Yüzyıllık soru

Yıl 1917…

Mevsim sonbahar.

Zaman ahir zaman.

Yıkılmış bir imparatorluğun enkazları arasında, yeniden bir şahlanışın hesaplarını yapan bir zat…

Lakin manzara hüzün kokuyor…

Kesif bir zülümat var.

Adeta viraneye dönmüş bir cephede yaralı, yorgun askerlerin iniltileriyle büyüyen korkunç bir ümitsizlik hâkim.

Hani Mehmet Akif’in bu viraneler arasında evine kapanıp kapıya yaslanarak “Ağladım… Ağladım…” dediği, çaresizliklerle örülü bir dünya…

Öyle ki bir gece önce mana alemi bile bu hal ile muzdarip olduğu için kendisini çağırıp;

-“Ey helaket ve felaket devrinin adamı…” diye hitap edilip; “yıkılışın sebebi”ni sorduklarında, o da onlara çağın şifrelerini verdikten sonra, hep bir ağızdan;

-“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!" demişlerdi.

İşte o gecenin sabahında, bu sefer dünyevilerin meclisine gider.

Orda ona bir soru sorarlar.

Evet, bir soru…

Ama ne varsa o soruda var.

Bin üç yüz yıllık devrin batışı ve bir yüz senelik kaybın cevabı o soruda vardır.

Sorarlar;

-“Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?”

Soruyu duyunca bir an bast-ı zaman etmişti;

Çocukluğunu hatırladı. Medreselerde geçirdiği zamanı yaşadı. Medreselerin tüm eğitimini ve bilgilerini yutmuştu. Daha sonra Van’da çağının modern okullarını da tetkik etmişti. Onların da bütün kitaplarını yutmuştu.

Sonra şunu fark etmişti; iki zıt kutup var. Birbirinden gittikçe uzaklaşıyorlar. (Bilimsiz din-Dinsiz bilim.)

Yaşı ilerledikçe devletin işleyişini de görüyordu.

Bir yanda bozulmuş ve gittikçe daha da bozulamaya yüz tutan eğitim...

Bir yandan halkın gittikçe cahil kalması ve diğer yandan, devletin bu duruma hiç müdahale etmemesi…

Ve bir de batının gittikçe yükselen ilmi ve siyasi tahakkümü…

Aklı başında her aydın gidişatın kötü olduğunu biliyordu lakin kimse çözüm öretemiyordu.

O da çözüm için kolları sıvamış selin önüne atlamıştı.

Medresetüzzehra projesini kafasına koyup İstanbul’a gelmişti.

Bir tabela ile İstanbul’u fethetmiş, lakin padişaha ulaşamamıştı.

Önce tımarhaneye, sonra hapishaneye düşmüştü.

Derken Meşrutiyet kavgaları…

31 Mart vakıası ve Divan-ı Harb-i Örfi…

İstanbul tepelerinde bir kasırga gibi esmişti…

Gerek ilmi, gerek hitabeti, gerek kendine has giyim-kuşamı ve gerek entelektüel kişiliği ile zamanının en popüler adamı…

Hayırlı gördüğü birçok cemiyetin ya kurucu üyesi, ya da faal üyelerinden birisi.

Osmanlının son dönemlerinde İstanbul’a hükmetmişti.

Her alanda fikir sahibi, her konuda başvurulan bir kişilik.

Kısaca; Said-i Meşhur.

Öyle ki padişahın ekibine dâhil olup, balkanlarda padişahla birlikte incelemelerde bulunacak kadar önemli bir figür.

İşte bunun için dünyeviler hayretler içinde soruyorlardı:

“Neden geldin geleli siyasete hiç karışmıyorsun?"

Nerden geldiğini düşündü.

Rusya’ya esir düşmüştü.

İnayet-i ilahiye ile esaretten kurtuluşunu hatırladı.

Önce Volga nehrinden Almanya’ya, oradan da İstanbul’a gelmişti.

Heyhat gördüğü manzara iç acıtıcıydı.

Hatta onur kırıcıydı.

Hiçbir şey bıraktığı gibi değildi.

İspanyol hastalığı, belki insanlarımızı vurmamıştı amma İstanbul siyasetini vurmuştu.

Fikirler hezeyanlaşmış, temayüller tamamen değişmişti.

Hâlbuki “Meşrutiyeti” Kur’an adına alkışlamıştı.

“Meşrûtiyet-i Meşrua” demişti.

“Hürriyet Rüyasını” İslamiyet adına tevil etmiş, "bize has” bir modelin ihyası için bütün doğuyu gezmiş, bir çok gazetede makaleler yayınlamıştı.

Ama şimdi...

Batı hayranlığı devlet ricalini ve devleti tamamen batının kucağına oturtmuş görüyordu.

Yani anlayacağımız şudur:

Yeni bir oyun oynanıyor.

Sahne onların, senaryo onların, başrol onların.

Sen dayak atılan bir figürsün.

Başrolden dayak yiyip yere düşeceksin, sonra perde kapanacak ve alkışlanacaksın.

Ve bunlar ki tarih boyunca senden zılgıt yemişler.

Senin tekmelerinin izi her taraflarında gözüküyor.

İşte bu şekilde ellerine düşmüşsün.

Senaryo gereği yönetmen şöyle diyor;

-“Başrol oyuncu sana vuracak, sen zevkle yere yığılacaksın.”

Böylece sanat icra ettiğini sanacaksın.

İşte bu gülünçlüğü görünce verdiği cevap:

“Şeytandan Allah’a sığındığım gibi, bu siyasetten de Allah’a sığınırım” oldu.

Sonra en önemli cevabını verdi. Geleceğin şifrelerini içinde barındıran bir cevap...

Onlara yönelip cevabını verirken, onların şahsından bütün bu geçtiğimiz yüzyılın kulağına küpe olacak bir cevap...

Ve bu gün, yep yeni bir eşiğe gelen ülkemizin içinde bocaladığı cendereden kurtaracak bir cevap...

Mesela başkanlık sistemi için izlenecek yol…

Mesela “İstanbul sözleşmesi” yerine geçecek yeni kaideler için çıkış yolu...

Şöyle demişti:

“Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz."

Yani; oyun bizim değil, saha bizim değil, kurallar bizim değil, hakem bizim değil, hatta seyirci bizim değil.

Yüzyıllar geçse de bu sahada asla bir maç alamayız.

Bizi uyuşturmuş, hipnotize etmişler.

Bize kendimizi yıkma, yok etme planını vermişler, bu programı icra ediyoruz.

Yahu Avrupa’ya müteveccih namaza durmuşuz.

Batıdan kanun dilenmişiz.

Hürriyet düsturlarını, insan haklarını, bireysel gelişimleri, toplumsal ahlak düsturlarını, ekonomik sistemlerini, kısaca sosyal ve siyasal hayatın bütün kaidelerini insanlığa bizim sunmamız lazım değil mi?

Elimizde Kur’an var, elimizde Asr-ı Saadet var, elimizde bin dört yüzyıllık İslam medeniyeti var, elimizde altı yüzyıl dünyayı adaletle yöneten Osmanlı var.

Artık batının formülleri koktu, tefessüh etti…

Artık “müteharrik-ı bizzat” biz olalım.

Artık kendi oyunumuzu kendimiz kuralım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum