Zaman İçinde Bediüzzaman (2)

Bugün diyalektik yöntem üzerinde duracağım. Zaman İçinde Bediüzzaman kitabının yazarlarının, tarihi ve Bediüzzaman’ı diyalektik bir yöntemle okudukları için, eleştirilmeyi hak ediyorlar.

Kitabın bir çok yerinde bu yöntemle okumanın bir çok örneğini bulmak mümkündür. Kadirilik tarikatının, Emeviliğe bir tepki olarak doğması fikri; Nakşi tarikatını, kadiri tarikatı ile bir çatışma mantığı içinde ele alması; Said Nursi’nin Gayda şeyhleri ile olan tartışmalarını iki dünya görüşünün (kadiri-nakşi) çatışması olarak ele alması; Bediüzzaman’ın eserlerinden olan Hutbe-i Şamiye’nin, Münazarat ve Muhakemat’ın bir sentezi olduğu fikri bu örneklerden bazılarıdır.

Mesela Hutbe-i Şamiye’nin, Muhakemet ve Münazarat eserlerinin bir sentezi olduğu fikri kabul edilse bile, kitapta bunu destekleyecek hiçbir veri sunulmamıştır. O kadar bilgi ve belgeye sahip olan yazarların, böyle bir iddiayı destekleyecek verileri sunması beklenirdi.

Peki tarih ve Bediüzzaman’ı diyalektik bir düşünce kalıbı ile anlamak mümkün mü? Bu soruya cevap verebilmek için önce diyalektik kavramını özetlemeye çalışacağım.

Tarihi Sokrates öncesi tabiat filozoflarına kadar götürülen diyalektik düşünce, Hegel ile sistematik bir hale dönüşmüştür. Tez-antitez-sentez üçlemesinde özetlenebilecek bir yöntemi içinde barındırmaktadır. Buna göre, her şeyin bir zıddı vardır ve her şey, zıddını oluşturmakta ve içinde barındırmaktadır. Her şey zıddıyla bir çatışma halindedir.  Bu çatışmanın sonunda ortaya yeni bir veri çıkmaktadır. Bu yeni veri, sentezi oluşturmaktadır. 

Kainatta sürekli bir hareket vardır. Sürekli bir çatışma hali, her şeyin gelişimini sağlamaktadır. Buna göre, hiçbir şey yerinde durmuyor ve her şey, sürekli bir biçimde zıddı tarafından belirleniyor ve zıddıyla çatışıyor, sonra da yeni bir hale (şekle) dönüşüyor. Gelişme, düşüncenin gelişmesi işte bu yolla sağlanır. Böylece bir önceki düşünce, bir sonraki düşünceden daha basit, sonraki düşünce de öncekine göre daha gelişmiş ve komplekstir.

Düşüncenin gelişimi içinde sürekli bir çatışma hali gerekir. Ve her fikir, karşıt görüşü içinde barındırır. Her fikir, aslında, karşıt görüşü oluşturur. Sonra da karşıt fikirle çatışır ve bir senteze ulaşır. Ulaşılan sentez de kendi karşıtını oluşturur, sonra onunla da çatışır ve yeni bir senteze ulaşır. Mutlak olanı bulana kadar bu çatışma, sürüp gider.

Kendilerini ‘islamcı’ diye niteleyen bir takım çevreler de diyalektik mantığı kabullenerek modern bir İslam düşüncesi oluşturma çabası içinde olmuşlardır. Hatta ‘tesadüm-ü efkardan barika-i hakikat çıkar’ diyenlerin bir kısmı da kendi düşünce yapılarının da gerçekte diyalektik olduğunu ileri sürmektedirler.

Oysa ki, kainatta hayır-şer, güzel-çirkin, iyi-kötü gibi zıtlıklar vardır. Ancak bu zıtlık izafi ve nisbidir. Asli bir zıtlık yoktur. Sınırlılığı bize anlatan zıtlıklar, sınırsız bir varlığın varlığına ve tekliğine işaret etmektedir. Söz gelimi, iyi-kötü zıtlığında, iyiyi belirleyen kötünün kendisi değildir. İyiyi yaratan ve bizi iyiye yönlendiren birisinin varlığı zaruridir. Aksi halde, biz, kendi aklımızla, kötülüğün içinden iyiliği çıkaracak değiliz. ‘Umulur ki, hayır gördüğümüz şeyde şer vardır.’ Ve yine ‘umulur ki, şer gördüğümüz şeyde, hayır vardır.’

Halbuki, diyalektik mantıktaki çelişkiler, doğruyu belirleyendir.  Diyalektik yöntemin en önemli açmazı budur. Diyalektik yöntemin bu açmazına rağmen, yakın çağ filozoflarının önemli bir kısmı, bu yöntemi kabullenmiş görünmektedirler. Ve tabiat, hukuk ve devlet felsefesi de diyalektik bir temelde açıklanır.

Risale-i Nur diliyle ifade etmek gerekirse, evet, kainatta bir zıtlar gerçeği vardır. Ama bu zıtlıkların varlığı, zıddı olmayan Birisinin varlığını ve O’nu anlamayı gerekli kılmaktadır. ‘Her şey, zıddıyla bilinir’deki bilinmek, mutlak bir bilgi değildir. Ancak sınırlı bir bilgidir. Sınırlı bir bilgi, bize her şeyi açıklamak iddiasında olamaz.
Mesela, sıcaklığın bilinmesi, soğuğun müdahale etmesiyle bilinir. Ve soğuğun şiddeti, sıcağın derecelerinin ortaya çıkmasına ve anlaşılmasına vesiledir. Halbuki sıcaklık dediğimiz şey de nisbi bir şeydir.

Biz insanoğlu, gerçek mükemmelliği bilmiyoruz. Mükemmel dediğimiz şey, kendi çelişkilerimiz içinde bulduğumuz bir sonuçtur. Ve bizler, nisbi alemlerde yaşıyoruz. Yaşadığımız nisbilikler, mutlak bir mükemmelliği bulmamız içindir. Biz, kendi üzerimizdeki ölçücükleri, ona nisbet ederek anlayabiliyoruz. Mesela, üzerimizde taşıdığımız güzelliğimiz, nisbidir ve benim güzel dediğim bir şeye bir başkası, çirkin diyebilir.

Hakiki güzellik ise, başkasına nisbet edilerek bulunmayan bir güzelliktir. Hakiki güzellik, bizzat güzeldir ve başkasının O’na nisbet edilerek ortaya çıkacak güzellik ise gerçek güzelliktir.

Zaman İçinde Bediüzzaman yazarlarının, tarih ve topluma bakışını sorgulayacak değilim. Söylediğim şey Bediüzzaman’ın bu yöntemle anlaşılamayacağıdır. Belki Bediüzzaman ile ilgili yığınla bilgi ve belge sunabilirsiniz. Ama bu belgeler, onun çizgisini yeterince açıklamamaktadır.

Evet O da herkes gibi ‘ibn-üz zaman’dır ve zamanın şartlarına göre yorumlanmalıdır. Ancak anlattığı hakikatler, sadece zamanın şartlarına münhasır değildir. Ezeli ve Ebedi şeylerden söz etmektedir. Farklı bir alemden söz etmektedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum