Yakınları Mehmet Kayalar’ı anlatıyor

Yakınları Mehmet Kayalar’ı anlatıyor

Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Mehmet Kayalar'ın yakınlarıyla yaptığımız röportaj...

Röportaj: Abdurrahman Iraz- Nurettin Huyut- Risale Haber

İrfan Haspolat

1929 da Bitlis’te doğdu. 1959 yılında iki defa Bediüzzaman’ı ziyaret etti. Mehmet Kayalar ile 37 yıl Risale-i Nur’a gönüllü olarak hizmet etti.

İlk olarak Bediüzzaman ismini nerede duydunuz? Nasıl tanıdınız?
1957 senesinde Diyarbakır’ın bir semtinde öğretmendim. Orada Mehmet Kayalar Ağabey’in dersinden bahsediliyordu. Bir şahıs gelip, beni derse davet etti. Ben de gittim. İlk dersi dinleyince bende bir ilgi uyandı. İkinci derse gittim ilgim daha da arttı. Üçüncü derse gittim…

Derken Mehmet Bey’le böylece tanışmış olduk. Mehmet Bey dersleri Risale-i Nur’dan yapardı. Risale-i Nurları İslam yazısıyla okurdu. Latin harfleriyle kitaplar vardı, fakat Üstad’ın yazdığı, talebelerinin elle yazdığı o eserlerden okuyor, anlatıyordu.

Oradan Bediüzzaman’ı tanıdım. Bediüzzaman Bitlis’li olduğu için onu görmek hevesi içimde doğdu. Askerliğim de yaklaşmıştı. Nasip oldu, yolumuz Ankara’ya düştü. Ankara’da medrese’ye gidip arkadaşlarla tanıştık. O arada bize on beş gün izin verildi.

O on beş gün içerisinde de ben Üstad Hazretlerini ziyaret için Emirdağ’a gittim. Emirdağ’da görüştük. Giderken Said Özdemir abi: “Üstad Isparta’dan Emirdağ’ına gidiyor” dedi. Ben Isparta’da bildiğim için oraya gidecektim. Özdemir abi: “Isparta’ya değil, Emirdağ’a git. Giderken Eskişehir’de garajda bir berber kardeşimiz var. Gelip gelmediğini o bilir. Yalnız biz biliyoruz ki bu günlerde Üstad Emirdağ’a gidecek.” dedi.
Ben arabaya bindim. Eskişehir’de mola verilince, hemen garajda berber dükkânına gittim. Berber Üstad’ın oradan hareket ettiğini söyledi. Gene arabaya binip, Emirdağ’ında indim. Tabii namaz vakti… Camiye gittim. Zaten niyetimde talebelerle kaynaşmak, Üstad’ı görmek var. Namazımı kıldım. Caminin avlusundan çıkarken, Üstad’ın bir talebesi yanıma geldi.
Demek Üstad talebesine: “Camiye git. Diyarbakır’dan bir öğretmen geliyor. Onu al, gel.” demiş. O genç çocuk bana: “Sen öğretmen misin?” dedi. Evet deyince, gel Üstad seni çağırıyor dedi. Tabi ben şok oldum. Emniyetten biridir dedim. Fakat yüzünde emniyetten olan birinin ifadesi de yoktu. Beraber yürümeye başladık.

Yolda nereli olduğumuzdan konuştuk. Bitlis’li olduğumu falan söyledim. “Sen Üstad’ın akrabası mısın?” dedi. “akrabası olarak bilmiyorum, fakat hemşeriyiz” diye cevap verdim. “Çünkü” dedi. “ Yoldan yeni geldi. Yorgun argın, dışarıda da bir sürü cemaat var. Dikkatimi çekti seni çağırması. Acaba akrabalık mı var diye” sonradan öğrendim ki o genç Ceylan kardeşimizmiş.

Sonra gittik. Üst kata çıktık. Üstad yatağında yatıyordu. Bizi görünce kalktı, doğruldu. Cevşenini yanındaki masaya bıraktı. Gidip elini öptüm. Bazı sualler sordu. Diyarbakır’dan geldiğimi söyledim. Elini başına koydu. Selam alır gibi… Annen, baban var mı? Gibi sorular da sordu. Bir post dışında odada başka bir şey yoktu. Postu işaret ederek üstüne oturmamı istedi.

Gittim. Postun üstüne oturdum. Fakat Üstad’ın sesinden bir şey anlamıyorum. Yakınında olsan gene bir şeyler anlıyorsun. Fakat posta oturunca, sesini hiç alamadım. Fakat o benim sesimi alıyordu. Onun sesini, Ceylan kardeş bana tercüme ediyordu. Daha sonra Üstad bir şeyler söyledi. Ben anladım ki müsaade istiyor. Ceylan kardeş de beni tasdik edince, müsaade isteyip huzurdan ayrıldım.

‘BU DİN ÖĞRETMENLERLE YIKILDI, YİNE ÖĞRETMENLERLE TAMİR OLUNACAK’

Ayrılırken Üstad bana: “Kardeşim. Ben seni üç gün misafir edecektim. Fakat şimdi yolda Adnan Menderes ve üç arkadaşı Eskişehir’e gidiyorlarmış. Onlar benimle görüşmek istediler, ben görüşmedim. Şimdi gelirlerse, ziyaretçi kabul ettiğimizi görüp gücenmesinler. Onun için sen şimdi doğru Ankara’ya gideceksin.” dedi.

Emir verdi. Kalma, git dedi. Ben mecburen gideceğim. Bir de: “ Ben şimdi ancak bana hizmet eden talebelerimle ve iman hizmetinde öğretmenlerle görüştürülüyorum.” dedi. “Bu zamanda Deccal öğretmenlerle bu dini yıktı. Ben ümit varım, tekrar öğretmenlerle tamir olacak. Ben öğretmenleri bu zamanda evliya mesabesinde görüyorum.” Diye de ekledi. Ben bu sözleri bir müddet sakladım. Hani nefse bir iltifat gibi olmasın diye. Sonra baktım ki nereye baksan öğretmen fışkırmış. Hepsi de Üstad’ın talebesi… Muallim, muallim, muallim… Hakikaten onların iman hizmetlerine bizzat şahit oldum…

İkinci ziyaretiniz nasıl oldu?

Bu ziyaretten sonra Manisa’ya gittim. Yedek subay üniforması aldım. Kura çekildi. On kişiden ilk sırada ben çıktım. Yıllık izin verdiler. Karar verdim Diyarbakır’a gideceğim. Sonra dedim Üstad’ı görmeden gitmeyeyim. Isparta’ya uğrayayım. Oradan giderim.

Isparta’ya gidince, Nurcuların yerini sordum. O zaman korkuluyordu. İnsanlar cesaret gösteremiyordu. Sonunda bir dükkâna girdim, dükkân sahibi bana bir iki yer biliyorum dedi. O sırada Üstad’ın bir talebesi geliyordu. Adam, “Bu üstad’ın talebesi Tahiri’dir” dedi.

Ben yaklaştım tanıştım, tokalaştım. Tahiri Ağabey sanki beni kırk yıldır tanıyormuş gibi: “Kardeşim! Ben seni gökte ararken, yerde buldum. Bir paket var. Ankara’ya gidecek. Üstad da oraya gitti. Galiba Kayalar Ağabey de Ankara’dadır.” dedi. Fakat benim sadece Diyarbakır’a gidecek kadar param vardı.

Diğer yedek subay arkadaşlardan bazıları Isparta’daydı. Onlarla mektupla görüşmüştük. Belli bir yerde buluşacaktık. Onların yanına gittim. Bana para verdiler. Çünkü maaş da almamışım. Ayın otuzunda alıyorduk maaşları, daha iki gün vardı.

Manisa’daki Arkadaşlara: “Ben gidiyorum. Siz maaşımı alın, bana gönderin.” dedim. Tahiri Ağabey’e de “O paketi falanca dükkâna bırakın” ben alırım demiştim. Akşamüzeri dükkâna gidip paketi aldım. Kar yağıyor, soğuk… Trenle Ankara’ya gittim. Meğer bir polis de beni arka kompartımandan takip ediyormuş. Namaz vakitlerinde başıma takke taktığım için, benim nurcu olduğumu anlamış.

Ankara’ya inince resmi üniformamı çıkarıp çantama koydum. Sivil elbisemi giydim. Çantayı alıp Ulus’taki medreseye gittim. Medresede ne göreyim? Beş yüz kişi var. Üstad gelmiş Ankara’ya. Ama kalmamış İstanbul’a geçmiş.

Cemaat oturmuş, Mehmet Ağabey iskemlede. Said Özdemir pencere kenarında ayakta duruyor… Ben içeri girince Mehmet Kayalar Ağabey şok oldu. “Senin buralarda ne işin var?” diye sordu. Ben de Isparta’dan Üstad’ın emanetini getirdiğimi söyledim. Mehmet Ağabey paketi aldı, öptü başına koydu. Said Özdemir’e verdi. Said Özdemir paketi pencere kenarındaki dolaba koydu: “Üstad Akşam gelsin kendisine veririz.” dedi.
Şimdi Mehmet Ağabey paketi öptüğü için, “Acaba bu nedir?” diye düşündüm. Çünkü emanet olduğu için açıp bakmamıştım. Mehmet Ağabey beni kucakladı. Cemaate benim hakkımda bir şeyler söyledi. Yanında oturttu. Ders yaptı, yanında da yine Diyarbakır’dan bir arkadaş daha vardı.

Zaman geçince bir kısmı dedi ki: “Üstad artık gelmez.” İçlerinde Tahsin Tola, Sungur kardeşler de vardı… Mehmet Kayalar: “Kardeşim! Üstadım bana geleceğim dedi. Üstad “Geleceğim” dediyse, gelir” dedi.

Bunun üzerine biz biraz sohbet ettik. Hatta orada bir Polis geç gelmişti. Çok üzüldü “Üstadı göremedim. Kaçırdım.” dedi. Bari Mehmet Kayalar Ağabey’i görseydim ondan da çok bahsediyorlar” diye hayıflanıyordu. “Ben sana gösteririm kardeşim, yanımdan ayrılma” dedim.

Akşam karanlık oldu. Gece saat 1’e geliyordu. Herkes dağıldı. Biz de “medresede yatarız” dedik. Fakat sonra bir gurup arkadaş fikir değiştirdik, kalktık otele gittik. Otelin önüne gittiğimizde hiç kimse yoktu.

BEDİÜZZAMAN’IN ANKARA’YA “HAŞMETLİ” GİRİŞİ

Birden dediler: “Üstad geliyor.” Aniden ortalık kalabalıklaştı, her taraf insan kaynıyor. Üstad,- o zamanki gazeteler de de var bu- bir şatafatlı geldi. Arkasında motosikletliler, önde emniyetin arabası… Trafik arabaları. Ardı sıra belki iki yüz araba... Çoğu basından… Üstad bir ihtişamla geldi. Arabayı Ceylan Ağabey kullanıyordu sanırım. Araba benim tam önümden geçti. “Keşke benim önümde dursaydı da, Üstad’ın kapısını ben açsaydım.” diye düşünürken, araba gittiği yerden birden geri geldi. Tam benim önümde durdu. Hemen arabanın arkasına uzandım. Kapı açıldı üzerine şemsiye örttüler. O resimler de var. Ben anladım Resim çekileceği için örtüyorlar. Üstad resim çektirmek istemiyordu. O nedenle talebeleri böyle bir tedbir alıyorlardı.

Üstad, Cevşenini cübbesinin içine koydu, sarığını, cübbesini düzeltti. Arabadan indi. Said abiyi gördüm, oradaydı. Gene şemsiyeyle kapattılar, hemen içeri geçirdiler. Polisler kapının önünde, içeri girmek de bir problem... Demek Said Özdemir götürüp odasına yerleştirdi. Daha sonra Said Özdemir abi aşağı indi. Dedim: “Said abi, polisler içeri bırakmıyor.” O polislere : “Bu Bizdendir bırakın” dedi. Beni içeriye bıraktılar.

Said Özdemir abinin söylemediği kişileri içeri almıyorlardı. Yukarı çıktım. Baktım ki beni takip eden polis orada. Şaşırdım. “Senin burada ne işin var?” deyince: “ Ben Erzurum’dan gelmiştim. Üstad’ı ziyaret için geldim” dedi. Ben dedim: “beni kandıramazsın. Sen arka kompartımanda beni takip ediyordun”. Yok, falan dedi.

Neyse sabah olunca baktım o polis gene orada. Zübeyir Ağabey’le sordurttum. Zübeyir Ağabey dedi bu telaşlı zamanda kabul etmez. “Sen söyle” dedim yine de. Kırmadı gitti sordu. Üstad: “Gelsin” demiş. İçeri girdim. Üstad ayakta. “Kardeşim! Duama dâhilsin. Düsturun Risale-i Nur olmalıdır.” dedi. İkinci görüşmem bu kadardı. Sadece beş dakika… Odadan çıktım. Gittim. Balkonda oturdum. Bir ara baktım bir hareketlilik var. O esnada bir ağabey bana “gel” diyor. Sevindim ve Molla Habib’i de çağırdım. İçeri girdik. Üstad karyolanın ucunda… Mehmet Kayalar Ağabey de sandalyede diz dize dayalı oturmuşlar…

Ben o günü düşündükçe hep şu olay aklıma gelir ve biraz o hale benzetirim: Cibril (a.s) Hz. Peygambere geldi ya, dini talim etmek bakımından Resulullah’a soru sordu. O cevapladı. Cevaplara “doğru” dedi. Ve çıktı gitti. O gidince Resulallah sordu bu kimdi biliyor musunuz? “Allah Resulu daha iyi bilir” dediler.

Resulullah (ASV) “O Cibrildi geldi, size dininizi öğretmek için böyle yaptı.”gitti. Ben de o hatırayı aynı ona benzetirim. Bunları onlar yaşadılar. Üstadın dizi dibinde her şeyi ondan öğrendiler. O son ekip için ben vezir diyorum, onlar vezirdirler. Bu Büyük Zata hizmet ettiler, büyüktürler. Hiç ayrım yok. Hepsi büyüktürler.

Sungur abi, Tahsin Tola, Said Özdemir, Bayram, Hüsnü, Zübeyir abiler… Hepsi oradaydı… “On üç tane vezir” diyorum ben onlara. Hakikaten vezirdirler. Başımızın tacı, gözümüzün nurudurlar.

Fakat kader-i İlahi, ne yapalım? Resulullah gidince, ashab içine de fitne girdi, ama onların fitnesi hak… Bizimkinin içine bid’a girdi… Şimdi diyorlar ki onlarda da ihtilaf olmuş, bizimki de öyle… Ama bana göre öyle değil… “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” diyor peygamberimiz. Bunu delil gösteriyorlar. Ama o hadis bana göre Eimme-i Erbaa’ya, dört büyük imama mahsustur. Bu gün için söylenmemiştir. Sen yanlış yap, bid’aya gir, cemaati böl, buna de ki, “aman efendim rahmettir”… Bu bana göre bir yanıltmadır.

İhtilaf derken, mezheplerdeki ihtilaftan bahsediyorsunuz değil mi?
Evet. Mezheplerdeki ihtilaf. Bunu getirip kendi suçlarına kılıf yapıyorlar. Birliği dağıtmaktan başka bir şey değildir.

Mehmet Kayalar açıktan hizmet ediyordu. Kapısının önünde de emniyet vardı. Binlerce insan girip çıkıyor… Avlu dar, dolup taşıyor…

Dersler nerede yapılıyordu ve tahminen derslere kaç kişi katılıyordu?
Mehmet Kayalar’ın evinin büyük bir salonu vardı, dersler orada oluyordu. En az beş yüz kişi kesin olurdu. Diyarbakır’ın avluları geniştir. Avludan dışarı taşıyorduk. Çok kalabalık oluyordu, sıkışıyorduk. Derste otururken diz üstü otururduk, öyle yayılmazdık. Büyük bir nizam vardı. Öyle gelişigüzel oturmak yok!

Şimdi durum çok farklı ders zamanı ders tanışma zamanı tanışma olması gerekirken. Daha oturmadan ve kimse ile doğru dürüst tanışmadan hemen derse başlıyorlar. Sürekli Risale-i Nur okuyorlar. Hâlbuki biz oraya tanışmaya kaynaşmaya birlikte konuşup iş yapmaya gitmişiz. Sohbet edeceğimiz, tanışıp, kaynaşacağımız zaman getirip bana Risale-i Nur okuyor. Risale-i Nurları çok şükür okumasını biliyoruz. Kendimiz yalnız kaldığımızda okuyabiliriz. Tamam ders de olsun ama bir miktar da tanışma ve kaynaşmaya zaman ayırmak gerekir. Üstad mı böyle yapın dedi? Hayır!

Biz Mehmet Kayalar zamanında yaşadık, gördük. Bir saatlik akşam dersi vardı. Ders yapılırdı. Sorusu olanın sorularını cevaplardı. Cevaplamadan bırakmazdı. Ve dağılırdık. İsteyen özel sohbet için kalırdı. Özel sohbet için oturulduğunda ise, sabaha kadar bazen sürerdi bu sohbetler. Mehmet Kayalar Ağabey’in hayatı yirmi sene böyle geçti. Yani özel sohbet serbestti. Ama ders bir saatti…

Mehmet Kayalar Ağabey dersini yapardı, bize “sorunuz var mı?” diye sorardı. Herkesin sorusunu cevapladıktan sonra ders biterdi. Ondan sonra herkes istediği gibi hareket ederdi. Ben otuz yedi sene onunla birlikte kaldım hep böyle idi. Şayet birini boş görse ikaz ederdi. Bir şeyler yapın derdi. Hiçbir şey yapamazsanız “tesbih çekin” derdi. “Boş durmayın Risale-i Nur okuyun” derdi.

Zaten Risale-i Nur bir senede, iki senede öğrenilmez ki… O insanın kabiliyetine göre değişir… Risale’de var on beş senelik ilmi, on beş haftada alırsınız diye. Şimdi benim gibi bir adam gidecek, on beş haftada mı öğrenecek bu kadar ilmi? Demek ki, kişiden kişiye bu durum değişiklik arz eder.

O nedenle her insan on beş haftada öğrenemez, bazı kişiler olabilir kısa zamanda onu anlar ve öğrenir. Ama çoğu insan uzun seneler okumak suretiyle ancak öğrenebilir. Görüyoruz işte birçok meseleyi bir arkadaşımız anlamamış ve öğrenememiş, öğrenmekte de hayli zorluk çekiyor.

Risale-i Nurları sürekli okumak gerekir ancak, ders saatlerinden sonra verilen aralar uzun tutulmalı ta ki, insanlar birbiri ile tanışmalı kaynaşmalı buna zaman tanımalıdırlar diye düşünüyorum. Bu husus önemlidir.

Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği son bir ders var. Bu konuda pek bir şey bilinmiyor. Bu son ders hakkında neler söylersiniz? Siz o derse katılmışsınız…

Orada üstadın talebelerinin hepsi vardı. O on üç kişi dediğim, vezir dediğim kişiler oradaydı. Onlardan başka daha çok kişiler vardı ama ben hatırlamıyorum artık. Hayatta olanlardan Said Özdemir vardı, Mehmet Kayalar, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Hüsnü Bayram, Zübeyir Ağabey, Ceylan kardeş, Tahsin Tola, Ahmet Aytimur isimlerini hatırlıyorum. On üç önemli kişi orada vardı. Sayısını iyi hatırlıyorum ama isimlerini hatırlamıyorum.

Mehmet Kayalar hakkında bilinmeyen çok şey var. Otuz küsür sene Mehmet Kayalar’ın yakınında bulunmuş biri olarak onun hakkında bildiklerinizi anlatır mısınız?

Evet, ben 37 sene kaldım Mehmet Ağabeyin yanında. Evde olsaydık size bazı belgeler de sunabilirdim. Ama bildiklerim ve hatırladıklarım kadarıyla anlatayım. 1957’den 1994’e kadar ben onunla beraber oldum… 52 senedir de Risale-i Nur hizmetindeyim. Mehmet Kayalar Ağabey’i en son Yalova’da gördüm.

Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında 33 tane Hadis var. Mehmet Kayalar buna 7 tane daha ekleyerek kırka tamamladı. Kırk hadis ezberlemek ve neşretmek faziletli olduğundan bu kırk hadisi ezberledi.

Kayalar Abiyle ilgili yaşadığınız hatıralardan anlatır mısınız?

Mehmet Ağabeye bir gün dedim: “Neden Üstad Hazretlerini çok daha önceleri duymuş olmana rağmen, ziyaretine gidip tanışmadın?” O zaman Üstad Eğirdir’deyken. “Oğlum!” dedi. “Ben o zaman tanışsaydım, Üstad eserini belki de tamamlayamazdı. Erken ifşa edecektim, bu 33 hadisi şerifin ona işaret ettiğini açıklayacaktım. O zaman Üstad’a olan tazyik çok fazla olurdu.” diye cevap verdi. O zaman Demokratlar iktidarda değildi. Halk Parti iktidarı dönemiydi.

Kayalar Abi Celalli bir insandı. Çekinmezdi, her şeyi açık ve dobra dobra konuşurdu. Erkenden beklenen zat budur diyecekti ve belki de o bunu deyince Üstadı rahat bırakmayacaklardı. Risale-i Nur eserlerini yazmaya fırsat bırakmayacaklardı.

Ceylan Ağabey Üstad Hazretleriyle serbest konuşabilirmiş. Ben de Mehmet Kayalar Ağabeyle öyle samimi konuşabiliyordum. Herkes onunla rahat konuşamazdı. Ona çok saygılı davranırlardı, edep duyarlardı.
Üstad’ın vefatından sonra gene bir gün: “Ağabey, benim bir sitemim var. Üstad’ı gören bu kadar talebe var. Onları herkes her yerde yazıyor, her yerde onların ismi geçiyor. Oysa sen de Üstad’ı görmüşsün ve onunla çok fazla diyalogun olmuş ama senin ismin hiçbir yerde geçmiyor. Neden sana böyle davranıyorlar” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Oğlum! Onlar beni yüz yüze tanımadıkları için, gıyabımda beni yanlış tanıdıklarından bilmiyorlar. Bir hikmete binaen de Rabbül Alemin perdeledi…”

Üstad Hazretleri Mehmet Kayalar Ağabey’e: “Kardeşim! Risale-i Nur’un bir noktasına bile kimse dokunamaz, fakat sen müstesnasın. Eksik bulursan tamamla. Sana izin veriyorum.” demiş. Tabi Kayalar Abi alim bir insan, öyle bir şey yapar mı?

Üstad bu şekilde bir yetkiyi hiç kimseye vermemişti, Kayalar Abi hariç. Hatta gidip “Risale-i Nur eserlerinin arkasına lügat ekleyelim mi?” diye sormuşlar. Üstad izin vermemiş Fakat “Böyle bir şey yayınlamak istiyorsanız kendi isminizi yazın öyle yayınlayın” demiş. Bu gün görüyorum birçok yayınevi sayfaların içine bile koymuşlar. Bana göre böyle olmamalıdır. Bunu ayrı bir kitap halinde yayınlayıp altına kendi isimlerini yazmalılar. Bunların tamamı Risale-i Nur zannediliyor. Olmaz böyle.

Mehmet Kayalar abi ile 37 sene beraber oldunuz ve en son Yalova’da 1994’te vefat ettiğinde siz yanındaydınız. Kayalar Abinin bir de sürgün hayatı var. Çanakkale’de siz hep yanında mıydınız?

Hayır! Ben 37 sene beraber olduk derken bir hoca ve talebe gibi değil. O kendi işleri ile meşgul idi ben kendi işlerimle ama derslerde sohbetlerde genel buluşmalarda beraber idik, dershanede beraber oluyorduk. Zaman zaman ayrı illere düşüyorduk ama daha sonra gene buluşuyorduk. En son Yalova’da 17 sene beraber olduk.

Eğer Mehmet Kayalar Ağabeye bırakılsaydı kıyam olurdu. Bir gün bana: “Oğlum ben ümid ediyordum ki, bu din-i Mübin Araplarla başladı. Türklerle hitam bulacak. Çünkü mehdi burada… Ben şeriat-ı garranın tatbikini bekliyordum.” dedi.

Kayalar Abi Üstad’ın vefatından sonra üç sene üst üste Toroslara Tekir Yaylalarına cemaati toplamaya gitti. Fakat bir tane Nur talebesi dahi gelmedi. Cemaat onun hal ve hareketinden ve yayılan dedikodulardan dolayı böyle davranmıştı.

İhtilal gecesi subaylar ağabeyin yanına götürmeye geldiklerinde. Bir kısım arkadaşlar “biz teslim olmayacağız” ağabey dediler Fakat o müsaade etmedi. “Gidin komutanlarınıza itaat edin” dedi. Yani emniyete de yardımcıydı…

Kayalar Ağabey’in Üstad Hazretleriyle ilk görüşmesinde, Zübeyir Ağabeyden izin istediğinde O, “Öyle hastadır ki, bizimle dahi konuşacak halde değil.” demiş. Kayalar Ağabey: “Söyle kardeşim. Bingöl’den, Yüzbaşı Mehmet Kayalar geldi. Bunu söyleyin yeter. Ben yine geri dönerim” demiş. Zübeyir Ağabey içeri girip bunu söylediğinde Üstad “Hemen alın içeriye” demiş. Üstad yataktan kalkmış, kapının önünde kucaklaşmışlar. Bu muhabbet karşısında Zübeyir Ağabey: “Ben hayretler içerisinde kaldım” demiş. Üstad Kayalar Ağabey’e: “Kardeşim! Ben Hulusi’nin o rüyasını tabir ederken, 28. mektupta, ben seni şu halinle gördüm.” O zaman Harbiye’deymiş Kayalar abi. Yani Üstad hazretleri o mektubu yazarken, Kayalar Ağabey gözünün önüne gelmiş…

Bu buluşma sırasında Üstad Kayalar Ağabeye: “ Kardeşim! Ben talebelerimi sabah, akşam duama alırım. Sabahleyin kendi talebelerimi ismen, ama senin talebelerini sabah, akşam hem ismen, hem cismen duama alırım. O vazife sana verildi. Eğer sen oraya (Diyarbakır) gitmeseydin benim oraya gelip on beş sene kalmam lazımdı.” demiş. Mehmet Kayalar Ağabey’e bayağı iltifatlarda bulunmuş. Bunları bizzat kendisi anlatmıştı Kayalar Ağabey…

Emniyetten Kayalar Abinin bir arkadaşı: “Mehmet Bey! Sen burada, Diyarbakır’da öyle bir hizmet yaptın ki, eğer sen bu vazifeyi yapmasaydın, burada çok dehşetli planlar tatbik edilecekti.”

Kayalar Ağabeyin bir de sürgün hayatı var. Ondan bahseder misiniz?
Evet. O Sivas ve Çanakkale sürgünüdür. Bu konuyu Tarık Alptekin daha iyi bildiği için buyursun o anlatsın.

TARIK ALPTEKİN KONUŞUYOR:

O halde biz ona soralım bu soruyu…

1960 ihtilali olduğu zamandı. Hatta Ben Çanakkale’ye gitmiştim. Orada gördüm. Avukat bana gösterdi. İhtilal yapan General Cemal Gürsel Diyarbakır Kolordu Komutanına telgraf çekiyor. Diyor ki: “Dicle kenarında oturan Emekli Yüzbaşı Mehmet Kayaların evine gidilsin. Mehmet Kayalar alınsın. Askeri hapishaneye götürülsün.” Ben bu telgrafı gördüm.
Demek 1960 ihtilalı olur olmaz hemen Kayalar Ağabeyi götürüyorlar. Zaten askeri kışlanın yakınında Dicle nehrinin kenarında Kayalar Ağabey’in evi vardı. Üstte kendi oturuyor, alt katı da ders yeri yapmıştı. Hemen onu alıp Diyarbakır’a götürdüler… Ben de ihtilalden bir-iki gün sonra Diyarbakır’da Demiryollarında çalışırken biri yanıma geldi, seni çağırıyorlar dedi. Ben de dedim: “Bugün ayın biri, maaş alayım da öyle geleyim.” “Yok” dedi “Emniyete gel, sana bir sorguları var. Gene seni gönderirler.” Tabi ben gittim. Emniyete beni götürdüler. Bir kapının önünde indirdiler. Beni içeriye aldılar ve kapıyı üstüme kapattılar.
Baktım tanıdık arkadaşlar var… “Hayırdır” dediler. “Bir şey sorup bırakacaklarmış.” dedim. “Yok ya seni kandırmışlar, biz de bir-iki gündür burada bekliyoruz.” dediler. İçlerinde bir-iki Malatya’lı arkadaş vardı. Ama ben orada kaldım. Daha Diyarbakır’la alakam kesildi, irtibat da kuramadım. Evden bize yatak getirdiler. Orada bir hafta kadar kaldık.
Ondan sonra bir haber geldi. Çekmegil’le beraber bizi aldılar, ellerimizi kelepçelediler, götürdüler. Hatta Çekmegül: “Elimize kelepçe vurmayın, ayıptır, beni yakıyorlar” dedi. Ben “Bırak kelepçelesinler, o yarın mahşerde bize senet olur.” dedim. Bizi trenle Sivas’a götürdüler. Sivas’da baktım: Şeyh Said’in çocukları, akrabaları orada, hocalar orada, Abdülmelik Fırat orada, Kırkıncı Hoca ve arkadaşları orada…

Ben orada bir gün kaldım. Baktık ki bir uçak sesi geldi. Arkadaşlara “Ne oluyor?” dedim. “Bazı mühim zatları trenle getirmiyorlar, biz trenle geldik, bazıları arabayla geldi…” dediler. “Ben de trenle geldim” dedim. “ Herhalde mühim bir zat geliyor.” dediler.

Ben de kapıya bakmaya başladım kim gelecek diye. Bir baktım ki Mehmet Kayalar Ağabey… Yanında da bir subay… O subayla Mehmet Ağabey sınıf arkadaşıymış. Baktım kapıda Mehmet Ağabey o subay arkadaşına Bediüzzaman’ı anlatıyor. O subay da: “Ya Mehmet Bey, ben seni hapse getirdim, sen bana Bediüzzaman’dan bahsediyorsun.” dedi. Sonra Mehmet Ağabeyin eline eğildik. Fakat elini öptürmezdi. Sonra hemen benim yanımda bir yer ayırdılar. Orada kaldık. Altı ay orada kampta kaldık.

O saydığım isimlerden bir kaçı daha sonra Sivas’dan mebus oldular. Onlar Şarkta ileri gelenlerdendi… Ben de Malatya’da camilerde Risale-i Nur okuduğum için göze göründüm. Yoksa pek bir hizmetim yok Malatya’da. İsmim geçtiği için Sivas kampına götürüldüm.

“MEHMET KAYALAR’I HAPİSHANEDE ZEHİRLEMİŞLERDİ”

Orada beş aydan sonra son bir ay Mehmet Kayalar Ağabey’i hücreye aldılar. O zaman İçişleri Bakanı Kızıloğlu: “Mehmet Kayalar’ı buradan alın, ayrı bir yere götürün.” demiş. O zaman Mehmet Ağabeyi bizim yanımızdan alıp, hücreye götürdüler. Sabahları içtima yaparlardı. Mehmet Ağabey çıkmazdı içtimaya…

Orada bir çocuk, “Ağabey sen çıkma içtimaya” der, onun çıkmamasına göz yumardı. O hücredeyken Ağabey’e zehir vermişler birkaç defa. Sivas’lı Nazım var, o gelmiş. Ağabey’i pencereden görmüş. “Mehmet Ağabey! Sen burada hapis olmuşsun.” demiş. “Evet kardeşim. Bana zehir verdiler, süt, yoğurt, bal getirin bana.” demiş Mehmet Ağabey. Sabah kalkmış, fark etmemiş testideki suyu içmiş. Bakmış testinin üstüne sinek yapışmış, zehirden sinek ölmüş.

Kendisi anlatırdı: “Bana verilen o zehir, o koca tabura verseler, bütün askerleri öldürürdü. Öyle bir zehir koydular. Ama benim yanımda Cevşen’im vardı. Cevşen’in bir kerameti oldu. Cenab-ı Hak beni kurtardı.” Ağabey Cevşen’i yanından hiç bırakmazdı.

Orada Ağabey bizi toplayıp, bir araya getirirdi. Gene bir gün Sivas kampında Mehmet Kayalar Ağabey dedi ki: “Ben bu gün odada bir fare gördüm. Önümüzden geçti. Bu işaret ediyor ki, yarın bizi teftişe gelecekler. Eğer hapishanede iyi bir şey görürlerse, o zaman sizi buradan çıkarırlar, yoksa birkaç ay daha burada kalırsınız.” dedi. Hakikaten ertesi gün bir grup geldi. Hapismiş gibi, araştırdılar, sordular, gittiler. Mehmet Ağabey dedi ki: “Tamam! Siz de buradan çıkarsınız.” Onlar “Peki ya sen?” diye sordular. “O bize göre değil. Bizim için başka şeyler düşünüyorlar.” dedi. Birkaç gün sonra bir haber geldi. Bizi serbest bıraktılar. Ben tekrar Malatya’ya gittim. Kısım şefiydim ben. Arkadaşlar beni sevinçle karşıladılar. Ben o kampa gitmişim, demokratım diye bana çok saygı göstermeye başladılar. Beni terfi ettirmişler falan. Hoş geldin! Safa geldin. Eğer bir- iki gün daha gelmeseydin. Memuriyet alamazdın. Demek altı aya iki gün kalmıştı. Çünkü altı aydan fazla gidilmeyince memuriyet düşüyordu.

“AYASOFYA ŞİİRİ, KAYALAR’I SÜRGÜN ETTİRDİ”

Biz geldik fakat Mehmet Ağabey’i Çanakkale’de iskâna tabi ettiler. Zaten Üstad’a ve Mehmet Ağabeye ait “Nurdan Kıvılcımlar” da bazı şiirler vardı. Ondan dolayı Ağabey’i Çanakkale’de bir buçuk yıl hapsettiler. “İmanını kim hançerledi Ayasofya?” gibi dizeler sebebiyle… Çanakkale’de 1,5 yıl kaldı.. Sene 1962- 63… Ondan sonra Muğla’ya sürgün edildi… Mehmet Kayalar Ağabey’in sürgün hayatı böyle…

Mehmet Kayalar Ağabey sürgündeyken, ben ziyaretine gittim. Evinde bir odaya yatak serdiler. Ben bir iki gün orada kaldım. Sabah olunca Ağabey dedi ki: “Beraber emniyete gideceğiz.” Her gün gidip emniyete, imza veriyordu “Buradayım” diye. Sürgün hayatı bitince yeniden Diyarbakır’a geldi.

Ben Elazığ’da Hulusi Ağabeyi de birkaç kere ziyaret edip, dersinde bulundum. Bir gün Diyarbakır Dörtyol’da Mehmet Kaylar Ağabey bir dershane açmış. Gece bin kişi olurdu. Bir saat ders yapar, soruları cevaplar, namazlar kılındıktan sonra millet dağılırdı. Bir gün baktım Hulusi Yahyagil Ağabey Mehmet Kayalar’ı ziyarete gelmiş, dershanede. Mehmet Ağabey Hulusi Bey’e: “Buyurun! Dersi siz okuyun.” dedi. O da: “Yok Mehmet Bey! Biz dinleyiciyiz. Siz dersinize devam edin.” diyerek karşılıklı birbirlerine saygı gösterdiler. Yani Ağabeyler arasında herhangi bir benlik davası yoktu. Ondan sonra Mehmet Ağabey Dicle’nin kenarında bir dershane açtı. Yazın dışarıda binlerce kişi olurdu. Kışın içeriye geçilirdi. Hatta öyle oluyordu ki imamın sesi arka saflara ulaşmıyordu bazen.

İstanbul Kalamış’da bir yeri daha vardı. Yalova Çiftlikköy’de de bir yeri vardı. Böyle üç- dört yerde hizmetini devam ettiriyordu…

Burada son olarak önemli bir meseleyi daha anlatayım. Üstad hazretleri bildiğiniz gibi niyetinde Diyarbakır’a uğramak varmış. Fakat uğramadan Urfa’ya gitti. Bize de haber geldi ki, Üstad Urfa’dadır. Eğer gelebilirse Diyarbakır’a da uğrayacak. Daha sonra bir haber daha geldi ki Üstad vefat etmiş. Bunun üzerine iki arkadaşla beraber Urfa’ya gittik. Urfa’da Üstad’ın kabrini gördük. Fakat o sırada Mehmet Ağabey Sungur Ağabeyi çağırdı. Orada bulunan diğer talebeleri çağırdı. Sungur Ağabey’e: “Kardeşim! Bak Bediüzzaman Hazretleri vefat etti. Şimdi O’nun hizmeti talebelerine bırakıldı. Şimdi ben gelmeyeceğim. Sungur siz camide Üstad’ın talebeleriyle bir araya gelin. Benim vekilimde sen ol. İçinizden bir kişiyi Bediüzzaman’dan sonra bu işleri yürütecek biri olsun.” dedi…

Tarık Bey siz Üstad’ı da gördünüz mü?

Evet. 1956 yılında ziyaretine gittim. Malatya’da devlet Demiryollarında kısım şefiydim. Oradan izin aldım, geldim Diyarbakır’a. Mehmet Kayalar Ağabey’den izin aldım: “Ağabey, eğer müsaadeniz olursa ben Üstad’ı görmemişim. Risalelerini okuduğum Üstad’ı ziyaret etmek istiyorum.” dedim. Peki dedi. Giderken de: “Üstad’ın bende kitap paraları var. Sana vereyim mi?” diye sordu. Ben paraları da aldım. Trene bindim. Ankara’ya gittim.

Ankara’da talebeler öyle bir çalışıyorlardı ki, hayran kaldım. Şimdi vefat etti ya, Sözleri yazan Atıf Ural Ağabeyle falan hep görüştüm. Onlar: “Gece seni ayrı yatıralım. Biz sabaha kadar çalışıyoruz.” dediler. “Niye?” diye sordum. Üstad Hazretleri emir vermiş, bu kitaplar hemen yetişecek. Çok acele istiyor Üstad” dediler. O gece orada kaldım.

Ondan sonra tekrar yola koyuldum. Isparta’ya gittim. Üstad’ın evinin kapısını çaldım. Talebelerden biri aşağı inip, kapıyı açtı. Sonra ismimi söyledim. Nerden geldiğimi sordu talebe. Söyledim. Ben: “Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret etmek istiyorum.” dedim. Yukarı çıktı Üstad’a sordu. Üstad: “O Diyarbakır’dan geliyorsa, Mehmet Kayaları görmüş mü?” demiş. Ben de “Evet gördüm, yanından geliyorum” dedim.

Beni içeri kabul ettiler. İçeri girdim. Üstad hazretleri “hoş gelmişsin” dedi. Bana adımı sordu, vazifemi sordu. Ben “Devlet Demiryollarında çalışıyorum.” dedim. Üstad: “Sizin Demiryolunda hizmetiniz bire ondur. Çünkü amme hizmeti yapıyorsunuz. Eğer sen biraz daha erken gelseydin, ben seni görmesinler diye yolda karşılayacaktım. Yolda seni karşılayıp, görüşüp, seni gönderecektim.” dedi.

Daha sonra Kayalar Ağabey’i sordu. “Çocukları, ailesi nasıl?” dedi. Üstad o aileye, hem de Ağabeye tayinat gönderirdi. Hatta Kayalar Ağabey bana: “Tarık, senin de tayinatın burada kayıtlı. Üstad sana da tayinat gönderiyor. Seni de yazdık.” derdi. Ben Üstad’a Kayalar Ağabey’in ailesinden bahsettim. Bir de Tarihçe-i Hayat yeni basılmıştı… Bediüzzaman Hazretleri dedi ki: “Tarihçe-i Hayat bazı beldelerde takip edilip, ele geçirilmiş. Sizde nasıl?” Ben “Efendim, ne Diyarbakır’da, ne de Malatya’da bir problem yok. Çok güzel neşrediliyor. Karışan olmadı.” dedim.

Baktım Üstad oturduğu karyolada bir doğruldu: “Tarihçe-i Hayat değil Türkiye’de, İslam âleminde, bütün dünyada büyük bir fütuhat yapacak.” dedi. Ondan sonra anlattı, anlattı… Kayalar Ağabey’in bana verdiği paralar aklıma gelince, hemen Üstad’a uzattım: “Üstad’ım, Mehmet Kayalar Ağabeyim size kitap paralarını gönderdi.” “Peki, kardaşım! Sen al o paraları al.” dedi Üstad, o parayı bana verdi. Daha sonra da: “Sen de ki, bu parayı anamın, babamın zekâtı olarak veriyorum. Bana ver.” dedi. Ben orada Üstad’ın inceliğini daha iyi anladım. Bana orada sevap kazandırmak istedi. Yoksa zaten Üstad katiyen zekât almazdı. Gene kendi parasıyla bana da sevap kazandırdı.

Son olarak da Üstad: “Seni hemen göndermem lazım” dedi. “Çabucak git, bu gece de burada yatma!” Çünkü niyetim o gece orada yatmaktı. Fakat gece Malatya’ya geldikten sonra orada bir memur bana günün birinde: “Ya senin hakkında Ulaştırma Bakanlığı’ndan yazı geldi. Tarık Alptekin Diyarbakır’da Mehmet Kayalar’la görüşmüş. Oradan vazife alarak, Said Nursi’yi ziyaret etmiş yazıyor.” dedi. “Hep sen tesbit edilmişsin. Ben bu yazı gelince, servis müdürüne götürdüm. Müdür: Biz Tarık’ı biliriz. O kendi halinde vazifesini ifa eden, Müslüman bir insan. Bırak dosyaya koy, kalsın. dedi.” diye bana haber vermişti. Çok şükür bir şey olmadı. Üstad’ı bir defa bu şekilde, bir saat görmüşlüğüm var sadece.