Allah’ın azâbı o Yahudilere hesâb etmedikleri yerden geliverdi 

Allah’ın azâbı o Yahudilere hesâb etmedikleri yerden geliverdi 

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Haşr Sûresi 1-4. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor
[Medîne devrinde nâzil olmuştur, 24 âyettir.]

1-Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ı tesbîh etmektedir. (*) O, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.

2-O (Rabbiniz), kitab ehlinden (yahudilerden) inkâr edenleri(n bir kısmını) ilk haşir’de (bu ilk sürgünlerinde) yurtlarından çıkarandır. (Siz o yahudilerin oradan kolayca) çıkacaklarını sanmamıştınız; ve (onlar da) sanmışlardı ki gerçekten kendilerini Allah’dan (koruyacak olan) engelleri, kaleleridir. Fakat Allah(’ın azâbı) onlara hesâb etmedikleri yerden geliverdi ve kalblerine korku saldı; (öyle ki) evlerini hem kendi elleriyle, hem de mü’minlerin elleriyle harâb ediyorlardı. Artık ey basîret sâhibleri! İbret alın!

3-Eğer Allah, onların üzerine (cezâ olarak) sürgünü yazmamış olsaydı dahi, mutlaka onlara dünyada azâb ederdi. Âhirette ise onlar için Cehennem azâbı vardır.

4-Bu, gerçekten onların Allah’a ve Resûlüne karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı gelirse, artık şübhesiz ki Allah, azâbı çok şiddetli olandır.

(*)“Bir adam:سَبَّحَ لِلّٰهِ ماَفِي السَّمَوَاتِ وَلْأَرْضِ [Göklerde ve yerde ne varsa, Allah’ı tesbîh etmektedir] (meâlindeki) âyetini okudu. Dedi ki: ‘Bu âyetin hârika telakkī edilen (kabûl edilen) belâğatını (ifâdesinin hârkulâde güzelliğini) göremiyorum.’ Ona denildi: ‘Sen dahi bu seyyah (yolcu) gibi o zamâna git, orada dinle!’ O da kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül etti (hayâl etti) gördü ki: Mevcûdât-ı âlem (âlemdeki varlıklar) perîşan, karanlıklı, câmid (donuk), şuûrsuz, vazîfesiz olarak hâlî (boş), hadsiz, hududsuz bir fezâda; kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’ân’ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü. (...) Bu kâinât bir câmi‘-i kebîr (büyük bir câmi‘) hükmünde, başta semâvât ve arz (gökler ve yer) olarak umum mahlûkātı hayatdârâne (canlı olarak) zikir ve tesbihte ve vazîfe başında cûş u hurûşla (coşkuyla) mes‘ûdâne (mutlu) ve memnûnâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşâhede etti (gördü) ve bu âyetin derece-i belâğâtını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla Kur’ân’ın zemzeme-i belâgatı (belâgatındaki tatlılığı) arzın nısfını (yarısını) ve nev‘-i beşerin humsunu (beşte birisini) istîlâ ederek, haşmet-i saltanatı (saltanatının büyüklüğü) kemâl-i ihtiramla (tam bir hürmetle) on dört asır bilâ-fâsıla (aralıksız) idâme ettiğinin (devâm ettirdiğinin) binlerle hikmetlerinden bir hikmetini anladı.” (Şuâ‘lar, 7. Şuâ‘, 125-126)