Akıl ve ilahî vahyin doğru konumları

Biz ilahi vahyi (nakli) de akılla anlarız, naklin muteber olduğuna da aklî deliller neticesinde karar veririz ve yine aklen kabul ederiz ki akıl sadece kendi başına, rehbersiz, ilahi vahiy olmadan hakikati bulamaz. Fakat ilahi vahiy aklîdir ve olmalıdır. Bu nedenle akıl vahye uymayı gerektirir.

Vahiy, bizzat ve tek başına inancın kesin delili olamaz. Zira kısır döngü olur. Ancak vahyin doğruluğuna aklî deliller neticesinde hükmedildikten sonradır ki, vahyin bize iletilen her bir bilgisi için aklî delil aranması şartı da kalmaz ve özellikle aklen imkânsız olmayan ahiretle ilgili (mesela cennetteki yaşamla ilgili tasvirler) aktarılan bilgiler gibi nakillerde aklî delil aranmaz ve vahyin doğruluğunun tabii neticesi olarak doğru kabul edilirler.

Risale-i Nur'un şeytanla münazara bahsinde olduğu gibi Kur'an'ı Allah kelamı kabul edip delilleri öyle incelemek gerekir ve bu yaklaşım da gayet makuldür.

Elbette rasyonel akıldan başka, kalple ve diğer latifelerle hissedilen, görülen, sezilen, keşfedilen çok hakikatler ve deliller var. Fakat bunlar özellikle başlangıç için kesin bir inanca esas ve dayanak olamaz.

Delilleri değerlendirirken yani henüz iman etmemişken bile ispat-inkâr arasındaki yapısal farklılıktan dolayı meselenin kayyumu (sabitesi) olarak imanı görmek aklîdir.

Çünkü mantıken sadece bir delilin doğruluğu iman hakikatinin doğruluğunu gerektirir. Hâlbuki binlerce karşıt delil bile olsa (çünkü inkârdır) kesin olarak yanlış veya yok olmasını gerektirmez. (Bunun önyargıyla bir ilgisi yoktur.)

Mesele şudur: Meselenin sabitesi iman, deliller ise onlara yardımcı unsurlardır. O deliller tek tek çürüse veya farklılaşsa bile, yukarda sabit bir şekilde duran iman gerçeği sarsılmaz, yüzlerce karşıt delil ve şüpheler de olsa, onun sıhhatine ve kesinliğine zararı olmaz.

Çünkü iman mesleği bilgiye ve delile dayalı ispattır. Bu hüküm iman etmeden önce de sonra da aynıdır, değişmez. Bu tarzda bir değerlendirme mantıklı olandır.

Bir iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusunda yüzlerce, binlerce delil ve karşıt delil öne sürülebilir. O iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusundaki delillerden bir tanesinin gerçekliği halinde, iddianın doğruluğu ve eşyanın varlığı ortaya çıkmış olur. Bunun aksi düşünülemez. O zaman burada ispat mesleğinin farklılığı ortaya çıkmış oluyor.

Neden Akıl Tek Başına Hakikati Bulamaz?

Gayba iman demek, delilsiz ve ne olduğunu bilmediğin birşeye gerekçesiz inanmak mı demektir?

Aşağıda ele aldığımız konu hakkındaki kavramların yerine oturmasına yardımcı olması için, konunun detaylarını şu iki yazımıza havale ediyoruz:

https://www.risalehaber.com/hakikatin-bilinemez-oldugu-bir-kainat-tasavvuru-kabul-edilemezdir-1-bolum-20269yy.htm

https://www.risalehaber.com/hakikatin-bilinemez-oldugu-bir-kainat-tasavvuru-kabul-edilemezdir-2-bolum-20291yy.htm

Akıl tek başına hakikati tüm detaylarıyla keşfedemez, bir rehbere (vahyin bilgisine) muhtaçtır.

Neden akıl tek başına yolunu bulamaz acaba? Örneğin, biri sizi gizlice bayıltıp, bir ada içine kurulmuş bir tesise götürse ve uyandığınızda görseniz ki, tıpkı sizin gibi kendi isteği dışında adaya getirilmiş birçok insan da sizinle birlikte orada bulunuyor. Ada içinde de bir konaklama tesisi kurulmuş. Ücretsiz yemek, konaklama ve gezinti imkânları sunuluyor. Âdeta bir ziyafete davet edilmişiz her birimiz.

Soruyoruz şimdi: Adada bulunanlar, ada içindeki tesisin kuruluş maksadını ve o ada içindeki tesise gönderiliş gayelerini nasıl bilebilirler? Acaba, kendilerini oraya gönderenin bildirmesi haricinde, bu bilgiye ulaşmanın kesin bir yöntemi mevcut mudur?

Cevabı kimin vereceği ise, çok nettir: Sizi oraya gönderen ve o tesisi kuran, işleten kim ise, cevabı da o verecektir. Eğer bir insan belli bir maksatla isteği dışında bir yere götürülmüşse, bu konuda söz hakkı onu oraya götürenindir. Oraya neden getirildiğini ve o insandan ne istendiğini doğru olarak bilecek ve söyleyecek yalnız odur. Başkası olamaz.

Önce bizi buraya getirenin kim olduğunu bulmamız ve sonra sorularımızın cevaplarını ondan öğrenmemiz gerekiyor. Aslında çok basit bir şey söylüyoruz: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur”, mantıkî bir kaidedir.

Kâinatı yapan, içindeki dünya misafirhanesini işleten ve insanı bu kâinata kendi isteği dışında gönderen zat, elbette bunun nedenini ve insandan ne istediğini, ancak O bilir ve bildiği için, şüphesiz bildirecektir de. Ve herhâlde bildirmiş olmalıdır, öyle değil mi?

Tüm bunlarla beraber, hak bir itikadî mezhep olan Maturidiğin ve Ebu Hanife’nin ortak görüşü, insanın bir yaratıcının gerekliliğine kendi aklıyla ulaşabileceği ve hatta hiç peygamber gönderilmemiş bir dönemde yaşamış da olsa, bir yaratıcının varlığına fikren ulaşarak tevhid inancına sahip olmakla sorumlu olduğu yönündedir.

Fakat yaratıcının sahip olduğu özellikler ve yaratılış maksatlarının neler olduğu ve biz akıllı seyircilerden neler istediği gibi konular hakkındaki detaylı bilgiyi ancak ilahî vahiy verir.

Gayba iman demek, delilsiz ne olduğunu bilmediğin bir şeye gerekçesiz inanmak değildir elbette.

Sadece eserden müessire (tesir, etki edici) giden delillendirmede müessirin tesiri gözle görüldüğü halde, kendisinin görünmemesinden ibarettir. Bir ressamın fırçasının görünüp kendisinin görünmemesi gibi. Yani bazılarının zannettiği gibi tamamen bilinmeyen, görülmeyen bir şeye inanmak değil bu.

Çünkü “ispat“, bir iddiayı delil göstererek doğruluğunu apaçık meydana çıkarmak manasını ifade ediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.