Anti Demokratik Tehlikeli Bir Akımın Yükselişi: Mutezile -2

"Anti Demokratik Tehlikeli Bir Akımın Yükselişi: Mutezile" ilk yazı için TIKLAYINIZ  

Akılcı bir mezhep olan Mu'tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i Sünnet'ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Nitekim Mu'tezile mezhebi, gerek akla fazla değer vermesi ve özellikle de Abbâsîler döneminde felsefe ile girdiği yakın ilişkiler dolayısıyla barındırdığı felsefi metod ve görüşleri nedeniyle fazlasıyla eleştirilmiştir.

Bediüzzaman’ın tespitiyle söylersek Mu’tezile mutehakkimdir, tahakküm kurmak ister ve hem de kendilerini Halıkın işlerine haşa gözetleyen ve müfettiş görevi ile görevlendirilmiş görürler ve herkesi yargılarlar (Sözler, 387).

Özellikle de nass (ayet veya hadis) ile aklın çeliştiği noktalarda sıklıkla nassı akla uygun gelecek şekilde yorumlamaları diğer mezheplerde büyük tepki uyandırmıştır. Ayrıca, onlarca cildlik eserler yazmalarina rağmen aklı vahye tercih ettikleri için pek bir kimseyi ikna edememişlerdir ve mütehakkim bir azınlık olarak kalmışlardır. Bunun yerine devleti ele geçirip fikirleri zorla millete kabul etme yolunu ihtiyar etmişlerdir ve etmeye devam etmekteler.

Modern zamanlardaki bazı araştırmacı ve İslam tarihçileri çeşitli hususlarda rasyonalist olarak tanımlanabilir. İsim vermek doğru değil ama bugünlerde popüler olan bazı akademisyen ve yazarların Mu’tezilenin tüm fikirlerini açıkca televizyonlarda ve sanal ortamlarda savunduklari, sadece Kur’an’ı esas alıyoruz diyerek herşeyi bir kenara ittiklerini görüyoruz.

Mu'tezile mezhebinin kendi içinde barındırdığı beş esası vardır. Bu fırkanın Ehl-i Sünnet inancından ayrıldıkları beş ana mesele vardır:

“1- Kur’an, mahluktur derler. Haşa sonradan halk edilmiştir derler. ”

Ehli Sunnet itikadina gore, Kur’an, Kelam-i Ezelidir. Ezeli olan geçmiş, gelecek ve hazır zamana, aynı anda bakar. Aynı anda hüküm ifade etmeyen bir kitap ezeli olamaz. Kur’an-i Kerim hükümleri hem geçmişe, hem bugüne ve hem de geleceğe aynı anda hitap eder. Bu sırdan dolayıdır ki Cennette de Kur’an hükümleri caridir.

Dolayısıyla Kur’an bir mahlûk değildir, halk edilmemiştir ve ezeli bir Kelam-ı İlahidir. Etkisi hep devam edecektir.

“2- Tahavvülatı zerrat meselesinde, eşyanın ezeli olduğunu iddia ederler. Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını kabul etmezler. Esma-i Husna ve Şuunati İlahiyi önemsemezler ve manasını da tam anlayamazlar. ”

Eşya ezeli olamaz. Çünkü mahlûktur. Yani halk edilmiştir. Halk edilmiş bir şey sonradan ihdas edilmiştir yani hadistir. Hudus hakikatine bağlı olan her şey mahlûktur. Dolayısıyla eşya ezeli olamaz. Nitekim gelecek ve geçmişe değil ana nazırdır eşya. Halden hale girer ve sürekli değişim içindedir. Her yeni hale gidiş yeni bir halk edilme ve dirişiştir.

“3- Kaderi inkâr ederler ve “Kul fiilinin hâlıkıdır (yaratıcısıdır), ” derler. Buna gore, Allah sadece hayrı yaratır. Şerri ise kul yaratır derler. ”

Kaderi inkar etmek, ilim ve programi inkar etmek demektir. Cüz’i ihtiyariye adeta külli bir rol vermektir. Bu madde yuzunden Mutezileye fırkayı- dalle denilmistir. Yani dalalete yuvalandığı iddia edilmiştir.

“Hâlbuki Allah, sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır. ” (Sâffât Suresi 37/96)

Bu ayet açıkça hem bizi hem de yaptığımız tüm şeyleri yaratanın Allah olduğunu buyurmaktadır.

Şer olan bir şeyi halk etmek şer değildir. Şer olan şey bizzat iradeyle gidip o şerri işlemektedir. Örneğin, güneşin milyonlarca faydası var. Güneş altında kalıp vücudu yanan kimse güneşi suçlayamaz. Ya da ateş yüzyıllardır insanoğlunun binlerce ihtiyacına cevap veriyor. Elini ateşe sokup ta elini yakmak şerdir ama o ateşi yaratmak şer değildir. Elini yakan mesuldur. Ama ateşi Allah yaratmıştır. Bu sırdan dolayıdır ki şeytanın yaratılması ve milyarlarca insanın şeytan yüzünden Cehenneme gitmesi şer değildir. Şer olan şey insanların ihtiyarlarını şeytanın peşinden giderek yanlışta kullanmalarıdır. Çünkü şeytanların halk edilmesi insanlara terakki etme, yükselme ve melekleri geçerek Allah’a (C. C. ) tam muhatap olma imkanı vermiştir.

Cenâb-ı Hak, insanlara irade ve ihtiyar vererek kendi fiillerinden mesul olmaları sağlamış ve mükâfat ve ceza kapısını açmıştır. Mu’tezileciler kulun işlediği fiillerden mesul olacağını kabul etmekle birlikte, ortaya çıkan şerleri Allah’ın (C. C. ) yaratmasını azamet-i İlahi’ye uygun görmediklerinden, şer olan şeyleri kulun yarattığını ileri sürerler.

Temelde Allah’ı (C. C. ) tenzih etme uğraşı olan bu anlayış sonucunda, kul, kulluğun ötesine geçerek yaratma alanına müdahil olduğuna hükm edilir. Bu anlayış onları ıztırari ve ihtiyari fiiller arasında ayırım yapmaya zorlar. Derler ki, Cenâb-ı Hakk sadece ıztırarî, yâni insanın cüz’î iradesi dışında cereyan eden fiilleri yaratır. İhtiyarî fiillerin ise kul tarafından yaratıldığını iddia ederler.

Halbuki Kainatta yaratılan her fiil milyonlarca fiil ile alakalıdır. Bir kulun elini kaldırma fiilini yaratması için yerküredeki çekim gücünü yaratması ve hatta tüm Kainatı yaratması gerekir. Bu muhaldir. Çünkü her fiil diğer tüm fiiller ile alakalıdır. Birine hükmeden tüm fiillere hükmeder.

Aciz bir beşer kendi fiilinin nasıl halkedeni olabilir. Onlar şerri istemenin ve teşebbüs etmenin şer olduğu, lâkin yaratmanın şer olmadığı hakikatini anlayamadıklarından bu bâtıl yola girmişler, ayrıca bazı cüz’î şerler altında küllî hayırlar bulunacağını idrak edememişlerdir.

“4- Küfür ile iman ortasında üçüncü bir mertebenin daha bulunduğuna inanırlar. Onlara göre, büyük günahları işleyen bir kimse, iman ile küfür arasında kalır, ne mü’min, ne de kâfir olur. Dolayısıyla büyük günah işleyen mü’min olarak kalamaz derler. ”

Mu’tezilenin sosyal hayata bakan en tehlikeli görüşü budur. Bu görüş nedeniyle binlerce insanı engizisyona göndermişler ve toplum üstünde tahakküm kurmuşlardır.

Ehli sünnet ve Cemaat der ki; ehli imanın, şeytanin desiselerine kapılıp büyük günahları işlemesi imansızlıktan kaynaklanmaz, dolayısıyla küfre girmezler. Bediüzzaman da bu görüşü katılır ve der ki büyük bir günah isleyen için tevbe ve istigfar kapısı açıktır ve tövbe edip iman dairesinde kalabilirler. Amma bir büyük günahı inkar etmek ise insanı küfre götürür. Yada herhangi bir dini emri inkar insanı küfre götürür.

İnsanın büyük günahları işlemesi nefsine ve şeytana uymasının sonucudur, imansızlığın sonucu değildir. İnsanın kısa vadeye meftun olması ve kısa vadedeki lezzet ve rahatı uzun vadeye tercih etmesi fıtratına konulmuş bir özelliktir ve imtihan sırrının bir gereğidir. Hele hele bu asırda günahlar her tarafı kuşatmış iken günah işleyeni din dışına itmek insafsızlıktır ve Dinimizde bir karşılığı yoktur.

Sa’d-ı Teftazânî Hazretleri Şerhül Akâid adlı eserinde (s, 188-192) şöyle der:

“Mutlak kebire, kendisinden daha büyük günah bulunmayan küfürdür. Diğer günahlar ise izafîdirler. Kendilerinden büyük olanlara nisbeten küçük, küçük olanlara nisbetle de büyüktürler. İşte, küfürün dışında kalan bu günahlardan hiçbiri, fâilini (işleyeni, yapanı) imandan çıkarmadığı gibi küfüre de sokmaz. İşlediği günahı hafife almamak ve helâl görmemek şartıyla, bir insan şirk dışındaki günah-ı kebâiri işlemekle “fâsık” ismini almakla birlikte, imandan çıkmadığına, öldüğünde üzerine cenaze namazı kılınacağına ve tevbe etmeden ölse de Allah’ın dilerse onu afvedeceğine Ehl-i Sünnet’in ittifakı, hattâ icmaı vardır. Zaten Cenâb-ı Hak, şirkten başka küçük ve büyük günahları kulun tevbe etmesiyle afvedeceğini vaad etmiştir. Nitekim bir ayette Cenâb-ı Hakk’ın tevbe edip düzelenlere karşı gafur ve rahîm olduğu şöyle beyan edilmiştir: “Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini düzeltirse, (bilmiş olsun ki) şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ” (En’am Suresi 6/54)

 “5- Cemel ve Sıffîn muharebelerinde iki taraftan birinin mutlaka haksız olduğunu ve tâyin etmemekle birlikte bu haksız tarafın fâsık olduğunu ileri sürerler. ”

Ehli Sünnet ve Cemaat der ki, Cemel ve Siffin muharabelerinde Hazreti Ali haklı idi. Muhalifleri haksiz idiler. Fakat hem Hazreti Ali hem Hazreti Aise ve Zubeyir bin Avvam ve Talha bin Ubuydullah halis idiler ve ictihadlari farkli idi. Hazreti Ali Adaleti Mahzayi esas aliyordu ve azimet ile hareket ediyordu. Muhalifleri ise izafi bir adaletin derhal sağlanması gerektiğini iddia ediyorlardı. Her iki taraf ta fâsık değildir ve İslam dairesindedir.

İşte yukarıda sayılan tüm bu farklılıklar Mu’tezileyi Ehli Sünnet ve Cemaatin dışında telakki etmeyi getirmektedir. Mu’tezile alimleri Kelam ilminde çok ilerlemelerine rağmen akla gereğinden fazla önem verip vahyin önene getirdiklerinden doğru yolu bulamamışlar ve Ümmetin buğzunu kazanmışlardır. Ama bu meshepteki Zemahseri ve İbni Cevzi gibi imamlar iyi niyetli olduklarindan Ehli Sunnet ve Cemaat tarafindan tekfir edilmemislerdir. Fakat, Ebu Ali Cubbai merdud sayılmıştır. Halbuki İbni Cevzi, Ebu Ali Cubbai’den çok daha sert bir tavır sahibi olmasına rağmen halis niyetli olarak kabul edilmiştir.

Abbasi halifesi Müvekkil zamanında Mutezile devlet dairesinden kovuldu ve etkisinin tam olarak kırılması İmam-ı Gazali’nin çıkışı ile mümkün oldu. Akla çok güvendiği için başkalarının aklını ve amellerini yargılama hakkını kendinde gören, despot ve mağrur bu şahıslar iktidar alanında tam terör estirecek bir anlayışın sahibidirler.

Mu’tezileciler, farklılıklara karşı tahammülsüzdürler ve tüm mezheplere ve mezhep yorumlarına karşıdırlar. Kur’an-i Kerim’i farklı kimselerin farklı şekilde anlamalarına izin vermezler, tefsirlerin okunmasını gereksiz görürler ve kendi yazdıkları yorumların okunmasını isterler. Kur’an’ı sadece kendilerinin anladığı şekilde anlaşılması gerektiğinde ısrar ederler. Hadisleri pek önemsemezler ve işlerine gelen Hadisleri istimal ederler ama akla ters gördükleri yada anlamakta aciz oldukları Hadisleri inkar ederler.

Mu’tezile düşünürleri, tefsirlere karşıdırlar ama hepsinin hemen hemen onlarca ciltlik Kur’an-i Kerim üstüne yazılmış eserleri vardır. Bu eserlerde Ayetleri yorumlarlar. Kendilerinin Ayetleri yorumlama hakkı var iken Ehli Sunnet ve Cemaat imamlarinin ayetleri yorumlama haklarına saldırırlar.

Mu’tezile, tahakküm kurma sevdasındadır ve hodbindirler. İnanılmaz bir enaniyet sahibidirler. Kendilerini oto kontrolden geçirmezler ama tüm ümmeti yargılarlar ve zihnen mahkum ederler.

Mu’tezilenin yaktığı yangını, İmamı Gazali, Abdulkadiri Geylani, Imam-i Azamin talebeleri, Cuneydi Bagdadi söndürmüşlerdir. Ama yaptıkları tahribat İslam alemini çokça geri bırakmıştır.

Halbuki, İslami ekoller içerisinde farklılıklara karşı en açık olan Ehli Sunnet ve Cemaat olmuştur. Şimdi Müslümanların dağınık olduğu ve binlerce farklı fikirde Müslümanın olduğu bir zamanda tek bir fikri yorumu esas alıp herkesi dışlamak İslam’a yapılan büyük bir haksızlıktır.

Siyasal iktidar alanı farklılıkların beraber yaşayabildiği bir alan olmalı. Aksi takdirde bugün azınlık olan bir fikir yarın çoğunluk olup herkesi engizisyona tabi tutabilir.

Mu’tezilecilerin de fikrini özgürce savunduğu ama kimsenin kimseye bir şiddet yada tahakküm uygulamadığı bir iklimi inşa etmeye gayret etmek lazımdır.

Kaynakça

Dhanani, A. (1994). The physical theory of Kalam: atoms, space and void in Basrian Mu'tazili cosmology.

Ömer Çapra, (2008) Muslim Civilization: the Causes of Decline and the Need for Reform, The Islamic Faoundation, İngiltere

Sa’d-ı Teftazânî, Şerhül Akâid, (s, 188-192)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum