Ücret, asgari ücret, işsizlik nafakası

Ekonomik hayatın ve insan fıtratının zorunlu bir eseri, kiralamadır. Her bir insan sayısız ihtiyaçları olmasına rağmen, cüz’î kuvvet ve yeteneği ile sınırlı sayıda şeyler üretebilmekte ve ürettiği şey konusundaki kendi ihtiyacını kendisi karşılayabilmekte… Bu açıdan ihtiyaçlarının tamamını karşılamak için ister istemez diğer insanların yardımına, çalışmasına ve üretimine muhtaçtır. Diğer insanlardan temin edeceği fiziksel veya düşünce noktasındaki çalışma ve üretim karşısında bir bedel ödemek zorundadır. İşte bu ödeneğin ismi, “ücret” tir. Yani emek kiralama bedeli…

Bir üretim faaliyetinde herhangi bir kişi ya bizzat kendi işine sahiptir ve kendi işinde çalışır. Bu şekilde maişetini temin eder. Bu iş ve çalışan ilişkisine “mâlikiyet” (iş sahipliği) diyoruz. Veyahut kişi, başka birisi ile iş birliği ve ortaklık kurar, beraber çalışır ve üretirler. Bunun sonucunda ortak bir kazanç elde edip kârı taksim ederek geçimini sağlar. Bu durum da ya emek-sermaye veya sermaye-sermaye ortaklığı şeklinde olabilir. Sermayesi olmayan, emeğiyle ortaklık kurabilir. İslam bu ortaklıklara sırasıyla “müşâreke” ve “mudârebe” der. Veyahut kişi, bir sermayedârın şirketinde belirli bir meblağ karşılığı çalışır ve geçimini sağlar. Bu durumda kişi, gününün belirli saatlerini sermayedar kişiye kiralar; sermayedar kişi o şahsın bedenî gücü ve zihnî yeteneklerinden istifade eder. Buna “ecîr” (kiralık işçi) uygulaması diyoruz. Son şık ise, sermayedar kişinin o şahsın bütün ömrü boyunca sergileyeceği emeği satın alması, onun güç ve düşüncesinden dilediği şekilde istifade etmesidir. Buna ekonomik manada memlukiyet (kölelik) diyoruz. Ki ömür boyunca ödenemeyecek bir borç boyunduruğu altına girip borcunun rehini olmak veya savaşta esir edilip öldürülmektense köle olarak yaşamayı tercih etmek gibi sebeplere dayanıyor. Dünya tarihine baktığımızda bütün ekonomilerin bu 4 sınıf kişinin emeğine dayandığını görürüz. Her ne kadar şu an Uluslararası Hukuk Sözleşmeleri’ne göre kölelik yasak olsa da hakikatte kölelik devam etmektedir. Çünkü bir ekonomide aşırı borçlanma olduğu ve dünyada savaşlar devam ettiği sürece ekonomik boyunduruk ve kölelik kendini alakülli hal gösterir ve devam eder.

Bu zaruri ekonomik dağılım ve şema, ücretin olmadığı bir ekonominin imkânsız olduğunu gösterir. Ücretin belirlenmesinde ekonomi tarihi gösteriyor ki istisnai haller haricinde fıtrattaki arz ve talep yasası belirleyici olmuştur. Çünkü emeğin arzı, nüfusun çoğalmasına tâbidir. Nüfusun çoğaldığı herhangi bir yerde emek arzı artacağından ve emek talebi ise belirli bir derecede olduğundan ücretler ister istemez düşme eğilimine girmektedir. Ricardo’nun yerinde tespitiyle ücretler azalınca evlilikler zorlaşmakta, dolayısıyla doğumlar ve nüfus azalmakta, bu durum da emek arzını azalmakta ve o da doğal talep seviyesi aynı kaldığı için emeğin hak ettiği ücret miktarını yükseltmekte ve denge noktasına getirmektedir. Bu manada ücret, arz ve talep kanunlarının 2 görünmez eli arasında alçalıp yükselmektedir.

Avrupa kıtasının darlığına rağmen kalabalık nüfusu, ücretleri düşürüp liberalist ve kapitalistlerin elinde işçiler çok sıkıntılar çekerken Osmanlı ülkesinde işçiler refah içinde yaşamışlardır. Bunun sebebi Osmanlı topraklarının genişliğine rağmen nüfusun azlığı ve yeterince işgücünün olmamasıdır. İşgücü azlığı, emek talebinin fıtrî seviyesinden dolayı Osmanlı işçi ücretlerini 20. yüzyılın başına kadar daima yüksekte tutmuştur. Ahmet Tabakoğlu Hocamızın vurguladığı üzere Osmanlı’da sanayi devriminin olmamasının en mühim bir sebebi, işçilerin azlığı ve ücretlerin yüksekliğidir. Batı’da olmasının sebebi ise, işçilerin ve nüfusun çokluğu, ücretlerin düşüklüğüdür. Batı Medeniyeti’nin şu anki müreffeh hali arkasında önceki asırların kadın ve çocuk işçilerinin günde 16-17 saatlik emekleri bulunuyor. Osmanlı piyasası, işçi ücretlerinin yüksekliğinden dolayı köle emeğine başvurmak zorunda kalmıştır. Bursa merkezli olmak üzere Osmanlı’da köle piyasası aktif olarak işlemiştir. Fakat köleler tedbir ve mükâtebe[1] esası üzerine çalıştırılarak zamanla hürriyetlerine kavuşturulmuştur.

Hür ve köle işçilerin emek arzının ve talebinin dalgalandırdığı ücret miktarının belirlenmesinin dayandığı temellere indiğimizde görürüz ki, Adam Smith, ücret-fiyat bağlantısına girerek bir malın fiyatını 4 unsurun belirlediği tespitini yapar: Müteşebbisin kârı, toprağın rantı (kira), sermayedârın faizi, işinin ücreti… Bu tanım müteşebbis ile sermayedar ayrı kişiler olduğunda geçerlidir. İslam ekonomisi sermayenin fâizini reddeder fakat diğer 3 unsuru kabul eder. İslam ekonomisi, sermaye sahibini kâra ortak diğer bir müteşebbis olarak görür. Kârdan sermaye sahibine ayrı bir hisse ayırır.

Ricardo ise, işçi ücretlerine dair temelden bir tanım getirir ve der: “ İşçinin ücretinin de bir maliyeti vardır. Bu maliyet, işçinin beden ve zihin gücünü sürekli sergilemesini sağlayacak şahsî ve ailevi temel ihtiyaçlarının, belirli derecede hayattan keyif almasını sağlayacak unsurların toplam değeridir.[2] Bu açıdan her işçi, emek piyasasında ücretinin maliyetine göre çalışmak ister. İş sahibi ise, kendi kârını a’zami derece yüksek yapmak ister. Bu noktada işçi ücreti, arz ve talebe göre şekil alır.

İşçinin ücret seviyesini işçi lehine, işverenin gözünde belirleyecek 2 unsur var: Emeğin ortaya koyacağı ürün ve bu ürünün piyasadaki rayiç değeri… Ürünün kalitesini, emek; emeğin kalitesini ise, işçinin aldığı eğitim; eğitimin köklülüğünü ise, işçinin doğuştan gelen yetenekleri belirler. Sıradan bir işçi, beden kuvvetine dayalı, bilgi ve hüner yoğunluğu hafif işler sergileyebilir. Bu tarz işçilere ekonomik manada “amele” deniliyor. İnşaatta tuğla taşıyan veya maden ocağında taşkıran işçiler gibi… Fakat alacağı eğitim yoğunluğuna göre kişi, bilginin hâkimiyetini hissettirdiği ve ellerinin bir fabrika gibi işlediği fiiller sergilemeye başlar. Bu tarz eğitimli işçilere üretim biliminde “zenaatkâr” deniliyor. Demircilik, halıcılık, marangozluk ve çinicilik gibi… Zenaat sahasında işçinin emek kalitesinin seviyesi, bilgi ve tecrübesine göre çıraklık, kalfalık, ustalık ve ustabaşılık şeklinde görünür. Bu seviyelere göre, ücret de yükselir. İşçinin sergileyeceği emek, eğer potansiyel yeteneklerine dayanan bir sahada, irade ve estetik zevk merkezli olarak hassas ve derin bir bilgi eşliğinde itina ile sergilenecek hale gelebilir. Bu tarz fiil sergileyen işçilere “sanatkâr” adı veriliyor. Ressam, heykeltıraş, şair ve müzisyenler gibi… Sanat sahasında da kişinin yeteneğine göre sergileyeceği eserler “şaheser” boyutuna kadar yükselebilir. Bir sanat eseri antikalığı, orijinalitesi ve güzelliğine göre 5 kuruşluk hammaddede milyonlar lira ile ölçülebilecek bir kazancı kişiye getirebilir. Hammaddesi 50 lira bile etmeyen Pablo Picasso’nun “Ağlayan Kadın” ve Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi” tabloları gibi…

İşçi sayısının artışı, ücretlerin düşüşü İlâhî ve fıtrî bir sevktir ki işçi, alacağı eğitimle emeğinin kalitesini yükseltsin. Sanayi İnkılabı’nın temelinde bu sevke tabi oluş yatıyor. Bu gidişatı sağlıklı okuyan ve yaptığı mevcut iş piyasada tutulmayan birçok kişi farklı sahalar arayıp o sahada eğitim alarak ve elindeki imkânlarla teşebbüs yaparak kendisi ve piyasa açısından bâkir bir saha temin etmiştir. Bu konuda en çarpıcı örneklerden birisi hünnap meyvesi yetiştiren Ahmet Karan’dır. Emek dönüşüm hikâyesi şöyle:

“Amasya-Suluova yolu üzerindeki ‘Yeşil Vadi’ adlı çiftliğinin bulunduğu mevkide uzun yıllardır başta elma olmak üzere çeşitli meyvelerden yetiştiren Boğaziçi Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu Ahmet Karan, istediği geliri bir türlü elde edemez. Meyvecilikten ümidini kestiği sırada rüyasındaki ‘ Daha ne duruyorsun, hünnap dik ’ sesiyle irkilmesi sonrası bu meyveyi yetiştirmek için araştırmalar yapıp harekete geçtiğini anımsatan Karan, “130 dekar bir alanda yaklaşık 13 bin hünnap ağacı yetiştirdik. Her sene 2 bin, 2 bin 500 civarında bir dikim yaptık. Bugün gerçekten Türkiye’nin en ciddi hünnap bahçesini Amasya’ya kazandırdık” diyor.”[3] Ekonomik manada dersek, emek bir akarsu gibidir. Tıkandığı durumda, yeni ve farklı kanallarla ona yol yaparak kazanç kaynağı kılınabilir.

Ücretlerin belirlenmesi konusu hakkında İktisat tarihine baktığımızda görüyoruz ki,  Liberalizmi kabul eden dünya, devlet müdahalesini reddederek, arz ve talep kanunlarının doğal akışına işi bırakmıştır. Kapitalistler, devletin belirli derecede müdahale etmesini, işçilerin insanca yaşamaları açısından an azından Asgari Ücret şeklinde bir taban fiyat belirlenmesi gerektiğini belirtirler. Sosyalist ekonomiler ise, ücreti arz ve talep sisteminden kopartıp doğrudan devletin belirlemesine bırakır. Komünist Rusya, işçi ücretlerini, devlete emeğiyle verdiği ürüne göre derecelendirir. Kapitalist dünyanın da, işçi emeğinin prodüktivitesine göre emeği değerlendirmesi kriteri gösterir ki, emeğin hak ettiği ücret, ürettiği ürüne göre belirlenmelidir. Bu, bir kanundur. İşçinin ürettiği ürünün değeri ise, o ürünün piyasadaki rayiç değeridir.

Bu noktada Said Nursi sosyal hayatı bir çarşıya benzetir. “Her asırda sosyal hayat çarşısında farklı bir mala revaç uyanır, rağbetler o mala teveccüh eder. Dolayısıyla o mala dair talep ve malın kıymeti gözlerde yükselir” der.[4] Nursî’nin gösterdiği pencereden bakılırsa yaşadığı asrın ihtiyaçlarını, piyasasının taleplerini iyi etüd ve analiz eden, zihnî ve bedenî gücünü bu noktaya göre eğiten ve yönlendiren bir kişi daima kazançlı olacaktır.

İktisat dünyasının işçi haklarına dair Asgari Ücret’te karar kılması temelde liberalizmin getirdiği zorlu iş şartları ve işçi emeğinin ideal haddinden aşağılara düşmesine dayanıyor. İşçilerin haklarının muhafazası konusu bir sarkaç gibi kapitalizme, kapitalizmden sosyalizme doğru hareket etti. Fakat sosyalist dünya, işçi emeğinin karşılığını, en doğal hakkı olan özel mülkiyetten koparttı. Sosyalizmden doğan Komünizm ise, devlet için çalışan işçinin ücretini harcama konusunda da sınırlamalar getirmekle işçileri, işçilerin haklarını savunmak için kurulan bir siyasi rejimin mutlak baskısı altına aldı. Sosyalizmi kabul etmeyen siyasi akımlar ve idareler ise, sosyal devlet modeliyle kapitalizmin belirlediği Asgari Ücret standardını işçi lehine yükseltecek şekilde sosyal yardımlar ve destekler belirlemek zorunda kaldı. Bu şekilde İslami çizgiye yaklaştı.

İşçilerin yaşadığı yoksulluğu, zorlu iş ve hayat şartlarını anlatan şu pasaj İslam ekonomisindeki zekât müessesesinin, İslami bir fazilet ve insani bir duyarlılık göstergesi olan sadaka, infak, hibe ve yardımların ne kadar yerinde olduğunu etkileyici bir şekilde gösterir:

Oğlumu 7 yaşından beri kar-tipi altında işyerine sırtımda taşıtarak götürüp getirdim. Kendisini günden 16 saat çalıştırırlardı. Makinenin yanında dikilip dururken, yanına çömelip karnını doyururdum; çünkü ne makineyi durdurmasına, ne de yanından ayrılmasına izin verirlerdi.[5]

İşçi emeğinin bütün ekonominin temeli sayıldığı, kişiye dünya ve Âhirette ancak sa’yinin karşılığından başkasının verilmeyeceği, fakat emeğinin karşılığını bir süre sonra da olsa kesinlikle bulacağı vurgulanan İslamiyet, işçi haklarını tamamen koruma altına alır. Öncelikle Hz. Peygamber (ASM) bir işe başlama faslına dair şu kuralı koyar: Kim bir işçi çalıştırırsa ona ücretini bildirsin.[6] İslam fıkhı diliyle dersek: İşçi ücretine dair işverenin beyanı, îcab (teklif); işçinin ikrarı ise, kabuldür. İş akdinde işçi, “ecîr” (ücretle çalışan); işveren ise, “müstecir” (kiralayan) ünvanını alır. Bu manada hadisle getirilen ücretin belirliliği esası İslam ekonomi doktrininde titizlikle takip edilmiştir. İşin bitiş faslı hakkında ise Hz. Peygamber: “İşçiye ücretini alnının teri kurumadan veriniz[7] buyurmuştur. İşverence yapılacak herhangi bir haksızlık ihtimaline karşı da Hz. Peygamber (ASM), işçiyi çalıştırıp da ücretini ödemeyen kimselerin kıyamet gününde karşılarında Allah’ı ve başka bir hadiste ise kendisini bulacaklarını haber vermiştir.[8]

İş süreci hakkında işçiye düşen vazifeyi ifade sadedinde: “Muhakkak ki Allah Teâlâ sizden birinizin yaptığı işi sağlam yapmasından hoşnut olur”[9] der. Fakat işverenin, yapılacak sabit bir iş konusunda işi ehil olana vermesi, işin sağlam yapılmasını ve beklentilerin tam karşılanmasını sağlar. Çalıştırılacak iş, sosyal ve kamu hukuku ile ilgili ise, liyakat ve ehliyet bu manada çok önem kazanır. İşin sağlam yapılması sadece işçiyi değil, bu manada işvereni de bağlayıcı bir husus ve sorumluluktur. Bu hassas konuya dair Hz. Peygamber (ASM) “Daha ehil ve liyakatlisi varken yakınlık sebebiyle bir başkasını tercih ve istihdam eden kimse Allah’a, Resulüne ve bütün Müslümanlara karşı hainlik etmiş olur” demiştir.[10] Bireysel manada bakılırsa, işi ehline vermemek ve ucuza mal etmeye çalışacağım diye liyakatsiz birine vermek kaynaklarının israfına, vakit sermayesinin zayiatına sebep olur. Bindiği dalı kesmeye benzer…

Ayrıca iş süresince işçi ve işveren ilişkisine dair olması gereken usulü Hz. Peygamber (ASM) şöyle ifade eder: İşçi kardeşleriniz sizin işlerinizi yapan kimselerdir. Allah onları ellerinizin altına verdi; dileseydi sizi onların eli altına sokabilirdi. Öyleyse, yanınızda işçi çalıştırıyorsanız, yediğinizden onlara da yedirin, giydiğinden giydirin. Onlara güçlerini aşan bir iş teklif etmeyin; eğer zor bir işi yapmalarını isterseniz, siz de onlara yardım edin![11]

Kur’an ücretle işçi istihdamı ve istihdam esaslarına yönelik düsturları Peygamber kıssalarında şöyle işler: Hz. Şuayb (AS), hizmetlerini gördürmek için “güvenilir ve emin” birisi olarak Hz. Musa’yı görür ve bir ücret mukabilinde 10 yıl onu istihdam eder.[12] Hz. Yusuf (AS) kendisini Kral’a takdim edip Azizlik görevini talep ederken şahsını “kaynakları koruyucu ve alîm” olarak nitelendirir.[13] Bu ifadeler işçi çalıştırmada 4 temel kriterin olduğunu vurgular: Kuvvet, güvenilirlik, hıfz ve ilim… Bu 4 özellik, liyakat ve ehliyetin temelleridir. İlim ve kuvvet, ehliyeti; hıfz ve güvenilirlik ise, liyakati gösterir. Ehliyet, kişide yapacağı işe karşı yabanilik olup olmadığını, işi ve gereklerini bilip bilmediğini ve iş konusunda meleke sahibi olup olmadığını gösterir. Ki meleke, işi yapma konusunda güçlü olmaktır. Liyakat ise, işe ehil kişinin işin hakkını verip vermeyeceğini, bulunduğu konumu nefsi ve bencilliğine alet ederek hıyanet edip etmeyeceğini ifade eder. Bu açıdan hıfz ve güvenilirlik, liyakatin ana özellikleridir.

Hz. Peygamber (ASM), işçi olmaktansa iş sahibi (mâlik) olmayı İslam ekonomisi açısından ideal seviye görür. İşsizlik nafakası ve maaşı mahiyetinde, iş arama safhasındaki birine, gelir elde edene kadar devlet himayesine hak sahibi olduğunu şu vakadaki uygulaması ile gösterir:

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'de ashabı ile birlikte otururken genç yaşta dilenen bir fakir çıkagelir. Fakir, kendisinin ve âilesinin aç olduğunu söyler ve yardım ister. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından genç adamın evine gönderilen Hazreti Ali (RA), adamın evinde çocuklar üzerine örtülmüş bir kilim ve bir tencereden başka bir şey olmadığını görür. Bunun üzerine, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ali'ye (KV) o kilim ve tencereyi pazarda satarak parasıyla ip almasını emreder. Hazreti Ali söyleneni yapar. Peygamber Efendimiz ipi fakir adama uzatarak,”Bunu al, dağlara git, odun toplayıp satarak para kazanmaya çalış. Kırk gün evine hiç uğrama. Bu süre zarfında evin bütün ihtiyaçlarını biz göreceğiz! buyurur. Adam kırk gün sonra kazandığı paralarla Rasûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelir. Allah Rasûlü, ona Medine'de bir ticârethâne açtırır ve adam böylece geçimini sağlamaya başlar. Bu hadise üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “... Sizden birinizin urganını omuzuna alarak dağdan odun toplaması, sonra da onu sırtlanarak pazara götürüp satmak suretiyle geçinmesi, herhangi bir kimseye gidip de ondan bir şey istemesinden daha hayırlıdır.”[14]

Hz. Peygamber (ASM) emek kalitesinin sağlanması ve İslam ümmetinin amelelikten, zenaatkâr ve sanatkâr olmaya doğru ilerlemesini sağlamak için bir strateji takip etmiştir. Mesela Hayber kuşatmasında esir edilen 30 demirci ustasını, Müslümanlara demircilik öğretmeleri şartıyla serbest bırakmıştır.[15] Hayber, Fedek, Vâdi’l-Kura gibi yerlerin fethi ve Yahudilerin o toprakları terk etmesi üzerine yeterince ziraattan anlamayan sahabelerini, Yahudilerin teklifi üzerine Yahudileri yarıcı yaparak zirai eğitime almıştır.[16]

Osmanlı toplumunda da kalifiye işçi ihtiyacı devamlı olmuştur. Ordunun Türklerden oluşması, Hıristiyan halkın orduya alınmaması, zenaat ve sanatın onların elinde olmasına yol açmıştır. 1492’de İspanya’dan Osmanlı’ya getirilen 1500 Yahudi sanatkâr, Osmanlı ekonomisine kalifiye eleman konusunda taze kan olmuş fakat İspanya ekonomisi alt üst olmuştur. İspanyolların, sömürge faaliyetlerine başlamalarının arka planında bu ekonomik kriz vardır. Yavuz Sultan Selim’in Tebriz ve Kahire’den 1500 tüccar ve sanatkârı İstanbul’da iskan etmesinin arkasında da aynı ihtiyaç kendini gösterir.[17]

Emek kalitesinin artırılmasına yönelik en üst seviye tavsiyeyi Hz. Peygamber (ASM) İstanbul’un fethi ile ilgili hadisle vermiştir: “And olsun ki, Kostantiniyye fethedilecektir. Onu fetheden emîr ne güzel emîr, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.”[18] Bu hadise dikkat edilirse, bir terazinin iki kefesi gibi ordunun komutanı bir övgü kefesine, ordu ise diğer övgü kefesine konulmuştur. Bunun sırrı ise, Sultan II. Mehmed’in asırlardır orduların aşamadığı surları deldirecek Şâhî Topları’nın çizimlerini bizzat kendisinin yapacak derecede fen ve sanata aşinalığı olmasıdır. Ki toplar bu balistik özel hesaplara dayalı çizimlere göre döktürülmüştür. Üç ayda dökülen bu toplar hakkında tarihçi Françes şu bilgileri verir:

Uzunluğu 5,5 metre,  dış çevresi 2 metre 74 cm (9 kadem),  yarı çapı 92 cm (kutru 3 kadem)  ağırlığı 18 ton kadardır.  Top 544 kg (1200 libre) bazılarına göre de 680 kg (1500 libre)  gülleler atıyor, bu gülleler 1,883 km (1 mil) mesafeye kadar giderek 1 metre 83 cm (6 kadem)  derinliğinde toprağa gömülüyordu.  Topun sesi 24 km (13 mil) mesafeden duyulmaktaydı.[19] Şâhî topları fetih için yeterli gelmediği durumda ise şehrin fethi için zincirlerle girişi kapatılan Haliç’e gemilerin karadan indirilmesi ise, savaş teknolojisi açısından emsalsiz bir keşif ve uygulamadır.

Demek emeğe, yeteneklerin ruhu üflendiğinde, o emek her sahada şaheserler ortaya koyabiliyor. Her insan, yeteneğinin ruhuyla girdiği sahanın bir Fâtihi olmaya adaydır.

[1] Tedbir, kölenin, sahibinin ölümü ile özgürlüğüne kavuşturulması esası; mükatebe ise, kölenin efendisi ile belirli bedel karşılığı anlaşarak o bedeli getirdiğinde özgürlüğüne kavuşması uygulamasıdır. Kölelerin ticari hayatta Cahiliye döneminde ne kadar hayati konumda olduğunu ve hür kişilerin onlara muhtaçlık derecesini şu âyetler bildirir: “ Biz insana iki göz vermedik mi?  Bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu gösterdik. Fakat o, o sarp yokuşa göğüs veremedi. Bildin mi sen, o sarp yokuş nedir? Köle azat etmek ” ( Beled suresi, 8-13 )

[2] Prof. Dr. Erdal ZEYTİNOĞLU, Ekonomik Sistemler, s.122.

[3] https://www.haberturk.com/super-ruya-ruyasindaki-meyvenin-agacindan-13-bin-tane-dikti-2172148-ekonomi

[4] Sözler, 27. Söz, 3. Mâni.

[5] 1863 yılı Çocuklara İşverme Komisyon Raporu.

[6] Beyhakī, IV, 120

[7] Heysemî, IV, 97

[8] Buhârî, “İcâre”, 10

[9] Süyûtî, I, 354.

[10] İbn Hacer, II, 233.

[11] Müslim, İmân, 38, 40

[12] Kasas suresi, 26.

[13] Yusuf suresi, 55.

[14] Buhârî, Buyû, 15.

[15] Prof. Dr. Cengiz Kallek, Asr-ı Saadet’te Piyasa, s.141.

[16] Prof. Dr. Cengiz Kallek, Asr-ı Saadet’te Piyasa, s.135-136.

[17] Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s. 298.

[18] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe II, Bişr el-Ğanevi maddesi.

[19] http://tarihvemedeniyet.org/2009/08/fatihin-sahi-toplari.html

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum