Zulme yakın, adalete uzak yaşamak

Zulmü, kendimize hiç yakıştıramayız. Kendimizi zulmün çok uzağında görür, kendimizle hiç ilişkilendirmeyiz bile. Ve genelde zalim denince, hükümdarlar veya en fazla yöneticileri zulüm kavramıyla ilişkilendirir, ya ‘zalim’ ya da ‘adil’ yönetici diye nitelendiririz.

Zulüm denince, ille de birilerinin işkence çekmesi; bir hükümdarın halkına zulmetmesi; bir yöneticinin, yönettiği kimselere haksızlık etmesi aklımıza gelir. Elbette ki işkence de zulümdür ve bu tür haksızlıklar da zulümdür. Ancak zulüm, bunlardan mı ibarettir?

Kendimizi en yalın haliyle muhasebe ettiğimizde göreceğiz ki, durum hiç de öyle değildir. Yaptığımız her hareket, her davranış ya adalete uygun bir davranıştır ya da zulme yakın bir davranıştır.

Adaletin en fazla vurgulandığı ve uygulanması gereken yerler elbette ki mahkemelerdir. Ancak, adalete sadece mahkemelerde mi rastlarız? Evlerimizde, okulumuzda, iş yerimizde hatta yollarda, caddelerde ve sokakta da adalet kavramına ihtiyacımız var.

Söz gelimi, trafikte kırmızı ışıkta geçince yaptığımız basit bir trafik kuralı ihlali değildir. Aynı zamanda, adalete uygun bir davranış sergilememiş oluruz. Başka bir deyişle, başkasının hakkını çiğnemiş ve ona zulmetmiş oluruz. Oysaki, kırmızı ışıkta geçen bir çok sürücü, belki de her Allah’ın günü, kul hakkının yenmemesinden dem vurur.
Birinin hatasından dolayı, başkası sorumlu değildir.(En’am, 164) Günümüz sosyal ve siyasi olaylarından dolayı, çoğu kere, birilerinin sorumluluğunu başkasına yüklemekteyizdir. Mesela, bir toplulukta birisinin hata yapmasından dolayı, bütün topluluğu sorumlu tutarcasına hareket edebiliyoruz.

Sözgelimi bir İngiliz vatandaşının bir hatası ile bütün İngilizleri sorumlu tutabiliyoruz. Ya da kendi soydaşımız bir hata yaptığında, bu hatayı kabullenmeme eğiliminde oluruz. Bir siyasi parti, bir yanlış yaptığında, bu yanlışı bütün parti mensuplarına genelleme yapmak da yine yanlıştır ve zulümdür. Bir müslüman hata yaptığında, müslüman tarafgirliğimiz tutar ve müslümanın hatasını görmezden gelmeye çalışırız.
Hz. Ali ile bir yahudinin, ‘hakk’ uğruna aynı mahkemede yargılanması, Fatih Sultan Mehmet ile bir ermeni mimarın, ‘hakk’ uğruna yargılanması, kıssalarını tekrar edip dururuz. Ama iş Ermeni tehcirine gelince, Ermenilerin hakkı birden buharlaşıp yok olur. Ermenilerin, Türkleri-Kürtleri öldürmeleri ne kadar haksızlık ve zulüm ise, Müslümanların da Ermenileri öldürmeleri, evlerine ve diğer mal varlıklarına el koymaları da o kadar haksızlık ve zulümdür.

Bir erkek, bir hata yaptığında, ‘ah şu erkekler’ diye bütün erkeklere genellemeler yaparak haksızlık yaparız. Bir kadın hata yaptığında, ‘bütün kadınlar böyledir.’der işin içinden çıkarız. Oysa ki yaptığımız bu tür genellemeler, hep bir zulüm ve haksızlık ihtiva etmektedir. Bu yüzden feminizm, bütün tarihi yanlış okumakta ve tarih, hep erkeklerin, kadınlara haksızlık ettiği önyargısı ile bütün bir geçmişe haksızlık yapılmaktadır. Burada, adaletsiz bir tarih okuma biçimiyle karşı karşıyayız.

Türk-Kürt-Arap vs. çatışmalarının olmaması için, birisinin hatasını teşmil etmemek, genelleme yapmamak da adaletin bir gereğidir. Bir Türk’ün hakkı kadar, bir Kürdün ve bir Arabın hakkını savunamıyorsak, biz adaletin neresindeyiz? Milliyetçiliğin, zulüm kokan genellemelerini ne kadar sorguluyoruz? Bir Türkün hatasını, bütün Türklere teşmil etmenin, bir Kürdün hatasını, bütün Kürtlere teşmil etmenin bizi ne kadar haksız duruma düşürdüğünü tahayyül edebiliyor musunuz?

Adaletin sağlanması için, bireylerin haklarının korunması ve toplumsal dengenin korunması gerekir. Ne birey, topluma feda edilmeli; ne de toplum bireye feda edilmeli. Hak, haktır., hakkın büyüğü küçüğü yoktur. Her şey hakk için feda edilmeli, hakk bir şeylere feda edilmemeli. ‘Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.’ Hadis-i şerifi, hakkın savunulmasının önemini anlatmaktadır.

Adalet, haklıya hakkının verilmesidir. Bunun tam tersi de zulümdür. Yani haklı olana hakkının verilmemesidir.
Ancak bu tanım, adalet kavramının tanımı değil, muhtevası hakkında bize, kısa bir bilgi sunar. Doğruluk, düzen, düzen, nizam, itidal, estetik, ahenk, eşitlik, denklik, denge, kıstas ve bunun gibi daha birçok kelime, adaleti ifade etmektedir. Öyle ise adaletin çok geniş manaları bulunmaktadır.

Ayrıca bir anlamıyla da adalet, Allah’ın bir sıfatıdır ki, bu, bütün kainatı adalet üzere yaratmış olmasıdır. Hiç de önemsemediğimiz bir taş, kainatta bir dengenin bir ifadesidir ve taşa hakkının verilmesi, Allah’ın adaleti gereğidir. Ki taş, sert olmasına rağmen, Allah’ın emrine karşı çok yumuşaktır ve Allah’ın emrini dinler.
Bir çiçek de öyledir. Çiçek olması için ne gerekiyorsa, Yaratıcısı tarafından ona verilmiştir. Ve her şey, kendi varlığı için ne gerekiyorsa ona verilmektedir.  Böylece her şey, hakk ettiğine kavuşmaktadır. Yani Yaratıcı, her şeye karşı adildir. Bu yüzden kainatta büyük bir denge bulunmaktadır. Ve bu denge, insanların bozması hariç hiç bozulmamaktadır.

Denizlerdeki balıklar da bu adilane düzenin en büyük örneğidir. Eğer balık yumurtalarının hepsi balık olsaydı, denizler deniz olmaktan çıkar bir bataklığa dönüşürdü. Kainattaki adalet prensibi, bazı balık yumurtalarının daha balık haline gelmeden kayıplara karışıp yok olmalarını gerektirir. Bazılarının küçücük balıklar halinde iken bazılarının beslenememekten dolayı ölüp gitmektedir. Diğer bazılarının ise başka büyük balıklara yem olduğunu görmekteyiz. Büyüyenlerin bir kısmının insanlara diğer bir kısmının da yine kendilerinden daha büyük balıklarca yutulduğunu biliyoruz. Öyle ise,  büyük balık, küçük balığı yemesine rağmen, balıklar dengeli bir şekilde yaşamaya devam etmektedir. İşte bu denge hali, kainattaki adalet prensibini göstermektedir.

Allah’ın bütün kainatı adalet üzere yaratmasının en büyük örneği insandır. Çünkü insan, kainatın en güzel şekilde yaratılan mahlukudur. Bu durum, Kur’an-ı Kerimde ‘Ahsen-i takvim’ olarak ifade edilmiştir.(Tin suresi, 4) İnsan, kainatın kıvamıdır. Öyle ki insan olmasa kainatın manası anlaşılmazdı. İnsanın da manası Hz. Peygamber(asm)le ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber(asm),  kainatın en şereflisidir. ‘Sen olmasaydın Ey Muhammed, kainatı yaratmazdım’ diyen Allah, insanları imtihan için bu dünyaya göndermiş ve Hz. Peygamber(asm)ı da bu imtihanın bir örneği olarak göndermiştir. Bu, onun adaletinin ve kainatta kurduğu dengenin bir örneğidir.  

Sabah uyandığımızda güneş, milyonlarca km. uzaklıktan yüzümüze gülümsüyor. Ve insan için yaratıldığını yüzümüzü okşayarak bize anlatmaya çalışıyor. Binlerce km yüksekten ihtiyacımız olan yağmuru bize gönderen bulutlar, bizden korkuyor olamazlar! Bize acımıyorlar da. Çünkü onlarda acıma duygusu bulunmamaktadır. Bulutlar da gönderdikleri yağmurla yüzümüzü ıslatarak, bizim için yaratıldıklarını gök gürültülü sesleri ile en sağırlara da işittirmektedirler. Milyonlarca ışık yılı uzaktaki yıldızlar, galaksiler, gök yüzünün akşam karanlığını güzelleştirerek bize gülümseyerek, kendilerini bize ifade etmektedirler. Güneş, bulutlar, ay, yıldızlar, gezegenler, galaksiler hepsi bir denge üzerinde durmaktadırlar ve Allah’ın adaletini ve denge üzere yarattığını bize anlatmaktadırlar.

İnsanın ‘ahsen-i takvim’ şeklinde  yaratılması ise, bütün bu denge halinin anlaşılmasıdır. Yani bulutların, güneşin, yıldızların hepsi insan için yaratılmış ve onlara bakıp şükreden insan olmazsa, onların bu dünyada bir anlamının kalmayacağını bize göstermektedirler.

‘Ahsen-i takvim’ şeklinde yaratılan insan, Allah’ın emrine uymazsa, öncelikle kendi kendine zulmetmektedir. Bütün kainatın hizmet ettiği insan, Allah’a itaat etmezse kainatın dengesini bozmuş ve adalete aykırı davranmış olmaktadır.

İnsanın kalbi de bir adalet timsalidir. Çünkü, bedenimizin tamamını dengede tutan, her organımıza kan göndererek onların yaşamalarını sağlayan bir et parçası olan kalbimizdir. Aynen bunun gibi, manevi kalbimiz ve vicdanımız da aklımıza, ruhumuza, nefsimize, duygularımıza her an Yaratıcımızın varlığını hatırlatmakta ve onlara O’nun nurunu yansıtmaktadır. Duygularımız, kalbimizden gelen ışıkla aydınlanmakta ve O’nun emirleriyle mana kazanmaktadır.

Kalbimiz ne kadar yumuşak olursa olsun, Yaratıcımızın emrine uymazsa, taştan daha fazla katı ve daha fazla anlamsızlık çukuruna düşmez mi? Taş sertliğiyle beraber, O’nun emrine uyduğu sürece, bizim itaatsiz nefsimizden daha yumuşak olmaz mı?
Özetle, kainatta büyük bir adalet ve denge bulunmaktadır. İnsan oğlu bu dengeyi koruyamadığı sürece zulüm içerisindedir ve adaletten uzaktır. Kainattaki bu mükemmel dengeye uyduğu ölçüde de kainattaki ahenge katılmakta ve adalet timsali olmaktadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.