Bediüzzaman: Ey Avrupa! Gel, Kur’ân’ın talebelerinin arkalarından gidelim

Bediüzzaman: Ey Avrupa! Gel, Kur’ân’ın talebelerinin arkalarından gidelim

İşte Kur’ân-ı Hakîm, beşere böyle bir hediye getirmiştir.

(Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Nur'un İlk Kapısı adlı eserinden bölümler.)

On Birinci Ders

Ey yoldaş ve ey tilmiz-i Avrupa! Gel, diğer yoldan, Kur’ân’ın talebelerinin arkalarından gidiyoruz. İşte bak: Her menzilde, her yerde, her adım başında, bütün yol boyunca birer asker, her kulübecik önünde vazife başında nöbet bekliyor. İşte, bak, kanun zâbitleri geliyorlar. Herkese terhis tezkereleri veriyorlar. İşte, her yerde bir sürurdur kopuyor. O memurlar, terhis olunan neferlerden silâhlarını, varsa atlarını ve mîrî libaslarını alıyorlar. Neferlerden, ameliyata muhtaç olanlar varsa, ameliyat-ı cerrahiye yapıyorlar. Sonra, terhis tezkeresini veriyorlar. Bu neferler, çendan ülfet ettikleri eşyalarından ayrılmak için zahiren bir hüzün gösteriyorlar; fakat bâtınen mesrur oluyorlar. Zira, o vazifenin külfet ve mes’uliyetinden kurtuluyorlar. Hem ettikleri hizmetlerine mukabil mükâfatlarını almak için vatan-ı aslîlerine dönüyorlar. Hem sultanlarına kavuşuyorlar.

İşte, bak: O memurlar, bazan acemi ve kaba bir nefere rastgeliyorlar. Nefere, “Silâhını, atını teslim et. Sana izin vereceğiz” diyorlar. Nefer onlara diyor: “Ey efendiler! Sizi tanımıyorum. Ben devletin askeriyim, padişahın hizmetindeyim. Sonra huzuruna çıkacağım, yanına döneceğim. Eğer onun izin ve rızasıyla gelmişseniz, baş ve göz üstüne. Yok, cesaretimi tecrübe için emretmiş de rızası yoksa, yanlış geldiniz. Bendeki emanetini muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye yolunda bütün kuvvetimle sizinle müdafaa edeceğim.”

İşte, bu yolda, baştan başa hâl bu minval üzere gidiyor. Her taraftan sürur ve şenlik sadası geliyor. Bir taraftan sürur içinde tahşidat-ı askeriye tekbir ve tehlil ile başlamış. Evet, hayvanat cinsindeki bütün tevellüdat, tahşidata benzer. Diğer taraftan yine sürurla terhisat-ı askeriye bir velvele-i tekbir ve teşekkür içinde başlamış. Evet, zîhayat cinsindeki bütün vefiyat bu terhisata benzer.

İşte Kur’ân-ı Hakîm, beşere böyle bir hediye getirmiştir. Eğer beşer bu hediyeyi kabul edip güzelce istimal etse, hayat-ı dünyevîde cennet-i mâneviyeyi andıran bu ikinci yoldan gidecektir. Ne geçmişten hüzün eder ve ne de gelecekten havf ve perva eder.

Ey Avrupa! Evvelki cehennemî yol, senin açtığın yol olduğu, senin desatirinle sabittir. Çünkü, senin nazarında hayatın düsturu, “Her zîhayat kendi nefsine maliktir ve kendi zâtı için çalışır, lezzeti için say’eder; bir hakk-ı hayatı vardır. Hayatının gayesi kendisine aittir” dersin. Ve “Netice-i himmeti, hıfz-ı bekà ve temin-i hayata münhasırdır. Ve kuvvetine güvenmelidir. Zira, medâr-ı hayat olan, düstur-u cidaldir. Belki hayat cidaldir” diye hükmediyorsun.

Daha bunlar gibi çok esasat-ı bâtıla ile beşeri evvelki yola sevk ettin. Acaba, medar-ı hayat olan düstur-u teavün ezharun mine’ş-şems (güneşten daha zahir) olduğu hâlde, nasıl kör oldun, görmüyorsun? Evet, şems ve kamerden tut, ta nebatatın, hayvanatın imdadına; ve hayvanatın, insanların imdadına; ve mevadd-ı gıdaiyenin, semeratın imdadına; hatta taamın zerratı, hüceyrat-ı bedenin tegaddîsi için kemâl-i intizamla koşmaları, bir Rabb-i Kerîmin emriyle bir vazife-i muavenet ve teavün ve uhuvvet olduğunu ve kavînin zaife musahhariyeti olduğunu, kör olmayan görür.

Amma, düstur-u cidal ise, bir kısım hayvanat-ı zâlimenin sû-i istimallerinden neş’et eden bir düstur-u cüz’î gayr-ı fıtrîdir. Mesela, âkilüllâhm canavarların vazifeleri, sıhhiye neferleri gibi hayvanatın cenazelerini toplamak, ber ve bahrin yüzünü temizlemektir. Onların, sağ olan hayvanları yemeleri, sû-i istimaldir, gayr-ı meşrûdur; cezasını çekeceklerdir.

Said Nursi