Mescid-i Dırâr ve Münâfıkîn-i Eşrar

Bu makale Hicri 30 Receb-i Şerif 1327, Rumî 3 Ağustos 1325 tarihinde Beyanü’l-Hakk Gazetesi’nin 38. Sayısında Târihü’l-İslam Sahaifi’nden kısmında Tâhirü’l-Mevlevi tarafından yazılarak yayınlanmıştır. Bu kıymetli yazı, Kur’an kıssalarının küllî bâki hakikatlerin yaşanmış cüz’î bir ucu ve numune-i evveli olduğunu gören ve gösteren bir ilim erbabının 31 Mart Vak’asına Kur’an kıssaları penceresinden bakışını göstermektedir. Üstad Bediüzzaman’ın 31 Mart Vak’ası hakkındaki şâhitliklerini, Divan-ı Harb-i Örfî Risalesi’nde ifade ettiği hakikatleri desteklemekle önemli bir tarihî belgedir. Aslı Osmanlı Türkçesiyle olan metni sadece latinize ettim ki, okuyucu hem Osmanlı ulemasının dil zevkini tatsın, hem sadeleştirme cinayetine manalar kurban gitmesin, hem de Kur’an kavramları olduğu gibi görünsün.

***

Evvelîn-i mesâcid-i mü’minîn olan mescid-i şerif-i Kuba’nın cemaat-i müttehidesini tefrik ve teştît eylemek fikr-i leimânesiyle bir takım münâfıkîn tarafından hicret-i seniyyenin 9. yılında karye-i Kuba’ya mescid nâmı altında bir dâru’l-fesad bina edilmişti.

Mahrem-i bârgâh-ı Kayyûmî Mevlana Celaleddin-i Rûmî Hazretlerinin cild-i sâni-i Mesnevi’de:

Ferş u sakf u kubbe eş ârasta

Lik tefriki cemaat hâsahta

beytiyle ta’rif buyurdukları üzere dâhili ve hârici müzeyyen, lakin cemaat-i İslamiyyenin ta’rifi için mebni olan bu muzahraf bina; Hızam bin Hâlid, Sa’lebe bin Hâtıb, Muattıb bin Kuşeyr, Ebu Habibe ibnü’l-Ez’ar, Câriye bin Âmir, Zeyd bin Câriye, Nebtel ibnü’l-Hâris, Yahrac, Becâd bin Osman, Abbad bin Huneyf, Vedîa bin Sâbit isminde isâet ve mefsedetleri (Vellezinettehazu mesciden dırâren)[1] nazm-ı kerîmiyle enba’ kılınmış 11 tane münâfıkın inşa-gerde-i habaseti idi ki (Ebu Âmir-i Fâsık) ın bir mektubu üzerine münâfıkîn-i merkûme o bünyan-ı şikâka tarh-endaz olmuşlardı.

“Ba’zı müverrihin, bâni-i Mescid-i Dırâr olan münâfıkîn-i hâkesârin miktarını (Mücemmi bin Câriye) yi de sayarak 12’ye iblağ etmiştir. Lakin (Tefsir-i Hâzin) de mestur olduğuna göre (Mücemmi), o vakit çocuk denecek bir genç olup Mescid-i Dırârın maksad-ı inşâsını bilmeyerek orada münafıklara imamet ederdi. Ahd-i Fârûkî’de bunun Mescid-i Kuba imametine ta’yini sekene-i karye tarafından istid’a edilmiş ve Fâruk-u A’zam Hazretleri:

-“O, Mescid-i Dırâr’ın imâmı değil miydi? Kubâ’da imâmeti kat’iyyen olmaz!” buyurmuştu. Mücemmi, şu cevab-ı reddi işitince huzur-u Halîfe’ye gelip:

-“Yâ Emîre’l-Mü’minîn! O vakit ben Kur’an okuyabilir bir genç olduğum için okuyamayan ihtiyarlara imâmet ederdim. Vallâhu’l-azîm kalplerinde muzmer olandan haberdâr olsa idim kat’iyyen o mescidde namaz kılmaz ve kıldırmazdım” demiş ve taraf-ı Halîfe’den mazereti kabul olunarak imametine müsaade buyurmuştur.”

(Ebu Âmir) denilen herif, Beni Hazrec’den reisü’l-münâfıkîn-i meşhur (Abdullah bin Übeyy bin Selûl) ün hala-zadesi ve Ashab-ı Kiram’dan (Gasîlü’l-Melâike Hanzala bin Ebu Âmir) in babası olup bi’set-i Muhammediye’den evvel Tevrat ve İncîl mütalaasıyla Nebiyy-i Âhirzaman’ın bi’set olunacağını anlamış ve evsâf-ı hatemü’l-mürselîni kavmine anlatmakta bulunmuştu. Daima eski püskü libaslar giyerek tâât ve ibâdât ile müterhibâne dem-güzâr ve ahâli-i Medine arasında (Ebu Âmir-i Râhib) unvanıyla anılırdı.

Vaktâki bi’set ve hicret-i Peygamberî vuku bularak Ensar-ı Güzîn dâhil-i din-i mübîn ve tâbi-i Fahru’l-Mürselîn oldular, bi’t-tab’ Ebu Âmir’in ehemmiyeti kalmadı ve evvelki sıyt-ı mürâiyânesi unutulmağa başladı. Şu adem-i ehemmiyet ve mesniyyet herifin mûcib-i iğbirârı ve hakk-ı celîl-i Nebevi’de hasedine bâdi olarak zât-ı akdes-i risalete karşı iftira-âmiz hezeyanâtta bulunmağa ve “Benim bahsettiğim Âhir Zaman Peygamberi bu değildir” demeye cesâret etti.

Gazve-i Bedr’in muzafferiyet-i müslimîn ile netice-pezîr olarak İslam’ın kesb-i kuvvet etmesi üzerine Medine’de duramayıp Mekke’ye firar ve melhame-i Uhud’da ilk def’a olarak taraf-ı mü’minîne ok atmağa ictisâr eyledi. Esnâ-yı ma’rekede kendisine de tebaiyyet eyleyeceklerini ümit ettiği kavminin orada tahkirine hedef olduğu gibi (Râhib) unvan-ı mefhareti taraf-ı Peygamberî’den (Fâsık) lakabına tebdil buyuruldu. Gaib ettiği şeref ve itibarın gayzıyla bundan sonra da İslam aleyhinde bulunmaktan ferâgat etmeyerek (Huneyn) muharebesinde şeytan gibi müslümanların karşısına durmaktan kendini alamadı. Burada da ehl-i imanın muzaffer ve mansur ve erbâb-ı tuğyanın müdemmer ve makhûr olduğunu görünce Rum İmparatoru (Hirakl) dan istiâne için tâ Şâm’a kadar uzadı. Şâm’dan Medine’deki münafıklara “Siz Mescid-i Kuba’ya karîb bir mescid bina ederek içine mümkün olduğu kadar silah doldurun ve Mescid-i Kuba cemaati beynine tefrika ilkâıyla ikiye ayırmağa çalışın. Ben yakında Rum askeriyle gelip Muhammed ile Ashabını Medine’den çıkaracağım” mealinde bir mektub gönderdi.

Lakin çok kimseden Şam’da, bir rivayete göre İstanbul’a kadar sefer ederek orada dua-yı Peygamberî mucibince tarîd ve vahîd olarak geberdi, gitti.

İsimlerini yazdığımız 11 münâfık, Ebu Âmir’in mektubu mucibince mescidi bina ve huzur-u Nebevî’ye gelerek liecli’t-tebrik teşrif-i saadeti ricâ eylediler. Resulullah’ın müesser-i seniyyesine Ashab-ı Kiram’ın fevkalhad riâyetkâr bulunduğunu bildikleri cihetle yaptıkları binanın musalla-yı Peygamberî ve hürmet-i Sahabe’nin mazharı olmasını arzu ediyorlardı. Şu garaz-ı münâfıkâne husûle gelseydi ittihad-ı Ashabı tefrikaya düşürmek kolay olacaktı. Lakin rica-yı da’vetleri zât-ı akdes-i Nebevî’nin (Tebuk) gazvesine azimeti zamanına tesadüf ettiğinden vaad-i teşrif zaman-ı avdete ta’lik buyuruldu.

Gazve-i mezkûreden muzafferen avdet ve Medine’ye 1 saat mesâfedeki (Zî Edân) mevkiinde istirahat olunduğu sırada münâfıklar tekrar gelip vaad-i sâbık-ı risâletin îfâsını ve mescidlerinde teberrüken 2 rek’at olsun namaz edâsını istirham eylediler.

Mümkin olan bir şey’e karşı (Lâ) demek âdet-i seniyyelerinden olmayan Nebiyy-i Halûk Efendimiz azimete niyet ettikleri sırada “ O münâfıklar ki İslam’a mazarrat ve küfre kuvvet olmak ve mü’minîn arasına tefrika düşürmek ve evvelce Cenab-ı Hakk ve Resulullah ile harb eden şahsı, yani Uhud ve Huneyn Gazveleri’nde taraf-ı müşrikînde bulunan Ebu Âmir-i Fâsık’ı beklemek üzere mescid ittihaz eylediler. Ve ‘Biz, namaz ve zikr-i İlâhî’den mâadâ bir şey kasdetmedik’ diye yemin ediyorlar. Allah şehâdet eder ki onlar yeminlerinde kâzibdirler. Habibim, asla o mescide gidip namaza kaim olma!” mealindeki “ Vellezînettehazu mesciden dırâren ve küfran ve tefrikan beyne’l-mü’minîne ve irsâden li men hâreballahe ve resûlehu ve leyahlifünne in eradne ille’l-hüsna. Vallâhu yeşhedu innehum lekâzibûn. Lâ tekum fihi ebeden[2] nehy-i Rabbânîsi nâzil oldu.

Bunun üzerine risalet-meab Efendimiz bi’t-tab’ azimetinden ferâgat ettikleri gibi (Mâlik ibnü’d-Duhşum) (Ma’n bin Adiyy) yahud biraderi (Âmir bin Adiyy) (Âmir bin Seken) ile (Vahşi) ye Mescid-i Dırâr’ın yıkılıp yakılmasını ferman buyurdular. Ber-mûcib-i ferman me’mur olan Ashab gidip o dâru’n-nifâkı hâk ile yeksân ettiler ve arsasını süprüntülüğe tahvil eylediler.

***

Târihin tamamıyla tekerrürden ibâret bulunduğu teslim edilmese bile vekayi-i tarihiyenin cüz’î fark ile yek-diğerine müşâbih olduğu inkâr edilemez. Şu iddiaya hüccet ibrâzı lazım gelirse keyfiyet-i binâsını yazdığımız Mescid-i Dırârı 1.300 bu kadar sene evvel inşaya kalkışan ashab-ı nifâk ile 31 Mart sene 325 hâdise-i meş’ûmesini meydana çıkaran erbâb-ı şekâvetin harekât-ı leîmânesi arasındaki müşâbehet gösterilebilir. Vâkıa bu iki vak’a-yı mel’unâne bir birine tamamıyla mümâsil değil, icraat nokta-i nazarından biraz mütefâvittir.

Mescid-i Dırâr’ı bina eden münâfıkîn-ı sâbıka şakk-ı asâ-yı muvahhidîn için uğraşmışlar ve kendilerine sütûn-u din olan namazı sütre ittihaz etmişlerdi. Bina-yı istibdâdı ihya gayretinde bulunan münâfıkîn-i lâhika ise ittihad-ı Osmanî’yi tefrika çalışmışlar ve sîma-yı mefsedetlerini setr için şeriat-ı garrâyı rûy-pûş-u mâhiyet kılmışlardı. Hareketlerinde bir parça tefâvüt görülen bu iki şirzime-i rezîlenin maksad-ı teşebbüsleri bir merkezde birleşiyordu ki o da ilka-yı fesad ve tefrik-i ittihad idi.

Teakub-u zaman ile hissiyât-ı müfsidâne ve efkâr-ı hûn-rîzâne de ilerlemiş olmalı ki eski münâfıklar binâ-yı fesâdı yaptıkları halde kan dökmeğe ictirâ edememişler, yeni münâfıklar ise bünyan-ı istibdâdı doğrultmamışken nâhak yere iraka-i demden geri durmamışlardır.

Mescid-i Dırâr’ı yapanların binâ-yı şekâveti gözlerinin önünde yanıp yakıldığı ve kendi ilâ kıyâmi’s-saat lisan-ı nefret ve la’netle yâd edildiği gibi (Yuhâdiunallâhe vellezîne âmenu)[3] mazhariyetinde bulunup dinini dünyaya ve hamiyet-i insaniyesini birkaç tane liraya değişen mürteciîn-i münâfıkînin de teşebbüsât-ı hâdiânesi tevfîk-i İlâhî ile nihâyet aleyhlerine dönerek suret-i mekkârânede talep ettikleri şeriatın bir hükm-ü hayat-efzâsı olan kısâsa evvela kendileri mahkûm edildiler. Ve mel’anet ve mefsedette münâfıkîn-i sabıkaya nisbeten gösterdikleri müdhiş terakkinin cezası olarak siyaset ipi ile semâ-yı adl ve intikama irtika ettiler.

(İnne fi zâlike le ibraten li üli’l-ebsâr)[4]

Tâhirü’l-Mevlevi

[1] Tevbe suresi, 107.

[2] Tevbe suresi, 107-108.

[3] Bakara suresi 9. Meali: “O münafıklar güya Allah’ı ve iman edenleri aldatıyorlar.”

[4] Nur Suresi, 44.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum