Zayıfların işi: Mîzâh

Aziz okuyucularıma seslenemeyeli epey zaman oldu. Yaz başlamadan, sıcaklar bastırmadan son on yıldır gittiğimiz köydeki kirâlık mekânımıza taşınmak hayli vaktimi alıyor. Kış evini toparlayıp düzelteyim; yaz evini hazırlayıp yerleşeyim derken, yazamayalı bir aydan fazla geçmiş…

Efendim, zâten bu arada olan biten o kadar traji-komik hâdise var ki, bendeniz artık mîzâh sâhasında kalem oynatmanın lüzûmsuzluğuna iyice kàni oldum. Şekspir’in dramlarına taş çıkartacak kadar gaddâr ve zâlimâne tablolardan nasıl bir mîzâh çıkartabilirim? İşi, adâleti sağlamak ve insanlara yapılan haksızlıkları önlemek olan müesseselerin, bitmeyen yerli diziler gibi, başı-sonu belirsiz meşgalelerde ömür tüketmelerinin neresine gülebilir, güldürebilirim? Emniyeti ve âsâyişi te’minle muvazzaf kurumların vurdum-duymazlıklarına, terör-mafya-haksızlık uygulamalarının ne tarafına tebessüm ettirebilirim?

Güçlü devletlerin, güçsüzlere; nükleer bomba sâhiplerinin, nükleer enerjiye bile sâhip olamayanlara omuz atışlarını hep birlikte ibretle seyrediyoruz. Hakkı ve haklıyı korumak için birleşen milletler, meğerse “bir/leşmiş”; kuru bir kınamayı bile beceremedikten sonra neye yarar? “El kaldır! El indir!” oylamaları ile oyalanadursunlar, “Çeto”ların vetosuna takılmazsa, şatafatlı törenlerle, laflarla dünyâyı da oyalarlar. Bu arada zayıflar, mazlûmlar, işgàle uğramış; mal ve canları ile birlikte şeref ve nâmusları da yağmalanmıştır. Mağdurlar istedikleri kadar: “Oy! Oy!” diye bağıradursunlar; bu müesselerin başındakiler, o sesleri sandıkta verilecek oy sanıp el oğuşturmaktan gayri, bugüne kadar ne yaptılar?

Hani, adamın biri Hoca’ya: “Hocam, sizin öküz bizim öküzü süstü” deyince, “Canım, hayvan bu. Boynuz vurmanın zararını ne bilsin!” cevâbını almış ya… Adam da az kurnaz değil: “Pardon, dilim sürçtü, bizimki sizinkini boynuzlamış” deyivermiş… Hoca’ya söylenecek laf mı yok: “Haaa, o zaman şu kara kaplı kitaba bir bakalım!” Aslında hikmet ve ilim sâhibi olan rahmetli Nasreddin Hoca’mızı tenzîh ederiz; bu fıkra,  halkın, bu kabîl olaylara mîzâhî açıdan bakışının bir misâlidir.

İşte sayısız örnekleri bulunan bu hâl, kurdun, dağ başındaki pınardan, dağ eteğinde su içmekte olan koyuna: “Suyumu bulandırıyorsun!” bahânesi gibidir. Nükleer bombası olan İsrâil’e, Gazze’de ekmek bulamayan Filistinliler soba borusundan îmâl edilmiş füzeler atıyorlarmış… Kendi halkını ezmekten başka bildiği olmayan Saddam, neredeyse Bağdat’tan Amerika’yı vuracakmış. Bütün sermâyeleri bir şalvar, bir sarık ve ellerine tutuşturulan kalaşnikoftan ibâret olan Afganlar dünyâyı ele geçireceklermiş.

Öte yandan yüzyıllar boyu birbirlerini yiye yiye bitiremeyip, iki cihân harbinde beşeriyetin bütün mehâsinini yerle bir edenlere mi bakalım? Komünist rejimi ayakta tutmak için milyonlarca vatandaşını telef eden Rusya’ya, Çin’e, Vietnam’a, Kore’ye mi bakalım? Vatandaşlarını muâsır medeniyet seviyesine çıkarmak için falakalara, zindanlara, darağaçlarına çıkaran Türk Yükseltme Sevdâlılarına mı bakalım?

İki atom bombası ile çoluk-çocuk demeden, on binlerce mâsûm insanı yakıp buhar eden adâlet dağıtıcılarını, 20. Yüzyılın sonlarında, Avrupa’nın ortasında Müslüman Bosnalıların fecâatini seyreden insan-severleri, 21. Yüzyılın başında hâlâ dumanı tüten yangın kundakçılarını, kan içinde yüzen cesetler üzerinden kasasını dolduran ölüm tâcirlerini nasıl unutalım?

Hakkın hâtırını yüce tutup, en küçük bir varlığın, en ufak hukùkunun dahî mukaddes olduğunu; hiçbir şekilde hiçe sayılamayacağını öğreten İslâmiyeti önce kendi nefsimize kabûl ettirmek gerek… Bu umdeyi şahsımızda, âilemizde, memleketimizde benimseyip uygulayabilirsek; İslâm Âlemine bayrak yapabilirsek beşeriyetin kurtuluşuna vesîle olabiliriz. Çok uzak görünse de, imkânsız değil! Asr-ı Saâdet’te tek başıyla bu prensipleri tebliğ eden Hz. Muhammed’e (sas), samîmîyetle uyup hareketlerimizi uydurursak, olmayacak bir durum değil!

Aczimizden dolayı, zulme anlayacakları dille cevap veremediğimizden, işi mîzâha vurup; “Kızım, sana söylüyorum; gelinim, sen anla!” demenin hiçbir faydası yok! Zâlim, ancak kendi kullandığı metoddan anlar. O da şahsen yapılabilecek bir iş değildir. Çünki, yukarıda zikrettiğimiz İlâhî prensibe ters hareket etme ihtimâli vardır. Tek yapılacak iş, hukùkî temelde kurulacak, milletler arası bir müessese ile onun hakkàniyetle vereceği kararı tatbîk edecek, bütün zâlimlerle başa çıkabilecek bir güce sâhip olmaktır.

Dileyelim, Allâhu Teâlâ’nın izniyle, kıyâmet kopmadan böyle bir teşkîlât kurulur ve beşeriyet lâyık olduğu saâdete kavuşur…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum