Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Zihnimi elmadan sıyıramayan profesör

Biraz oluyor, bir televizyon kanalında biyoloji profesörü olduğunu sonradan kitaplarını ve konuşmalarını inceleyerek öğrendiğim bir arkadaş, dağları bayırları gezerek bir program yapıyordu. Gördüklerini, tespit ettiklerini yorumluyordu. Bir meyve mevzusu geldiğinde ise, aklıma takılan ve beni bayağı da düşündüren ve üzen bir yorum yapmıştı. Üzdü, çünkü bu arkadaş, çok iyi bildiğimiz özel bir üniversitede öğrencilerin bayağı ilgi odağında olan biriymiş. Üstelik konuşmalarından ve kitaplarından anladığım kadarıyla, kâinattaki değişime, zerrelerin mükemmele gidişine, evrim adını takarak öyle yorumluyordu. Özellikle bazı konuşmalarında gençlerin dinden soğumalarını bile evrim aleyhtarlığına bağlayan bu arkadaş, eski aile ortamından tanıdığı Risaleleri okuduğunu da ifade ediyordu. 

Elma takıntısı ise, eskiden katıldığı bazı sohbetlerden geliyor. Unutamadığı bu sohbetlerde güya elmanın şekli, tadı, kokusu, rengi nazara verilerek bunların insanı bilen, tanıyan, şefkat eden biri tarafından tanzim edildiği anlatılırmış. Bunda ne var, doğru değil mi, diyeceksiniz değil mi? Bu profesör arkadaşa göre bu örneği verenler, en azından elmanın renginin nereden geldiğini bilmedikleri için, bunu Allah'a verecek kadar da cahillermiş. Bu basit bir meseleyi bile anlamamışlar güya. Cehaleti gördünüz mü? O zaman bu elmanın renginin, kokusunun nereden geldiğini bilmediği için bunu Allah'a veren, O'ndan bilen cahillerin içine âcizane biz de girdiğimiz için, hocanın bu elma takıntısı, bizi de bayağı ilgilendirdi.

Güya hocanın imanlı olduğu da anlaşılıyordu ama biyoloji okuduğundan herhalde böyle renk, koku, tat gibi sebepleri belli ve bilinen harikaları Allah'a verme cehaletine (haşa) düşmüyordu. Çünkü bunların sebepleri vardı. Böyle şeyler, Allah'a verilir miydi?

O zaman gözümüzün önüne nurların sebep müsebeb (netice) meselelerinin izah edildiği kısımlar geldi ve binlerce şükürler olsun ki dedim, risaleleri tanımışız da bu arkadaş gibi, zihnimiz sebepleri aşabiliyor; sebeplerin arkasındaki "Asıl Sebebe" ulaşabiliyoruz. 

Gerçekten bu biyoloji âlimi arkadaşın zihnine takılan elma örneği, bir mihenk taşı niteliğinde. Zihnini sebepler dairesinden sıyıramadığı için burnumuza, ağzımıza, gözümüze göre ayarlanmış koku, tat ve renklerin görünüşteki sebeplerini gerçek fâil zanneden bu anlayıştaki insanların imanlarını, esbap şirkinden kurtarmaları epeyce zor.

Sadece bir Allah var deyip yan yana, kafa kafaya ve el ele getirilerek her şeyiyle harika ve mucize olan eserlerin yaratılışına, görünürde vesile kılınmış akılsız, şuursuz, ilimsiz, kudretsiz, şefkatten ve fâil olmaktan uzak sebepleri gerçek fâil zannetmek ve bunu da munis, güya ilmî paketlerde sunmak, bir delilik alâmeti ama bu asırda çok alıcı buluyor.

"Gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmetli olan bir hakikata fennî bir nâm takar." diyor üstad. Bu arkadaş da rengin, kokunun nasıl, hangi vesilelerle olduğunu öğrenmiş; onlara bir fennî nam da takmış, yani şuursuz sebeplerin nasıl bir araya geldiğinin bu fennî izahının işi bitirdiğini, işin mahiyetinin anlaşıldığını dolayısıyla da artık bu şuursuz sebeplerin niçin ve kim tarafından bir araya getirildiğinin öneminin de olmadığını zannetmiş, daha doğrusu öyle zannediyor.Hâliyle bu zanla, asrın yanılgısına düşmüş ve düşüyorlar.

İşte bu yanılgı da aslında sebeplerin sadece Allah'ın icraatının ilânını yapmaktan başka bir müdahalelerinin olmadığını  anlamakla düzeltilebilir. Mesela, Allah misafirlerine karpuz, kavun, elma ikramını göndermek ve bu addaki icraatlarını göstermek ve ilân etmek istiyor. Hemen hava, su, Güneş, toprak, ağaç ya da başka birtakım sebeplere bu ilân ve ikram görevini veriyor. Bu sebepler, icraatı yapan, eden, getiren, söz sahibi olan değil. Bunu, "en âlâ bir sebebin en âdi bir müsebbebe(neticeye) gücü yetmeyeceğinden" anladığımız gibi, müsebbeblerdeki insana bakan, insana ikrama göre ayarlanmış tat, koku, şekil, hacim, ağırlık gibi onlarca özelliğinden de anlayabiliriz.

Ben şunu anlayamıyorum. Basit bir sanat eserini mesela bir resim, heykel, cami veya plastikten muz, elma gördüğümüzde bunu çizen, tasarlayan, devamında bunu bina edip muhteşem özellikleriyle inşa edip tanzim edeni kabul edip kim olduğunu soruyoruz. Hatta sanatkârını takdir edip hayran da olduğumuz oluyor. Aynı soruyu ancak sonsuz bir kâinatın düzenli işleyişinin neticesi, meyvesi ve aynı zamanda mükemmel bir tasarım ürünü olduğu  her halinden belli olan muz, elma, üzüm gibi sanat eserleri için niçin sormuyoruz? Gözlükçüyü, ayakkabıcıyı sorup takdir ediyoruz da gözü ve ayağı takıp hediye edeni sormuyor ve tanımıyoruz. Çok garip gerçekten. Akıl mantık işi değil. Yani insana ait bir sanat, insanın şuuruna, ilmine, sanatkârlığına delil oluyor, fakat insanın sanatından binlerce defa daha harika insanın kendi sanatlı varlığı, onun yaratıcısına delil görülmüyor. Bu nasıl çürümüş bir mantık ve kaybolmuş bir akl-ı selimdir. Halbuki biri, yıldız böceği derecesinde bir delil ise, diğeri Güneşin şâşaalı ışığı gibidir.

Sebeplerin göz önünde işlemesinden dolayı göz, sebepleri hakiki fâil olarak görme yanılmasına düşebilir. Neticede o şuursuz et ve kemik parçasıdır. Ama akıl yanılması ne oluyor? Akıl göze inince, demek oluyormuş. Yoksa gözün bir el gibi malzemeleri toplayıp gördüklerini akla teslim edip gerisini akla bıraksa; enaniyetin, kibirin, mugalatanın, peşin hükmün hükmetmediği bir akıl, basit ve âdi sebeplerin her cihetle harika ve mucize olan sanat eserlerinin sahibi olamayacağını anlar. Bunu anlayan akıl, hakikî sanatçıya yönelir ve Onu bulur. Şu kâinatı ve güzide misafiri olan insanı yaratma sebeplerini sorgular. Tek başına çözemeyeceği "necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun" gibi kâinatın ve varlığın tılsımını açacak sualleri sorar, cevabını öğrenebileceği kâinatın sahibine yönelir. Basit ve âdi sebeplere takılmaz. Onların âdi birer bahane olduğunu, imtihan ve hikmet dünyası ve zahire hükmederek isyan ve zulme düşme tehlikesi geçiren insanın bu yönüne baktığını idrâk eder. Maskaralıktan kurtulur. 

Cenab-ı Allah'ın izzet ve azametinin âdi birer perdesi olan sebepleri perdedârlıktan çıkarıp hakikî tesir sahibi zannedip öyle kabul edersek; önümüze şükranımızı sunacağımız binlerle sebep çıkar. Sadece Allah'a ait teşekkürümüzü Rabbimiz esbaba dağıtır mı? Sebeplere hakikî tesir verir mi? Onları ilâncılıktan ve istidadına göre âmelelikten çıkarıp her birini şükrümüze tâlip amir yapar mı?  Bu, Onun vahit oluşuna yakışır mı?

Evet dostlar, maalesef zamanımızda şahsen bu fakir de dahil sebeplere hakikî tesir veren söz ve konuşmalar eksik olmuyor. İkinci bir niyetle, bunlarda hakikî tesir olmadığını en azından aklımızdan geçirmemiz şart. Bu da güçlü bir sebep müsebbeb dersi almakla mümkün. Onun için görünüşte tekrar gibi görünen kısımların iyice okunmasını, fikrî eksersizlerin, tefekkürün eksik bırakılmamasını ısrarla tavsiye ediyoruz. Yoksa sebebler aklımıza dolaşır ve bir gün bu hoca gibi bizi de fikren felç edebilir.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum