Ağabeylerin hal dillerinden etkilendim-ÖZEL

Ağabeylerin hal dillerinden etkilendim-ÖZEL

Edebiyatçı-Yazar Hüseyin Yılmaz ile yaptığımız röportajın birinci bölümü...

Nurettin Huyut’un röportajı:

Edebiyatçı-Yazar Hüseyin Yılmaz

1959-60 da Adıyaman’ın Gerger ilçesine bağlı Çobanpınar köyünde dünyaya gelmiş. İlkokulu kendi köyünde okumuş, ortaokula Kahta’da başlamış Gerger’de bitirmiş, liseyi ise Adıyaman da okumuş Üniversiteyi Bursa İktisat Fakültesi Edebiyat Bölümünü okuyarak tamamlamış,

Mezun olduktan sonra Yeni Asya Gazetesinde dokuz ay çalışmış, evlilik arkasından da askerliğini tamamlamış. Daha sonra da Zaman Gazetesinde üç buçuk yıl çalışmış. O yıllarda daha çok röportaj, araştırma, seri yazılar ve yorumlar üzerine mesaisini teksif etmiş, sert mizacı nedeniyle bir yöneticinin suratına kapıyı kapatması sonucu gazetecilik hayatı sona ermiş.

Bundan sonraki dönemde Timaş Yayınlarında çalışmış, dokuz eser telif etmiş, üçü roman, altısı yakın tarihle ilgili. Son onbeş yılı ise ticaretle geçirmiş. Ancak, yazarlığa olan istek ve arzusu tekrar onu yazı yazmaya yöneltmiş, Edebiyatçı-Yazar olan Hüseyin Yılmaz güçlü bir kaleme sahip…
En büyük arzusu sesini dünyaya bir şekilde duyurmak…

Yazı serüveniniz ne zaman başladı?

Yazı serüveninin öncesini kaydetmem, daha doğru olacak. İlk mekteb dördüncü sınıfta kitaplık kolu başkanlığına seçildim. Muallimin teşviki miydi, ben mi taleb etmiştim; hatırlamıyorum... Köy mektebinin küçük ve derme çatma kitaplığında ilk defa birarada görerek hayrete düştüğüm bir kaç yüz kitabın arasından elimin ilk uzandığı kitab: Binbir Gece Masalları... Binbir Gece’nin ismi çocukluk muhayyileme pırıltılı gelmişti sanırım, bu tercihe başka bir mânâ yüklemek imkânsız... Ve Binbir Gece bütün bir şark, hattâ bütün bir insanlıktı. Kitabı kaç sefer okudum, onun açtığı yoldan yürüyerek kitaplıktan kaç kitab daha bitirdim, hatırlamıyorum. Hatırladığım ve bildiğim tek şey, yazı hayatımın ilk kapısının Binbir Gece’nin büyülü eşiği olduğudur.

Kitaplarım basıldıktan sonra birgün Gerger orta mektebinde okuyan yeğenimin arşivlerden çıkarıp bulduğu evrakı, bir sınıf hocasının ferâsetini ifâde ve takdir babından kaydetmek istiyorum. Yıl sonu kanaat notlarının kaydediliği evrakta hocam, fakîr için:
“Yol gösteren ve elinden tutanı olursa, ileride iyi bir yazar olabilir!” diyordu...
Ne doğru dürüst yol gösterenimiz, ne de elinden tutanımız oldu, lâkin kaderin hükmü en mütevazı ve zayıf tarafından da olsa, orta mekteb hocamı teyid etmişti...

İlk karalamalarım lise yıllarına aittir... Sonra üniversite yıllarında mahallî gazetelerde boyumu aşan, çoğu küstah ve rahatsız edici satırlara imza attım. Nihâyet cemaatî bir kavga meydanında gösterdiğim pervasız, belki bir parça da hadden aşkın gayretin mükafatı olarak İstanbul dâveti vuku buldu... Bu, aynı zamanda profesyonel mânâda mesleğe atılmış ilk adımdı. Dâvetin sahipleri, fakîre ihtiyaçlarının olduğunu söylüyorlardı. Gazetede faydalı olacaktım... Fakîrle birlikte, faydalı olsunlar, düşüncesiyle devşirilmiş kişiler arasından ilk kovulan oldum; medar-ı iftiharım bu birinciliği diğer faydalı olacakların dereceleri tâkib etti. Kaderin tecellisine bakınız ki, bu faydalı olacaklarına hükmedilenlerin tamamı faydalı oldu ama, başka müesseselerde, başka yerlerde.

İlk eserim olan Hüzün Çiçeği’ni askerlik vazîfesini îfâ ettiğim Sarıcaali Karakolu’nun Meriç nehrine nâzır bahçesinde kaleme aldım. İlk gözağrım, Zaman Gazetesi’nde çalıştığım sırada Timaş Yayınları tarafından neşredildi. Onu diğerleri tâkib etti. Meslekten koptuğumda 32 yaşında idim ve neşredilmiş 9 kitap geride bırakıyordum; üçü roman altısı yakın târih araştırmaları...

Neşredilmiş eserlerinizi sıralayıp, en çok hangisini ve niçin daha çok beğendiğinizi söyleyebilir misiniz?

Hüzün Çiçeği, Hiç Yaşanmamış Gibi ve Rejim Düşmanı Rıza, roman türünden. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Devlet Terörü, İttihad-ı İslâm ve Hilafet, Doğu Gerçeği ve Müslüman Kürtler, İnkılâb Kurbanları, Ayasofya ile Öldükten Sonra Allah Diyen Bakan adlı eserler daha çok yakın târihimize dâir çalışmalar... Tabiî bir yazarın çok kesin hatlarla herhangi bir kitabını diğerlerine tercih etmesi güçtür, ama bir ısrar vâki olursa elim iki esere uzanır: Hüzün Çiçeği ve İnkılâb Kurbanları... Birincisi, ilk gözağrım, yılların heyecan ve ümidleriyle kaleme alınmış; diğeri, gazetecilik hayatımın hacmi küçük ama iddialı eseri... Bu kitaptan yargılandım, Cumhuriyet zindanlarını boylamaktan bilirkişi raporuyla sıyrıldım. İstinad edilen suç: M. Kemâl’e hakaret. Abes mi, abes bir dâvâ idi... Düşünce adamının …. gibi kovalandığı bir memlekette düşündüklerini haykırmak, cenk meydanında düşman saflarına kılıçsız kalkansız düşmekten farksız. Maalesef Türkiye bu iğrenç vaziyetten hâlâ kurtulamadı...

Müsaadenizle Müslüman Kürtler’e de bir pencere açmak isterim. Bu kitabı kaleme alıp neşrettiğimiz yıllarda Kürt Meselesi, Markist Kürtçüler ile Türkçü devletin tekelinde idi. Hakîkati haykırmak; ya budala, yahut ölüm dahil her türlü tehdid ve tehlikeyi göze almayı gerektiriyordu. Hepsini göğüsledik, eser o devirde güzel hizmetler etti. O gün haykırdıklarımızın Sağ câmia tarafından sayıklanması için yılların akması gerekti.

Risale-i Nur’la ilk temasınız ne zaman ve nasıl başladı?

Orte mektebin ilk yılında bir âile dostumuzun evinde kalıyordum: Fırıncı Hacı İbrahim... Allah gani gani rahmet eylesin, bu zât, Kâhta’nın ileri gelen eşrafından ve hizmet ehli bir Nur talebesi idi... Kırmızı kitaplarla sağlanan bu ilk göz temasının aşka inkılâb etmesi için, kendi hâlinde bir kaç yılın akıp geçmesi gerekmişti. Nurları hecelemeye lise birde başladım... Adıyaman, bir kaç fedakâr Nur talebesinin gayretleriyle nur şehri olmaya doğru yol alırken kervana dâhil olmuştuk; yolculuk devâm ediyor. Bu sualin kâmil cevabı zaman ister, kısa kesiyorum...

Üstad’ın tanınmış talebeleri arasında tanıdıklarınız var mı? Varsa bir hatıra veya intibanızı anlatmak ister misiniz?

Lisede okuduğum yıllarda bir ziyaretleri vesilesiyle Abdullah Yeğin ve Mustafa Sungur ağabeyleri tanıdım. Bir akşam sohbetinin bahşettiği imkânlar çerçevesinde bu ağabeylerin kal derslerinden ziyâde hal dillerinden derinden mütessir oldum. Onlar gibi olabilmeyi çok istedim, hâlâ çok istiyorum. Sonra merhum Hulusi Yahyagil ağabeyi tanıma ve birkaç dersinde bulunma bahtiyarlığını yaşadım. Zihnimde, muhayyilemde üstadvarî bir tesir bıraktı. Onu dinlerken ilk beş on dakikadan sonra silinip kayboluyor ve Üstâd gelip onun yerine oturuyordu. Hangi lâtifemin bahşettiği imkânla bu hâleti yaşadığımı bugün bile anlayabilmiş değilim...

Bayram abi, Abdulkadir Badıllı abi, Birinci ve Fırıncı abiler tanıma bahtiyarlığına eriştiğim ağabeylerden ilk aklıma gelenler; Allah cümlesinden râzı olsun... Zübeyir ağabey ile Mehmed Kayalar ağabeyi ise bilhassa tanımak isterdim. Birincisine yaşımız ve zemin müsaid olmadı, Kayalar ağabay ile temas kuramamış olmak ise tamamen benim gafletim. 1994 Haziran’ında Hakk’ın rahmetine kavuşan “Nurun Muallimi”ni bugün asla tasvib etmediğim cemaatî telkin ve inkârlara fedâ edişime ne kadar hayıflandığımı anlatamam. Halbuki onun Yalova ve İstanbul’da yaşadığı son onbeş yılı ben de Bursa ve İstanbul’da yaşamıştım. Heyhat, vuslat ebediyete kaldı...  Rabb’im bu kutub yıldızlarının vefat etmiş olanlarına rahmet etsin, hayatta olanlarına ise sıhhat ve afiyet versin.
(Devam edecek)