyor şeklindeki sorusunun cevabı da verilmiş oluyor.

İkincisi: Tarrüf-ü Rabbanî: Kendisini tanıttırmak için kâinatı böyle hadsiz masraflarla mükemmel bir şekilde yaratan ve her mahlukatının diliyle kemalâtını söylettiren Cenab-ı Hakk’ın kendi sözleriyle de kendini tanıttırması.

Üçüncüsü: Mukabele-i Rahmanî: Mevcudat içinde en seçilmiş, en çok şeye muhtaç olan, en zayıfı olan ve arzusu hadsiz olan insanların dualarına ve şükürlerine fiilen karşılık verdiği gibi kelâmıyla da mukabele etmesi, karşılık vermesidir.

Dördüncüsü: Mükâleme-i Sübhanî: İlim ile hayatın lazımı olan ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatının, ihatalı bir ilmi ve sermedi bir hayatı olan bir zâtta ihatalı ve sermedi olması.

Beşincisi: İş’ar-ı Samedanî: Uluhiyetin yani ilahlığın gereği olarak kendi vücudunu konuşmasıyla göstermesi ve bildirmesidir.

İşte vahyin bu beş hakikatı gündüz güneşin ışığınının güneşin çıktığına ettiği şahitlikten çok daha kuvvetli bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve vahdetine delildir. 23

Bediüzzaman ilhamın mahiyetinin, hikmetinin ve neticesinin de dört nurdan meydana geldiğini söylüyor.

Bunlardan Birincisi: Teveddüd-ü İlahî: Kendini mahlukatına fiilleriyle sevdirdiği gibi kavlen yani konuşmasıyla dahi sevdirmesi İsm-i Vedud’un ve İsmi Rahman’ın bir gereğidir.

İkincisi: Kullarının dualarına fiileriyle cevap verdiği gibi konuşmasıyla da perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

Üçüncüsü: Ağır belalarla karşı karşıya gelen şiddetli hallere düşen biz yarattıklarının yardım istemelerine, feryadlarına ve tazarruatlarına fiilen imdad ettiği yani yardım ettiği gibi, bir nevi konuşması olan ilhamî sözleriyle de imdadımıza yetişmesi, Rab isminin bir gereğidir.

Dördüncüsü: Hadsiz arzuları olan fakat elinde sadece cüz’i ihtiyarisi bulunan aciz, zayıf ve fakir insanın o hadsiz zayıflıklarının, ihtiyaçlarına karşı varlığıyla, huzuruyla ve himayesiyle fiilen kendisini hissettirip onların o ihtiyaçlarına yardım ettiği gibi her birisi ile kendi kabiliyetine göre kalp telefonu ile konuşarak dahi vücudunu, huzurunu ve himayetini hissettirmesi uluhiyetin şefkatinin ve rububiyetin rahmetinin gereğidir. 24

haber-foto-01-011.jpg

4. Risale-i Nur ve İlham

Bediüzzaman da ilham kavramını çok kullanmıştır. Risale-i Nurun ilhamen yazdırıldığını ve kendisinin malı olmadığını defalarca zikretmiştir. Bunlara örnek olarak:

Risaletü’n-Nur sair te’lifat gibi ulum ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’an’dan başka me’hazı yok. Kur’an’dan başka üstadı yok. Kur’an’dan başka mercii yok. Telif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’aniden ve ayatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”25

Bediüzzaman kendisinin sadece bir tercüman olduğunu ve hissesinin de yalnız şükür olduğunu ve hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkının olmadığını belirtiyor. 26

Dikkat ederseniz Bediüzzaman, Risale-i Nur’u yazdım demiyor, yazdırıldı diyor. Ki az önce okuduğum yerde de geçtiği gibi Risale-i Nur yazılırken Bediüzzaman Hazretleri’nin yanında hiçbir kitap yoktu. 27 Bu da Risale-i Nurun doğrudan Kur’an’ın feyzinden ilham ile yazdırıldığını ispatlıyor.

Fakat günümüzde zaman zaman Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’un ilhamen yazdırıldığını belirten sözleri, bir kısım şahıslar tarafından yanlış tarafa çekiliyor. Fakat daha önce Bediüzzaman bu tarz bir ittihamla karşılaşmış ve onlara şu şekilde cevap vermiştir;

Hemen herkesin dediği gibi; hatırıma geldi, yahud fikrime geldi, yahud fikrime ihtar edildi gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: "Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabîlinden demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mana ilham da olsa; hayvanattan tut, tâ melaikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir. ’’28

 Hem şair gibi bazı kimselerin ilhama mazhar oldukları genel olarak kabul edilirken, bütün hayatını Kur'an hizmetine adayan Bediüzzaman’ın ilhama mazhar olduğunu reddetmek, insafla bağdaşır bir durum değildir.

Ayet-ül Kübra’da şöyle bir paragraf geçiyor:

“Öyle de Padişah-ı Ezelî’nin umum âlemlerin Rabbi isimleriyle ve kâinat hâlıkı ünvanıyla, vahiy ile vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi, her bir ferdin, her bir zihayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususî bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.”29

Risale-i Nur’da bu vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlardandır. Müellifinin yani Bedîüzzaman’ın kabiliyetlerine göre gelmemiştir. Doğrudan doğruya Kur’an’ın dersi ve Resul-i Ekrem’in talimidir. Bediüzzaman sadece bir tercümandır. Kendisi de bunu “Sesim yetişse, bütün Küre-i Arz’a bağırarak derim ki : Sözler güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler, Kur’an-ı Kerim’in hakaikından telemmu’ etmiş şualardır.”30

 

 

1 (Çevrimiçi) https://osmanlicaturkce. net/78341/mukaleme

2 (Çevrimiçi) https://osmanlicaturkce. net/Sozluk. aspx?Kelime=kelam&A=1

3Bediüzzaman Said NURSİ, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 579.

4 Bediüzzzaman Said NURSİ, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1989 s. 120.

5 Süyûtî, ed-Dürrü’l Mensûr, 3:536.

6Bediüzzaman Said NURSİ, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 579.

7Bediüzzaman Said NURSİ, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 543.

8Bediüzzaman Said NURSİ, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 542.

9 Bediüzzzaman Said NURSİ, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1989 s. 56.

10 Bediüzzzaman Said NURSİ, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1989 s. 56.

11Bediüzzaman Said NURSİ, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 153, 154.

12 (Çevrimiçi) https://tr. m. wiktionary. org/wiki/vahy

13 (Çevrimiçi) https://ehlieser. tr. gg/%26%23304%3Bsim-ve-s%26%23305%3Bfat-Tevhidi. htm

14 (Çevrimiçi) https://osmanlicaturkce. net/46857/ilham

15 Bediüzzzaman Said NURSİ, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1989 s. 121.

16Bediüzzaman Said NURSİ, İşaratü’l- İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 420.

17 Bediüzzzaman Said NURSİ, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1989 s. 304.

18 Bediüzzzaman Said NURSİ, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1989 s. 121

19Bediüzzaman Said NURSİ, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 545.

20Bediüzzaman Said NURSİ, İşaratü’l- İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 280.

21Bediüzzaman Said NURSİ, İşaratü’l- İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 281.

22 Bediüzzzaman Said NURSİ, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1989 s. 169, 170.

23Bediüzzaman Said NURSİ, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 210, 211.

24Bediüzzaman Said NURSİ, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 213, 214.

25Bediüzzaman Said NURSİ, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 1101.

26Bediüzzaman Said NURSİ, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 1066.

27Bediüzzaman Said NURSİ, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 1101

28Bediüzzaman Said NURSİ, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 701.

29Bediüzzaman Said NURSİ, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 212.

30Bediüzzaman Said NURSİ, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013 s. 627. 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.