Ümitsizlik mü’minler arasındaki manevi kuvveti kırar

Ümitsizlik mü’minler arasındaki manevi kuvveti kırar

Üniversiteliler DKM’de bu hafta “Ümit” konusunu ele aldılar.

Risale Haber - Haber Merkezi

Tıp Fakültesi öğrencisi Ö. Faruk Alakuş’un sunduğu “Ümit” konulu seminerde Yeis Ve Ye'se Götüren Sebepler, İnanç ve Ümit gibi başlıklar yer aldı.

Seminerine Bediüzzaman Hazretlerinin bir sözüyle başlayan Alakuş, “İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir." İki zıt ucu tanımlayan bu ifade, hem dünya için ve hem ahiret için doğru anlaşıldığında insanoğlu için bir pusula mahiyetini görebilir. Emel, rica, şiddetli istek manalarına gelen ümit hem maddi hem manevi anlamda düşünüldüğünde insanı yaşama bağlayan ve başarıların kaynağı olan bir aracıyken; ümitsizlik manasına gelen yeis ise, insanın istidatlarını körelten, bir ürün ortaya koymasını engelleyen, manevi olarak da geri kalmaya sebep olup başka sorunları da beraberinde getiren bir bulaşıcı hastalık olarak karşımıza çıkar. Herşey zıddıyla bilinir kaidesince, ümit konusunu daha iyi anlayabilmek için bu seminerimizin ilk başlığında bizi öldürmeye çalışan ve bu özelliğinden ötürü düşmanınız olan yeisi ve ye'se götüren sebepleri ele almaya çalışacağız.” dedi.

Yeis ve Ye'se Götüren Sebepler

Yeis ve ye’se götüren sebeplere dikkat çeken Alakuş, “Üstad hazretleri 1911'de Şam Emeviye Camiinde, içinde 100 alimin olduğu on bine yakın müminden müteşekkil olduğu söylenen kalabalık bir cemaate verdiği hutbede, Ecnebiler ve Avrupalıların terakkide İstikbale uçmalarına mukabil, İslam aleminin tevakkufuna ve geri kalışına sebep olan 6 hastalıktan bahsederken ilk sırada yani birinci hastalık olarak yeisten bahseder ve bu konunun üzerinde ehemmiyetle durur. Üstad Hazretleri Birinci hastalıktan "Ye'sin içimizde hayat bulup dirilmesi" şeklinde bahseder. Bu ifadeden benim anladığım Yeis İslam âlemi içinde uzunca bir süre ölüymüş; ki bu uzunca süre İslamiyet'in Osmanlı ve diğer İslam devletleri vasıtasıyla maddi ve manevi inkişafına tekabül eder. Ancak ne zamanki imanın da esaslarından biri olan Ümit içimizde ölmüş ve Ye'sin dirilmesine sebep olmuş o zaman bu durum, Avrupa ve Ecnebiler karşısında geri kalmamızı netice vermiş. Nitekim Osmanlı'nın son döneminde bunu görmek aşikardır. Kimi Ümitsizlikle oturup hiçbir şey yapmayarak devletin parçalanmasını beklerken, kimi başka devletlerin mandası altına girme yönünde propagandalar yaparak 600 yıl İslam'ın bayraktarlığı yapmış olan bir imparatorluğun çöküşüne zemin hazırlamış.” dedi.

Bediüzzaman Hazretlerinin Hutbe-i Şamiye’de “Ye'sin dehşetli bir hastalık olup alem-i islamın kalbine girmiş olduğundan” bahsettiğini söyleyen Alakuş, “Hatta bu hastalığı ümmetlerin ve milletlerim O zamanlar seretan diye tabir edilen şimdilerde kanser diye bilinen hastalığına benzetir. Kanser hastalığının önemli bir özelliği anormal bir tek hücreden köken alması ve metastaz diye tabir edilen kanserin doğduğu yerin dışına yayılma özelliğidir. Ümitsizlik de aynı şekilde insanda önce hafiften başlar, sonra bütün düşüncelerini sarar. Daha sonra ümitsizliğe düşmüş insan yakınındakileri de konuşmalarıyla ve davranışlarıyla etkiler ve bu yayıla yayıla tüm millete ve ümmete sirayet eder. Bu duruma kursiyerlik döneminde rastlamak mümkündür. Bir arkadaş sınavlarının kötü geçtiğini bahane ederek üniversiteye girme hayalini seneye bıraktığını bu sene kazanamayacağını söyler. Bu düşüncesini diğer arkadaşlarına da açarak kendi üzerine çökmüş olan ümitsizliği istemeden arkadaşlarına da bulaştırabilir.
Üstad Yine yeisin olumsuz etkilerinden bahsederken, 1900 lerde batıda İngiltere gibi birkaç milyonluk bir devletin, Doğu'da 20 milyondan fazla müslümanı kendine hizmetkâr ve müstemleke yapmasının da yeisin alemi islamdaki o öldürücü etkisinden, kaynaklandığına dikkat çeker. Yeis aynı zamanda ahlakı da öldüren bir illettir. Yüksek bir ahlak ve hamiyet örneği olan, umumun menfaatini düşünmemizi engelleyip, şahsi menfaati düşünmemize sebep olur ve nazarları o yöne hasreder.” dedi.

Yeis müminlerin arasındaki kuvve-i mâneviyeyi kırdığını, az bir kuvvetle ve imandan gelen manevi kuvvetle şarktan garba yayılan İslamiyet, meyusiyetle kırılan manevi kuvvetimizden dolayı yüzyıllardır zalim Avrupa'nın esiri olduğunu belirten Alakuş, “İnşallah bu durum yavaş yavaş tersine dönmeye başlıyor. Üstad yine yeis için mani-i herkemal tabirini kullanır. Bu ifadeden ümitsizliğin her türlü gelişmenin, her türlü kemalin önündeki en büyük engel olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bu hakikati hem genel manada İslamiyet için, hem de bireysel manada insan için düşünebiliriz. Geri kalmışlığımıza, tembelliğimize böyle gelmiş böyle gider edasıyla yaklaştığımızda manen ve maddeten terakki adına somut bir sonuç elde etmemiz mümkün değildir.” dedi.
Ye’se genel manada değindikten sonra Ye’se götüren sebeplere ve çözüm önerilerine değinen Alakuş seminerine şöyle devam etti:

Hırs ümitsizliği netice verir. Sebeb-i hasaret ve mahrumiyet olan hırsla hareket eden adam ümitsizliğe düşer. Çünkü vücud-u eşyada bir tertip bir düzen vardır. Bir merdivenin basamakları gibi olan vücud-u eşyada basamakları atlamak kimi zaman amaçtan uzaklaşıp ümitsizliğe sebep olur. Günümüzde bunu tetikleyen şeylerden biri de kişisel gelişimin insanlara aşıladığı ayarsız bir gaz vermedir. Bu gaz verme başlangıçta iyi gibi görünür, ancak kaynağını tamamen kişiden aldığı için etkisi kısa sürer. Oysa sırtımızı dayandığımız şey ateş böceği şeklindeki enemiz, değil de, Cenabı Allah olursa bu sorunumuz çözülmüş olur.

Acelecilikle, girişilen bir işten hemen sonuç beklemek ümitsizliğe sebep olur. Bunun çözümü ise sabrı esas tutup sabır kuvvetini sağa sola dağıtmadan yola devam etmekten geçer. "Sabır imanın yarısıdır" diyen Peygamberin ümmeti olan bizler gerek ümmet bazında gerekse bireysel bazdaki girişimlerimizde sabırla hareket etmeliyiz. Damla damla akan bir suyun mermeri eritmesi gibi, biz de sabırla ümit ettiğimiz şeye yaklaşabiliriz. Asla vazgeçme.

Tevekkülsüzlük de ye’se götüren sebeplerdendir. Her şeyi sebeplere bağlayıp tamamen sonuç endeksli çalışmak Cenab-ı Allah'ın vazifesine karışmak, tesir-i hakikinin onun elinde olduğunu unutmak sonucu başarısızlıkla sonuçlanan olaylar kişiyi ümitsizliğe götürür, şevkini kırar. Bazen insanın aklına gelir ya "Oysa ben her şeyi yapmıştım, çok da ders çalışmıştım ama neden olmadı" diye isyan eder. Bu konuda bize düşen vazifemizi yapıp, yani sürece odaklanıp, Allah'ın vazifesine katılmadan Ona ümidimizi bağlamaktır. Sonuç istediğimiz gibi olmayınca da neden olmadı diye ye'se düşmeyin "vardır bir hayır" diyebilmektir.

Gaye-i hayalin olmaması ümitsizliğe götüren bir diğer sebeptir. Çevremize baktığımız zaman amaçsız gezen ya da amacı sırf dünyalık olan kişilere rastlamak mümkündür. Oysa insan gayesi kadar idealleri kadar büyüktür. Kişinin gaye-i hayalinin olması kişi eğer o konuda samimiyse ve gerçekten inanıyorsa insana bir olgunluk katar ve insan o gayesi uğrunda yılmadan, yeis bataklığına düşmeden çalışır. Bu biraz da dava adamlığıyla da alakalıdır. Bir dava adamı, amacına giderken ufak tefek manilere takılmaz çünkü o hedefine odaklanmıştır, o manileri görmez bile... Hani Üstad der ya yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış ne ehemmiyeti var diye. İşte bu davanın büyüklüğünü gösteriyor.

Neyi istediğini bilmemek bir diğer ifadeyle her şeye elini atmak ümitsizliğe sebep olur. Umuma müteveccih olan umumdan mahrum kalır kaidesi bu noktada bize yol göstericidir. Zira böyleleri her bir işe elini atıp her bir işi de tam yapmak istediklerinden muvaffak olamayınca şevkleri kırılır, ye'se düşer. Önceliklerimizi belirleyip bir önem sırası yapmamız ve yapacağımız işlerde bu sırayı gözetmemiz, böyle bir duruma düşmemizi engeller. (Şevk ümit ilişkisi)

Yeise düşüren bir diğer sebep ise ataletir. Tembellik diye tarif edebileceğimiz ataleti Üstad Hazretleri ademin biraderzadesi olarak tanımlar. En çok şikayet edenlerin, hayatlarından memnun olmayan insanların tembel ve bir şey ortaya koymayın insanlar olduğunu söyler. Tekvini şeriate de aykırı olan ataletle hareket eden, bir girişimde bulunmadığından ümidini de kaybeder. Bu soruna çözüm olarak "Faaliyette lezzet vardır” hakikatini derhatır edebiliriz. Büyük ve gerçekçi olmayan hayaller kurmak da insanı ümitsizliğe götürür.

Son olarak da 4. Meselede geçen ve üstadın çokça okumamızı tavsiye ettiği daireler meselesine değinmek gerekir. Üstad burada en küçük dairede en büyük hizmetin olduğunu söyler, büyük dairenin ise cazibedar olduğunu ancak muvakkat ve malayani işlerle dolu olduğunu söyler. Özellikle günümüzde daha da bir cazibedar hale gelen büyük daireye (sosyal medya, haberler, diziler vs..) nazarımız arttıkça ümitsizliğe düşme ihtimalimiz artar. Zira bu gibi ortamlarda yalan yanlış birçok şey dolaşır, kişi bunları dinleyeyim, bunlarla uğraşayım derken asıl vazifesini unutur. Uğraştığı meselelerde kalbini aklını yaralar ve hizmetlere fütur getirebilir, ümitsizliğe düşebilir. Hele bu günlerde büyük daireye bakmak bizi daha çok ümitsizliğe sevk edebilir. O yüzden birilerinin boğuşmalarını izlemektense kendi işimize kendi hizmetimize odaklanabilmeliyiz.

img_5673.jpg

İnanç ve Ümit

Varoluşunun kaçınılmaz sonucudur inanç. İnsanoğlu aciz ve fakir olduğu için tarih boyunca sığınacak bir yer, dayanacak bir kapı aramıştır. Bunu yaparken akıl ve kalp melekelerinin ve cüz-i ihtiyarinin de etkisiyle eline kimi zaman hak, kimi zaman batıl geçmiştir. Hak ile amel edenler kainatın yaratılışından bu yana Peygamberlerin yolundan giden ve semavi dinlerin mensupları olan insanlardan oluşurken; batıl ile amel edenler kimi zaman batıp giden güneşe, kimi zaman öküze, kimi zaman ateşe, kimi zaman ise çok dramatik bir şekilde kendi elleriyle yapmış olduğu putlara tapan gafil insanlardan oluşmuştur.

İnanç ümit arasında neden bağlantı kurduk diye bir soru akıllara gelebilir. İnanç bir yere dayanmaktır, bir yere bağlanmaktır, bir yerden medet ummaktır. Hatta diyebiliriz ki bir yere ümit bağlamaktır. Bu noktada Inanç ve Ümit sıkı sıkıya bağlıdır. Ümidin derecesi ve kalitesi iman edilen şeye ve imanın derecesine göre değişebilir. Ateşe tapan da, puta tapan da kendi tanrısından bir şeyler bekleyebilir, ama biraz mistik ve gerçek dışı bir bekleyiş olur. Hz. İbrahim Aleyhisselam kıssasında geçer ya “Batıp gidenleri sevmem” diye. Aynen öylede kendine hayrı olmayan haşa güneş gibi bir tanrı'nın inananlarına nasıl faydası olabilir. Ve nasıl onlar için bir medetgah, bir nokta-i istinad olabilir. Demek ki böyle insanlarda bazı hisler akıl ve muhakemeyi iptal ettiği için bu hakikati düşünemiyorlar. Ama biz müslümanlar ise çok şükür, herşeye hükmü geçen ve kainatın sahibi olan bir yaratıcıya iman ediyoruz, hele hakiki Nur Talebeleri bu imanın tahkiki mertebelerinde geziyorlar. O yüzden Herşeyin Allah tan olduğunu bilen ve bu bilinçte olan bir Müslüman "Madem o var, bizim için herşey var." Diyerek ye'se düşmeden ümitle yaratıcısına bağlanır.

Üstad Hazretleri Hutbe-i Şamiyeye başlarken ilk cümlelerinden biri "La taknatü min rahmetillah" ayetidir. Yani Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Bu sözün ve dolayısıyla bu hutbenin dile getirildiği tarih ise çok manidardır. Osmanlı'nın parçalanmaya yüz tuttuğu, azınlıkların birer birer ayrılıp bağımsızlıklarını ilan ettiği ve dünya savaşına doğru gidilen süreçte ifade edilen bu hutbe en kötü zamanda bile Allah'tan ümidi kesmenin doğru olmadığını gösterir. Üstad yine o zamanda şu ifadeyi kullanır: Ye'sin burnunun rağmına olarak ben dünyaya işitterecek derecede kanaat-i katiyemle derim: İstikbal yalnız ve yalnız islamiyetin olacak. Ve hakim hakiki-i Kuraniye ve imaniye olacak.

Nitekim tarih boyunca bu durumun birçok örneği vardır. İslamiyetin doğuşuna baktığımızda Peygamber Aleyhissalatü Vesselam getirdiği şeriatla bütün Dünyayı karşısına aldığı o dönemde türlü türlü işkencelere ve hakaretlere maruz kalmış ve 6 yılda sadece 40 kişi Müslüman olmuştur. Ama o hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemiş, Ebu Cehil gibi bir İslam düşmanına bile edeceği hakaretleri göze alarak defalarca islamı tebliğ etmek için gitmiştir ve çok şükür İslamiyet bugünlere kadar gelmiştir. Yine Üstadımızın hayatına baktığımızda Barla da tecritteyken etrafındaki birkaç talebe dışında kimseyle görüştürülmezken Çam Dağı'nda bir talebesiyle arasında geçen şu muhabbet çok manidardır. Üstadın o zaman Risale-i Nuru kaleme aldırdığı talebesi, Üstada şöyle der: “Üstadım siz söylüyorsunuz, ben yazıyorum. Bu dağ başında ikimiz yalnız, garip, kimsesiz bu yazdıklarımızı kim duyacak, kim okuyacak, kim görecek?” Üstad Hazretleri ise cevaben şöyle der: “Yaz kardeşim... Bir gün gelecek bütün dünya bu eserleri okuyacak ve istifade edecektir.” İnşallah o günler uzak değildir. Risale-i Nurların 50 nin üzerinde dile çevrilmesi üstadın bu konudaki ümidinde ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Ayrıca bu iki misalden hakiki imanı elde eden adamın imandan gelen o ümitle kainata meydan okuyabileceği hakikatini de görebilmek mümkündür.

Ümit ile dua arasında da yakın bir ilişki vardır. Risale-i Nurlarda dua bir sırrı azîmi ubudiyet ve ubudiyetin ruhu diye tabir edilir. Başka bir yerde insanın bu dünyaya ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için geldiği yazar. Bu kadar önemli bir yeri olan duanın hakikatine baktığımızda ise şöyle bir durum karşımıza çıkar. “Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Yani insan tüm ihtiyaçlarına karşı olan ümidini Cenabı Allah'a olan duası vasıtasıyla sürdürür. Bu dua kimi zaman fiili dua, kimi zaman kavli dua şeklinde olur. Kulun Cenabı Allahla arasında dua gibi bir iletişim aracı olmasa belki dünyevi hadiselerin ağırlığı altında tamamen ümitsizliğe düşerdik.

Tabi kainatta her bir şeyde hissedilen bir denge olduğu gibi, ümit konusunda da bir denge olmalıdır. Buna havf ve reca dengesi de diyebiliriz. Bir örnekle değinecek olursak; bir tüccar düşünelim. Sahip olduğu işletmeyi büyütmek adına büyük adımlar atıp büyük yatırımlar yaparken, bir yandan da bu yatırımların boşa gidip iflas etme korkusunu yaşar. Hatta derler ya ticarette risk almayan büyüyemez. Aynen öyle de batıp iflas etme tehlikesi o tüccarın işine daha sıkı sarılıp daha dikkatli olmasını sağlarken, yapmış olduğu yatırımlar da ona işletmesini büyütme ümidi ve daha fazla yatırım yapma imkanı sağlar.

Allah'ın rahmetine ümit bağlayıp gazabından ise havf duymak da böyledir. Bu iki nokta Cemal ve Celal isimlerinin tecellileri olup insanı uçlardan uzaklaştırır. Doğru kullanıldığında insanın maddi ve manevi terakkisine vesiledir. Aksi takdirde, manevi anlamda sadece ümitle hareket eden işlediği günahlar için zaten Allah Gafurdur Rahimdir der, günahların ağırlığından kurtulduğunu zanneder. Öte yandan sadece havf ile hareket eden de amelinin bir hiç olduğunu düşünüp, kendini devamlı günahkar addeder, ümitsizliğe düşer. İkisi doğru değildir. Nitekim Kuran'ı Kerimde de kimi ayetler kulu cennetle ümitlendirirken, kimi ayetlerse cehennemle korkutur. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam da bir Hadis i şerifte şöyle buyurur ki: "Havf ve reca arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur." Bu konuyla ilgili Hz. Ömerin bir sözüne değinmekte fayda var. Şöyle diyor Hz. Ömer: Denilse ki tek kişi cennet'e girecek; ben olduğumu ümit ederim. Denilse ki tek kişi cehenneme girecek; o kişinin ben olmasından korkarım"
 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.