Abdulkadir ÇELEBİOĞLU
Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da Geçen Âyet ve Hadîslere Verdiği Şerhli/Tefsîrli Meâller-2
"Güneşi bir kandil yaptı." (Nuh Sûresi, 71/16) şeklinde meâl verilebilen âyet, Nurlar'da şu şekilde tefsîr edilerek ele alınmıştır;
«وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا
Yani, lâmba tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat'umat ve levazımat olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, Sâni'in haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki; müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri Güneş, müsahhar bir lâmba, camid bir mahluktur. Demek "sirac" tabirinde Hâlık'ın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder. Ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder. Ve bu ihsasta vahdaniyeti i'lam eder ve manen der: "Camid bir sirac-ı müsahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz."» (Sözler, s. 377)
"Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" (Hucurât Sûresi, 49/12) şeklinde kısa meâl verilen meşhur gıybet âyetini Üstâd Bediüzzaman kelime kelime, ayrı ayrı ele alıp çok muazzam bir sûrette tefsîr ederek açıklamıştır;
«Makam-ı zemm ve zecirde binler misallerinden meselâ:
اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا
âyetinde zemmi altı derece zemmeder. Gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır. O sormak manası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. İşte birinci hemze ile der: Âyâ sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?
İkincisi:
يُحِبُّ
lafzı ile der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü:
اَحَدُكُمْ
kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü:
اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ
kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi:
اَخٖيهِ
kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi a'zânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı:
مَيْتًا
kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor? Demek zemm ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak! Nasılki şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle i'cazkârane altı derece o cürümden zecreder.» (Sözler, s. 381)
Yâsin Sûresi, 36/1-3. âyetlere de şu şekilde tefsîrli meâl verilmiştir;
«Hem makam-ı isbatın en latif misallerinden:
يٰسٓ ٭ وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ ٭ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ
der. Yani, "Hikmetli Kur'ân'a kasem ederim, sen resûllerdensin." Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakînî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı ta'zim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: "Sen resûlsün. Çünkü senin elinde Kur'ân var. Kur'ân ise, haktır ve Hakk'ın kelâmıdır. Çünkü içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i'caz var."» (Sözler, s. 382)
Yâsin Sûresi, 36/78-79 âyetlerine de şu şekilde meâl verilmiştir;
«Hem makam-ı isbatın îcazlı ve i'cazlı misallerinden şu:
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمٖيمٌ ٭ قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلٖيمٌ
Yani; insan der: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" Sen, de: "Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise, o diriltecek."» (Sözler, s. 382 - 383)
"Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı?" (Tûr Sûresi, 52/37) şeklinde meâl verilen âyete de Nurlar'da şu şekilde tefsîrli meâl verilip izah edilmiştir;
«اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَٓائِنُ رَبِّكَ
Veyahut: Cenâb-ı Hakk'ın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükema-yı dâlle gibi ve Berahime gibi asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar? Sana iman getirmiyorlar. Öyle ise, bütün mevcudatta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gayatı ve intizamatı ve semeratı ve âsâr-ı rahmet ve inayatı ve bütün enbiyanın bütün mu'cizatlarını inkâr etsinler veya "Mahlukata verilen ihsanatın hazineleri yanımızda ve elimizdedir" desinler. Kabil-i hitab olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma. Allah'ın akılsız hayvanları çoktur, de.» (Sözler, s. 387)
"Dağları kazık yapmadık mı?" (Nebe Sûresi, 78/7) şeklinde meâl verilen âyet de şöyle kısaca meâllendirilmiştir;
«Meselâ:
وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا
yani: "Dağları zemininize kazık ve direk yaptım" bir kelâmdır.» (Sözler, s. 391)
Üstâd Bediüzzaman, "Yörüngesinde..." (Yâsin Sûresi, 36/38) şeklinde lafzen mânâ verilen âyette geçen kelimeyi tefsîrli bir şekilde alt yapısını da inşa ederek genişçe şöyle meâllendirir;
«Demek
لِمُسْتَقَرٍّ
mânâsı:
فٖى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا
yani, "Kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünki hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlahiye, bir kanun-u Rabbanîdir."» (Sözler, s. 394)
"Kurtuluşa erenler" şeklinde meâl verilen ve Kur'ân-ı Kerîm'de 12 yerde geçen kelimenin mânâsının şümûllü/kapsayıcı ve kapsamlı bir sûrette mânâsını da şöyle ifade eder;
«İşte
اَلْمُفْلِحُونَ
der. Neye felah bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: "Ey müslümanlar! Müjde size. Ey müttaki! Sen Cehennem'den felah bulursun. Ey sâlih! Sen Cennet'e felah bulursun. Ey ârif! Sen rıza-yı İlâhîye nail olursun. Ey âşık! Sen rü'yete mazhar olursun." ve hâkeza...» (Sözler, s. 394)
"Odur ki, yemyeşil ağaçtan size ateş çıkarır." (Yâsin Sûresi, 36/80) şeklinde lafzen meâl verilen âyete de şöyle tefsîrli meâl vermiştir;
«Hem meselâ:
اَلَّذٖى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الْاَخْضَرِ نَارًا
İnsan-ı âsi, "Çürümüş kemikleri kim diriltecek" diye meydan okur gibi inkârına karşı Kur'ân der: "Kim bidayeten yaratmış ise, o diriltecek. O yaratan zât ise, herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir zât, çürümüş kemiğe hayat verebilir."» (Sözler, s. 400)
Aynı âyetin sonunda geçen 2 kelimenin, remzen ne mânâya geldiğini de şöyle ifade eder;
«Sonra o dâvânın bir deliline işaret eder:
اَلشَّجَرِ الْاَخْضَرِ
kelimesiyle remzen der: "Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak! Kışta ölmüş kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren; hattâ herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşr u neşrin nümunelerini gösteren bir zâta karşı inkâr ile, istib'ad ile kudretine meydan okunmaz."
Sonra bir delile daha işaret eder, der: "Size ağaç gibi kesif, sakil, karanlıklı bir maddeden ateş gibi latif, hafif, nurani bir maddeyi çıkaran bir zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib'ad ediyorsunuz?"
Sonra bir delile daha tasrih eder der ki: "Bedeviler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşil iken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıd tabiatı cem'edip, onu buna menşe etmekle herbir şey hattâ anasır-ı asliye ve tabayi-i esasiye, onun emrine bakar, onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı, topraktan yeniden çıkarması istib'ad edilmez. İsyan ile ona meydan okunmaz."» (Sözler, s. 400)
(Devam Edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.