Üç Şehit Cennet Çiçeği: Bayram Yüksel, Ali Uçar, Mehmet Çiçek

19 Kasım 1997 tarihinde Nur Hizmeti yolunda şehit düşen Bayram Yüksel, Ali Uçar ve Mehmet Çiçek ağabeylerin ruhlarına binler Fatiha...

O gün içimden bir kuş havalandı. Rengini, sesini, suretini, siretini şimdi tam hatırlayamıyorum. Bildiğim bir şey var ki, sürekli değişim içindeydi. Rengi bir sarı oluyordu, bir siyah. Sesi bir tiz oluyordu, bir davudi. Sureti bir Yusuf oluyordu, bir Firavun...Kah bir hüdhüd oluyordu, kah bir ebabil... Bir bin oluyordu, ama o “bir” bir türlü bir “ben” olamıyordu.

Kuş bin bir renk, ses ve surette kanat çırptı. Kanat çırptıkça kanatlarına seni anlatan renkler işledim. Gökkuşağı hokka, dilim divit oldu. Göğün atlas kumaşına seni çizdim. Bütün renklerini...

Kuş ses verdikçe, diline seni hatırlatan sesler ekledim. Bütün seslerini...

Kuş gün yüzüne çıktıkça, senden bir imgedir diye hayalinden suretler devşirdim. Bütün suretlerini...

Renkler, sesler, suretler birbirine karıştı ve kainat yaratıldı. Kainat... Yani ben. Yani aşk. Yani aşk gibi binlerce hissime türbedarlık eden sen. Senin varlığın... 

Senin  rengini ve ışığını renginde, sesinde ve suretinde taşıyan eşyanın üzerinde kanat çırptım bir zaman. Kanat sayısı arttıkça, siya siya kürek atıp, bir mehter bölüğü gibi, iki ileri bir geri gidip geldim. Bir aktım, bir kara. Bir aktım, bir uçtum. Bir uçtum, bir uçarı. Bir aktım, bir aktım...

“Aktım” diyorum. Çünkü  hayatım bir su damlasıyla yeryüzüne inmişti. Ben o su damlasını ateşin bahçesi güneşlerde buharlaştırıp, bir göçmen kuş gibi varlığımı asıl ülkesine uçurmalıydım.

Sungur abi “Güzel ruhlar cennette kuşların kanatlarında gezer.” derdi. Ben cismimi, nefsimi ve ruhumu, kısacası bütün varlığımı uçurmak istiyordum cennet kuşlarının kanatlarında.

Bir su damlası gibi yoğun olan ruhumu buharlaştırmak, o buharlardan bir deniz yapmak, oradan denizin göklerinde derin, sonsuz bir yolculuğa çıkmak istiyordum.

Bir kuş oluyor, uçuyor, uçuyordum. Kendimde seni arıyordum. Sende kendimi. Bana beni ve seni anlatan taraflarına ve taraflarıma uçuyordum, uçuyordum.

O gün de öyle oldu. Cennet kuşları gibi göklerde uçtum, uçtum. Bir gök mağarasına girdim. Bir kanadımda mum, diğerinde bir harita vardı.

Yolculuğa çıkmak beni hep korkuturdu. Ya yol bitiverirse… Ya yolumu kaybedersem… Yol bitince yolcu ne yaparsa ben de öyle yapacaktım. Geldiğim yoldan geri dönecektim. Zira yol bitse de yolculuk bitmemeli.

Şimdi yolumu kaybetmekten korkuyordum. Bu yüzden ardımda derin ayak izleri bıraktım. Duvarlara ancak benim çözebileceğim sırlı işaretler yaptım.

Bir kanadımda harita, diğer kanadımda bir mum, gök mağarası olan içimde uçtum. Islak ve soğuk dehlizlere girdim. Bir menzil bulurum diye menfezlerden çıktım.

Sarkıt ve dikitlerde yağmur kamaşıyordu. Her taraf birer altın saraç. Ben bir altın sarrafı. Ben ruh ve nefs karışımı sapsarı bir kuştum.

Ben bir kuş. Altın sarısı. –Ah,  annem benim sarı saçlarımı öper, öper, “Altınbaş Paşam”, diye diye severdi beni.- Masallardaki gibi üç dağı, yedi ırmağı, kırk mağarayı geçtim. Az sonra ucu bucağı görünmeyen bir mabede vardım. Duvarlarda kuş dilinde nakış nakış yazılar vardı.

Ah, şimdi bir cin olaydım, Süleyman’ın zamanına varaydım.Ah şimdi bir Süleyman olaydım. Ah orada Belkıs’ı bulaydım. En azından bir hüdhüd olaydım da şu yazıları okuyabileydim. -O zaman fark ettim Attar’ın Mantık Al-Tayr’ını yanıma almadığımı.-

Harabeye dönmüş mabedin burçlarında buraları yeni terk etmiş kuşların sapsarı, sımsıcak yumurtalarını gördüm. Ah, benim gerçeğim hangi kuşun yumurtasında saklıydı. Ah ben hangi kuşun yumurtasıydım. -Attar olaydı yanımda, bu kuşların hangi kuşlar olduğunu yumurtalarından hemencecik anlardı. Üstelik benim gerçeğimin hangi yumurtada saklı olduğunu, benim de hangi kuşun yumurtası olduğumu söylerdi. Neyse...-

Bunları düşünürken çinilerle süslenmiş, oymacılık ve kakmacılık sanatlarının izleri bulunan kalem şeklinde yapılara girdim.

Bunlar hem bir kalem, hem de bir kale idi.

Bunlar kalemden kalelerdi.

Bunlar gökyüzünün atlastan defterini sivri uçlarıyla kalem kalem işleyen kalelerdi.

Bunlar ancak kadim medeniyetlerin açıklayabileceği ve ancak onların inşa edebileceği burçlardı.

Bunlar bir inşa, bir  ifşa idi.

Bunlar içimdeki sesleri bir bulut gibi dalgalandıran rüzgar gülleriydi.

Bunlar kuş seslerinin çalkalandığı koridorlardı.

Bunlar insana insanın içindeki ilahi boyutu hatırlatan sayfalardı.

Biliyordum, insanın içinde İlahın ilahi bir boyutu vardı. O beni Kendi suretinde yaratmıştı. Ben Kendi suretinde inşa ettiği bir binaydım. Bir minareydim. O gün bu minarenin üstüne kalbimden gümüşi bir kubbe ekledim. Sesime ses vermesini bekledim.

Sesime ses verilmişti sanki. Bir kuş gibi cıvıl cıvıl, bir çocuk gibi kımıl kımıldım. Kah deliler gibi koşmaya, kah veliler gibi uçmaya devam ettim. Doksan dokuz kubbe ve binden fazla kubbemsi pencerenin önünden geçip, bir mabedin çatısına kondum.

Bir anda kendimi hayal kadar geniş bir sidrede, sonsuzlukta buldum. Bir sidre ağacı kütüğü çıktı karşıma. Kütüğün üzerinde bir çoban oturuyordu. Omzunda büyükçe bir kuş vardı. Bu adam sanki bir kuş çobanıydı. Kepeneğinin eteklerinde kuş suretinde bir çok garip varlık vardı. Sanki etrafında in-cin top oynuyordu. Allah’ım bu Süleyman olmalıydı. Ya omzundaki kuş? Belkıs mıydı?

Neden sonra asasıyla bana işaret etti. Biraz tedirgin; yanına vardım. Kütüğün önünde küçük bir rahle, onun da üzerinde kırmızı kaplı bir kitap olduğunu o zaman fark ettim. Kitabın cildi dağılmak üzereydi. Kitabı bana uzattı.

Bir sırrı keşfetme arzusuyla çalkalandım. Kitabı yavaşça elime aldım. Kitabı elime alışım, açışım, sayfalarını çevirişim, üzerindeki yazıları okumaya çalışmam bir ayin havasında gerçekleşiyordu.

Oysa kitap bedenim gibi dağılmaktaydı ve benden istenen kitabın hakikatine nüfuz etmekti. Esrarengiz harflerle, haritaya benzeyen şekillerle dolu bu kitabı okumakta hayli zorlandım. Bunu fark edince kitabı elimden aldı. Sayfayı açtı:

‘İşte sen buradasın.’, dedi. ‘O da burada.’

Benden önce buraya gelip, daha sonra, tahmin edemediğim nedenlerden dolayı, hayal edemediğim bir yere doğru gittiğini düşündüğüm biri olabileceğini umarak sordum:

'O ?’

‘O senin bir yanın. Bir sır... Bir nur....’

Sır? Nur?

Sırda ve nurda mı arayacaktım bir yanımı? Yoksa bu sırda bir nur mu arayacaktım?

Oturduğu kütükten biraz uzaklaşmak istedi. Kütük deve gibi enin edince, etrafımıza yeni yeni konan kuşlar ürküp, havalandı. Bir ayini bölmüş olmanın, bir zikir halkasından çıkmış olmanın mahcubiyetiyle tekrar yerine oturdu. Kuşlar da tekrar kuzular gibi etrafında yayılmaya başladı. Omzundaki kuş uslu uslu duruyordu. Kuşa baktı ve değneği ile beni gösterdi:

‘Bu senin yıldızın.’

Ansızın kuş bana doğru koşmaya başladı. Bir kurşun gibi göğsüme saplandı. Ah benim gök göğsüm. Bir kuş oldu canım, bedenimden uçup gitti sanki. Ben bende yok oldum. Ben kendimi kendimde yitirdim. Bir başka bedende yaşadığımı hissettim.

Göçmen bir kuş gibi çıktım mabetten. Seferden yeni dönen kuşlar, benim bu ani hareketimle hepten havalandılar. İçimde binlerce kanat sesi, göğsümden göğe doğru uçtum.

Bu uçuş ve hız kitaplarda anlatılan kıyamet menkıbelerine ne kadar da benziyordu. Kitaplar öyle diyordu. Ülker yıldızı saniyede bilmem kaç kilometre hızla dünyamıza doğru yaklaşmaktadır. İki bin yüz yirmi üç-yirmi dört yıllarında dünyaya çarparak, dünyayı infilak ettirecektir.

Ben de yörüngesinden kopmuş bir yıldız misali bir başka dünyaya doğru uçmaktaydım. Ruh kadar suskun, kuş kadar hızlı.‘Bu senin yıldızın’ dediği kuşun içimdeydim. Bir kuşu içimde taşıyordum. Belki de bir kuş beni taşıyordu.

Bir savaş meydanındaydım sanki. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki. Her şey o kadar hareketliydi ki. Sanki iki kurşun havada çarpışmış, bir başka şey olmuştu. Şimdi iki kuş içimde çarpışmış, yepyeni bir ruh içimde yeşermişti.

Yeşermiş miydi gerçekten? Şüphem vardı. “Bu senin yıldızın” dediğini hatırladım. Ne kadar da sevindim. Zira nefesim tıkanmaya, göğsüm daralmaya başlamıştı. Menzilimi kaybetmekten korkuyordum.

Madem ki kuşlar yıldızlar vasıtasıyla yollarını bulurlar. O halde yolu kaybetmekten korkmama gerek yoktu. Çünkü ben iki kuşu yedeğimde yıldız misali taşıyordum.

Uçtukça yolumu bulurdum; buldum.

Uçtukça yeşerirdim; yeşerdim.

Dal budak salardım; saldım.

Bir yanım Süleyman oldu, bir yanım Belkıs.

Bir kanadım Alice, diğer kanadım Küçük Prens.

Bir tüyüm martı Jonathan, diğer tüyüm Yusufçuk kuşu.

Huyum, tüyüm O’ydum.

Elemlere, acılara, belalara, musibetlere, çilelere müptela bedenimin benderinde kök saldım. Köküm mazide, gözüm atide, ayaklarım toprakta, meyvelerim gökteydi.

Yerden göğe uzanan dopdolu bir ağaç oldum. Dallarıma binlerce kuş kondu.

Kendime kuş dilleri yaptım. Dilim dallı budaklıydı, herkese batardı. Çıkarıp çakımı, dallarımı, budaklarımı yonttum. Kendimi çakı ile törpüledim. ‘İnsansan çile çekmeye hazırlan.’ dedim. Yörüngemde Mevlana gibi dertli dertli döndüm, döndüm.

Elimde çakı, güvercinler gibi şen şakrak taklalar attım. Hayat acılarla saflaşıyor, berraklaşıyor, durulaşıyordu. Şimdi durulmak zamanıydı. “Dalgalandım da duruldum. Koştum ardından yoruldum. Bir çok güzeller gördüm. Sadece sana vuruldum.” diye diye türküler yaktım.

Duruldum, durulaştım. Durulaştıkça çakı yağmurun aynasında yansıdı. Ağaçtan, kuştan ve çakıdan bir ayna yaptım kendime. Kendimde kendimi seyrettim bir zaman. Aman Allah’ım ne kadar güzelmişim ben, dedim.

Çakıyı yanıma, içimde gençlik hevesleri yumurtlayan kuşu kesmek için almıştım. O günden sonra onu başka şeyler için kullanmaya başladım. Bir İbrahim gibi içimdeki şüpheleri gidermek için değil. Kuşları kesip kesip, dört dağ başına koyup, sonra da onları kendime çağırmak için de değil.

İçimde şüphe yok artık. Şimdi hangi kuşu şu elimdeki çakıyla çağırsam, hemen gelir yanıma. “Süleyman kuş dilini bilir” derler. Ben de en güzel kuş şiirlerini bilirim. Okusam bir kuş şiiri, şairlerden önce o kuşlar bana gelir. Yaksam bir kuş türküsü,  bütün kuşlar imana gelir.

İçimdeki şu kuşu terbiye ettim, kendime alıştırdım.Su kuşunu. Kukumav kuşunu değil.Kuşu ve kuşkuyu.Nasıl insan denen şu garip mahluk nefsini terk edince, bütün nüfuslar (insan ve eşya) bölük bölük ona doğru uçarlar...

Nasıl onlar kendilerini terk etmemesi için ter döker. Nasıl ter terk eder insanlar, terk edildiklerini derk ettikleri an.

O gün dil ağacımı ne çok yonttum. Yonttuğum her dalın beni rengarenk Manyaslara, tezkirelere, biyografilere, sergüzeştlere götüreceğini umdum. Düşen her kıymık sayfa sayfa açıldı bana.

Ne Manyaslar, ne sergüzeştler gördüm onlarda.

Neden sonra yontmaktan, yontulmaktan yoruldum. Çakıyı kanatlarımın altına saklayarak, dere tepe aşıp bir gelincik tarlasının üzerinde durdum.

Gelincik...

Bu kelime esrarlı geldi bana. Bir gelinciğin başına vardım. Selam verdim. “Alışsın sesime” dedim. “Yoksa ürkütürüm sonra”.

Zavallı gelinciğin ne uçacağı, ne de kaçacağı vardı. Etrafını kazmaya başladım. Yapraklarındaki suretleri kazıdım, kazıdım:Gelin/cik...

Gelincik Dağındaki Barla’ya ne kadar da çok benziyordu.

Kalbin ilk hissi - iç güdü mü demeliydim? - üzerine akıl ve hayallerimden oluşan bir donanma ile kelimeyi takip edip, gelincikte bir ilham, bir ses, bir sır aradım.

Gelinciğin yapraklarından sızan kanların bir parçası toprağın yarıklarını takip ederken, diğer bir parçasını da ben takip ettim.

Kan kitaptaki sırlı harflere benzeyen şekiller çizdi dalga dalga.

Sanki kainat bir damla kandan, bir pıhtıdan yeniden yaratılıyordu.

Sanki bir kırmızı gül gibi açıldıkça açılıyordu gökyüzü.

Sanki o sırlı şekiller yeni yeni sesler ve suretler oluşturuyordu.

Neden sonra sesler damat, suretler gelin oldu. Düğün üç gün, üç gece sürdü. Masallardaki gibi kutsal bir gerdek yaşandı. Üç gün sonra üç gümüş kuş doğdu. O üç kuş sonra üç ayrı mühre döndü.

İçimdeki kuş fısıldadı:

Birinci mühürde kitabın dilinde “aşk” lafzı yazılı.

İkinci mührün üzerinde, göçebe çadırında henüz kiminle evleneceği belli olmayan telli duvaklı bir gelin var.

Üçüncü mühürde sen varsın. Kuş uykusuna dalan aşkın sesi.

Aşk gül gibi üç mührün arasına sinmişti: Kalb, ruh ve hayal. Kendisi bir sır, bir şifreydi. Mühür önce kuşa, sonra kana döndü. Her şey geldiği yere döndü. Kan yetmiş bin perde oldu. Perde perde toprağa gerildi. Kan sırlı bir perde oldu.

Kanın sırrını kaybetmekten korktum. Daha başka esrarlar bulabilirim umuduyla kanın sızdığı toprağı kazdım. Perdeleri bir bir araladım.

Her perde bir kapı, her bıçak darbesi bir pencere oldu.

Her seferinde bambaşka dünyalar buldum.

Her perde sanki kah bir inme gibi indi içime, sarsıldım.

Kah bir yağmur gibi indi içime, yıkandım.

Kah şaşkındım, kah taşkın.

Çok sonraları öğrendim, aşk insanı şaşkın, aşk insanı taşkın kılarmış. Perdelerin arasında şaşırıp kaldım. Şaşkınlığımın daha da artmasını arzuladım.

Artık eşyayı herkesin gördüğü gibi göremiyordum. Harfler karakterini, çizgiler rengini yitirmişti. Evliyaların, bir nehir misali  içlerinden taşıp, beden elbiselerini yırtıp, ruhlarını gece gezmelerine çıkardıkları günlerdeki gibi bir ruh hali içindeydim.

Aman ne cezbeler, ne istiğraklar...

Aman ne metler, ne cezirler...

Dalıp dalıp gidiyor, başımı alıp alıp gidiyordum.

Birinin beni ayıltmasını bekliyordum.

Oysa etrafta kimsecikler yoktu. Eşya desen benden farksız. O da benim gibi kah metlerde, kah cezirlerdeydi. Bir ben değişiyordum, bir eşya. İkimizde birbirimizi tanıyamıyorduk. İkimiz de birbirimize birbirimizi haram sanıyorduk. Dokunamıyorduk, dokunamıyorduk.

Eşya sadece benim öyle gördüğüm ve bildiğim bir sır ile dalıp gidince zevkten kabarmış ve bir gelincik tarlası halini almıştı. Büyük bir cesaretle gelinciğe uzandım. Kokladım, kokladım. Gözlerime gelincikten kırmızı sürmeler çektim.

Sanki yeryüzü bir anda kan gölüne dönmüştü. Öyle gördüm sandım. Göle ak güller attım. Göl ağardı. Öyle gördüm sandım. Bu sefer de gölde sır aramaya kalktım.Ah bu göl, Barla Gölüne ne çok benziyordu…

Her şeyde bir sır aramak, benim tek gerçeğim olmuştu. O bir  sırdı, keşfedilmeyi bekliyordu. İnsanın en büyük sırrını kendinde, Kendi’nin en büyük sırrını da insanda saklamıştı. Bunun için beni  kendi suretinde yaratmıştı. ‘Bütün beşer üzerine ruhumu dökeceğim.’ demişti.

Ben göle bakarken, bir göl oldum. Üzerime bir ruh döküldü. Bir ruh... Bütün canları rahminde taşıyan bir ruh. Ruh gibi dalıp gittim, ruh gibi dünyanın cesedi içinde kaybolup gittim bir zaman...

Bütün bunlar gerçekti. Bunlar tesadüf olmazdı. Zaten kim kainatta tesadüfe tesadüf etmiş ki. Ben de tesadüf etmemiştim. Her şey yerli yerinde ve olması gereken şekildeydi sanki. Ama anlayamadığım bir şey vardı. Böyle şeyleri herkes yaşıyor muydu? Herkes içinde böyle bir kuş taşıyor muydu?

Biliyordum biz kainatın öznesiydik. Dünya bizim yüklemimizdi. Biz çekilsek dünyadan, dünya yüklenecek kimse bulamayacak, bizimle birlikte yok olacaktı.

Bakış açımız olaylar üzerinde belirleyiciydi. Biz dünyayı görmek istediğimiz gibi görüyorduk. Belki bunun için dünyayı sadece kendi aynamızdan görüyorduk. Herkes aynasının gösterdiği şeylere tabiydi.

“Mutlak”ın ne olduğunu bilmeyen biri için, evrendeki parçalar mutlak çizgilerle birbirinden ayrılmıştı. Halbuki, bir şey her şeysiz olmadığı gibi, her şey de bir şeysiz olmuyordu.

Bu kuş bensiz olamıyordu. Ben de kainatsız olamıyordum.

Her bir şey bir bütünün parçası oluyor, birbirini tamamlıyordu. Ama her şey bir bütünün başka başka yerlerini anlatıyordu.

Nasıl bir dalgınlıktı, uyandım.

Şu dünyada hiçbir şey tesadüfi değildi. Her şey bir imge, simge ve semboldü. Bunu anlamıştım. Ruhumun dün ve bugün rast geldiği ve yarın rast gelebileceği her şeyin bir anlamı olduğunun farkına vardım.

Bunun üzerine rast geldiğim her şeyin üzerine devlet arşivlerindeki gibi “gizlidir”, “şahsa münhasırdır” gibi işaretler koydum. Geçmişime büyük bir mezar kazdım. Rast geldiğim şeyleri bu mezarlara birer birer gömdüm. Üzerine şiirlerden şifreler yazdığım taşları, kelime ve manaların başlarına diktim.

Her gece, bir mum yakıp, heyelana tutulmuşçasına zamanın Taşkendi’si gibi sabahlara kadar mezarlıkta dolaştım. Yarınlara ait sırlar bulmak umuduyla kalbimi yokladım durdum.

Dünün hüznünü gidermek istiyordum.

Yarının bilgisini arıyordum.

Her mezar bana yarın ve dün için kotlar ve şifreler vermişti. Böylece hayatı bir adım önceden yaşamaya başladım. Hırpani bedenden sıyrılarak ruh ve kalbin hayatını solukladım. Zaman zaman soluklanırken nefesimle mumun söndüğü oldu. Şuurun rikkatiyle gerisin geriye döndüm.

Daha sonraki günlerde de, mezar ziyaretlerinden zaman kaldıkça çakımla mezarlar kazdım içime. Kendime yeni çakılar yaptım. Çakılarımı altı ayda bir değiştirdim. Her altı ayda bir insanın vücudu en küçük yapı taşına kadar yenilenir ya. Şu anda gördüğümüz aza altı ay önceki gördüğümüz aza değildir ya. Benimkisi de öyle bir şeydi işte. Hep köreldim, hep yenilendim. Kalbim hep keskin kalsın istedim.

Kalbim vücudumun dibek taşıydı. Her şeyi keser, biçer, öğütürdü. Hacer’ülEsved’di  sanki. Bedenimin her yanına ekmeğin içindeki su gibi, sütün içindeki bal gibi sinmişti.

Seslerim, suretlerim, renklerim, dillerim ve simalarım kalbimin yansıması oldu. Kalbim değiştikçe onlar da değişti. Kalbim bedenimin toprağı oldu. Toprak güneşin ışınlarını emip, yansıttığı gibi kalbim de kendine gelen sesleri, suretleri, renkleri, dilleri işleyip suret suret, sima sima yansıttı.

Her seferinde ayrı bir sima oldum.

Her seferinde kalbim bir başka yansıdı simama.

Her seferinde ayrı bir sema buldum.

Her seferinde bir başka Mevlana oldum, her seferinde bir başka sema yaptım.

Simada ve semada semavatı buldum.

O günden sonra yedeğimde hep bir çakı taşıdım. Yüzümde hep bir çakı yankısı oldu. Çakı ve kalb. Barla’nın ifadesi ile yetmiş evliya kuvvetinde olan Tahir Mutlu abi kalbin idrakini anlatırken “keskin kalb” ifadesini kullanırdı. Ancak o gün anlayabildim bunun ne anlama geldiğini.

Tahir Mutlu abi bir başka uykudan uyandırdı beni. Uyandım.

Çakı ile gömdüğüm ölülerin mezarlarını bir mezar kazıcı gibi tekrar tekrar kazdım. Sırlarını ifşa ettim. Muhyiddin’in sözleri uğuldadı yüreğimin ormanlarında: “Gündüz yaşarım, akşam düşünürüm, gece yazarım.” 

Yazarak ifşa ettiğim şeylere kendimden haller verdim.

Bütün bunların sadece benim için anlamı vardı, biliyorum.

Bu olayda olduğu gibi hemen her şeyin sadece benim için anlamı olduğunu anladığımda yaşım henüz yirmiydi.

Her ne kadar herkes bir hakikatin hemen her boyutuna hakkıyla nüfuz edemese de, en azından bir yüzüne bakmak konusunda gayret gösterebileceğini, en azından bu çabada samimi olabileceğini kimselere anlatamazdım.

Kimselere anlatamazdım her karşılaştığımız varlığın, her rast geldiğimiz olayın hayatımızda bir milat oluşturacak kadar önemli olduğunu…

Kimselere anlatamazdım insanın nisyandan doğduğunu, ama mutlak unutmanın olmadığını ve her eşyanın bir gün bir mesaj kütlesi halinde kıyılarımıza vuracağını…

Şu anda burada, hiç ummadığımız bir anda karşılaşmamızın binbir anlamı olduğunu ve bunun bir yere yazılması gerektiğini kimselere anlatamazdım…

Samimi bir şekilde seven birinin sevdikleri tarafından unutulmaması gerektiğini kimselere anlatamazdım…

Gönülden seven bir gariban aşığın sevdiğine bir gün mutlaka ulaşacağını kimselere anlatmazdım...

Toprağın altında aşkla buğday arayan karıncaya buğdayı verenin, ona da bir gün sevdiğini vereceğini kimselere anlatamazdım...

Kimselere anlatamazdım çiçekler arasındaki aşkı…

Çiçeklerin rüzgarın eliyle başka çiçeklere bırakılarak çoğaldıklarını, seven insanın polenlerden farklı olmadığını kimselere anlatamazdım…

Bu gün sevdiklerimizi dünde sevdiğimizi, ilk görüşte çarpılmışa dönmemizin hayatın bir başka boyutunda o kişi ile karşılaşmamızdan kaynaklandığını kimselere anlatamazdım…

Hayatın ince damarlarına, kalbin derin çizgilerine dokunan kemanın insanı aşktan kanser edeceğini, kanserin tütünden değil kemanın telinden olduğunu kimselere anlatamazdım…

Şu yarin, şu Barla’nın bir keman gibi bana tel tel gerildiğini, Hasan Feyzi gibi aşktan öleyazacak hale geldiğimi kimselere anlatmazdım.

Yazarak ifşa ederdim ya kendimi. Kendime geldiğimde çakıyla mezarların üzerine yazarken buldum kendimi. Kimselere anlatmazdım kendimi. Ve kimselere anlatamadım o gün yaşadıklarımı.

Yazdıktan sonra bir şey fark etmiştim. Birinin bir atı yakalamak için onun boynuna halat atması gibi, ben de yazarken bir mananın ardından koşmuş ve onun boynuna çakı saplamıştım.

Öyle değil midir? Bir yaraya ancak bir bıçak neşter olmaz mı?

Kan çıktıkça manadan, kanım donmuştu.

Bu ne büyük bir hakikat...

Bu ne ifşa edilmez bir sır...

Mezarlıklar hayatımın benden taşan kıyılarıydı. Mezarlıkta yaza yaza uçarken bir yer altı şehrine indim. Hemen her baktığım şeyin üzerine değil, ama görebildiğim her şeyin üzerine benden bir işarettir, diye semboller koymaya devam ettim.

Onları ölü evinin aydınlık gölgeleri olarak mimledim. Mimlediğim şeylerin renkleri, kokuları, cisimleri, sesleri, ışıkları gözümün önünde bir geçit töreni düzenledi an be an.

O törenin bir yerinde bir acayip yaratık dikkatimi çekti. Ne kadar da bana benziyordu. Bir kuş gibiydi. Bir incir kuşunun bakışlarında bulmuştum kendimi.

Birden ‘Sen... Sen... Sen ...Sen benim sevgilimsin. Sana aşık oldum’ dedim.

“Nereden anladın?” demesine fırsat vermeden ekledim:

‘Rengin rengimden, nakışların kalbimin motiflerinden, yüzündeki çizgiler ruhumun met ve cezrinden.’

O fırsatını bulduğu ilk anda hemen  cevap verdi.

“Aşk yok. Ben de senin sevgilin falan değilim. Benim kanatlarım seninkinden farklı. Renklerim başka ülkelerden devşirilmiş. Gözlerimde taşıdığım ışıksa senden değil. Yüzümdeki çizgiler annemden. Biz başka dünyaların insanlarıyız.” 

‘Işığın yok.’ diyecek oldum, diyemedim.

‘Karanlıktaydın ve benim ışığımla aydınlığa çıktın.’ diyecek oldum, bunu da diyemedim.

“Beni anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Beni aşkın bataklığına saplanmış bir divan şairi sanıyorlar” diyebildim sadece.

Ruhum tortulaşmıştı. O tortu bir zaman sonra mermer oldu. Mermerleri parçaladım.

 “Beni bir gün anlayacak” ümidini platin gibi mermerlerin arasına koydum.

İçimde madenler taşıdım. Bunda bambaşka bir haz aradım. Beklemenin kutsallığı. Anlaşılamadığını düşünmenin yüceliği.

Yer altı şehrinde bir yar bulamasam da, çok değerli madenler buldum. Hepsine ismimden harfler verdim.

Magnezyuma benzer bir şey buldum içimde. “M” dedim buna.

Sonra urfaime benzer bir maden. Buna da “U” dedim.

Bir de bir maden üzerine yazılmış şiir kitabesi buldum. Buna isim vermekte zorlandım. Bir harf de veremedim. Acaba “Süreya” mı desem, yoksa Süreya gibi “Oral şiir” mi desem, dedim. 

Yer altı şehrinden çıktım. Bir vadiye vardım.  Zamanı kuş hızında, bir derviş hüznüyle uçarak bitirmek istedim.

Gemilerimi yakmak, zamana son noktayı koymak istedim. Ne zamana bir nokta koyabildim, ne de bir nokta kadar iz bırakabildim bu vadide.

Oturdum. Bir ateş yaktım. Aydınlandı dünya. Alevler arasında yepyeni bir dünya açıldı bana.

Aşkın, “aşkın boyutuna” vardım.

Neler gördüm neler...

Ateş gecenin koynuna daldı.  Bir ay doğdu ondan.

Bir nur...

Bir nur sağanağına tutuldum. Bundan bir sabah, bir güneş, bir miraç doğmasını umdum. O geceye bir ad verdim: İsra.

Gecenin kapısına dayandım omzumdaki kuş ile. Sidredeydim. Bir ağaç... Sonsuzda bir an ve mekan... Sonsuza erdim. Barla’m da Sidre’de sonsuzluğa ermişti bir zaman…

Sonsuza erdim. Sonsuzdan, geceden, gökyüzümden dönmeye karar verdim. Ateşin penceresinden, gecenin kapısından yeryüzüme baktım.

Evlerin çatılarında haç direklerine bağlanmış teller gördüm.

Sanki evler işgal edilmişti. Sanki birileri evleri  gözetliyordu. Sanki evlere bir yaban atı gibi halka halka teller atılmış, evler evcilleştirilmeye çalışılıyordu. Evler aydınlanıyordu güya. Haçtan direklerden evlere sanki tel tel ışık akıyordu. Oysa evler bir bir alev alıyordu.Haneler alevden evler oluyordu. Evler yakılarak evcilleştiriliyordu.

Bir kandil düşü gördüm oracıkta. Mekke fetih edilmek üzere iken şehrin etrafına on bin ateş yakılmış. Buradaki çarmıhlarla oradaki ateşler arasındaki bağlantıyı düşündüm.

Bu şehir sanki gündüz karanlık, gece aydınlıktı. Gecenin aydınlığı gündüzün karanlığından daha beter karanlık. Oysa gece dinlenme ve vuslat zamanı değil miydi?

Düşümü bir düşüncedir aldı. Düşüncenin derinliği yok, derinliğin düşüncesi varmış, dedim.

Bu derinlik duruluk verdi bana.

Neden sonra bir nehir gibi kabardım. Ardından gözyaşı krampına tutuldum. Ağladım, ağladım. Gözyaşında bir kaldırma kuvveti buldum.  Bulduğum şey  “intibah”tı.Sanki dünya, çökmek üzere olan bir Osmanlı, sanki ben onu kurtarmaya çalışan Namık Kemal’dim.

“Buldum! Buldum!” derken başım bir şeye çarptı. Yere doğru düşerken fark ettim. Ben bir evin çatısına inmiştim. Bir intibah halini bulmuş iken bunun heyecanı ile bir kuş gibi havalanmıştım. Ne var ki başımı çatıdaki çarmıh şeklinde bir demire çarpmıştım. O demir sanki bir çarmıh olmuştu ve beni dar ağacında asmıştı.

Yenilmiş bir Balkan Macırı misali çarpa çarpa, çırpına çırpına yere çöktüm. Sanki sur borusu üflenmiş, kıyamet kopuvermişti.

Bir heyelan halinde, büyük bir gürültüyle bütün evlerin ışıkları söndü. Her taraf karardı. Benimse her yanımda sanki flaşlar patlıyordu. O an geç kalınmış bir hayatı yaşadığımı düşünecek kadar zamanım olmadı.

İbrahim’in kuşları gibi ölmüştüm. Ama onlar gibi bir gün kanatlanarak uçup-uçamayacağımı bilemiyordum.

Karanlıkta kendi cenazemi seyrettim. Ellerinde çıralar ile çocuklar öbek öbek başıma toplandı. Birisi yarama baktı, sanki otopsi yaptı. Diğer biri mengene yapmak için bacaklarımı kesti. Öbürü başımı kopardı. Daha teneşire yatırılmadan, cenaze namazım kılınmadan mirasım paylaşılmıştı...

Adının Sezai olduğunu sonradan öğrendiğim Umayr’a benzeyen bir çocuk, bir kuş gibi seke seke, kalabalığı yara yara yanıma yaklaştı. “Durun!”dedi, “Kuşa merhamet edin.” ‘Kanadı kırık kuş merhamet ister’ diyen şair geldi aklıma.

Sezai kanatlarımı yüreğine bastı. Okşadı. Okşadı. Ben Hazerfan Çelebi gibi şiirden kanatlarla uçmak istiyorum, dedi. Benden kanatlarımı istedi. Bu sözler aklımın duvarından ruhumun koridorlarına doğru şerha şerha yankılandı da, yine de “Bu kanatlardan şiir çıkmaz” diyemedim.

Kanadım çocuğun avuçlarına düştü. Birisini gerçek sevgili severse, onun sevgisini insanların gönlüne düşürürdü. Bunu bana anlatan, eli asalı omzunda kuş olan bilgenin hayali dizildi kalbimin satır aralarına.

Kuşun kanatlarının ince tüyleri arasında ancak kitabın dilini bilen birinin okuyabileceği birkaç harflik bir yazı belirdi.

‘Buldum.’, dedi.

Dağda altındaki kütükte tecelli eden bilge ardından elindeki değneği ile kuşa işaret etti. Kuş ardı sıra parça parça organlarıyla kükreyip, işaret edilen yere doğru koştu. Önce kanatlara sahiplenen çocuk olmak üzere çocukların hepsi dağa koştu.

Çarmıh ve Havariler...

Ne zaman sonra, huzurlu bir şekilde eve döndüm. Haneme girdiğimde pervazlarda bir kuş gördüm.

‘Onu içine al, biz seni onunla seviyoruz.’ dedi saçlarının henüz sekiz onu beyazlaşmış bilge.

Belimdeki çakıyı çıkarıp, kuşa çakıyla yer gösterdim.

O günden beri bir kuş kanat çırpıyor içimde. Ve ben her gece kuşun getirdikleriyle içimde bir mezar kazıyorum aşk ile. Ölümün yüzüne merdane gülüyorum.

Ölümle dostluğum mum, kuş ve çakı üçgeni ile gerçekleşiyor. İhtiras, sükun, ve haz. Birinin getirdiklerini öbürü deşifre ediyor. Öbürü de yeniden bir şeyler getirmek için mezar gibi menzil menzil yollar kazıyor. Biri insanın gökyüzünü atlas atlas çiziyor. Diğeri çizgileri takip edip yolunu buluyor. Öbür birisi çizgileri aydınlatıyor kavşakta.

Bu öyküyü yazdığım gece Barla’nın Padişah ile Balkanlara yaptığı seyahatı hatırlatan bir tren yolculuğu yapıyordum.Son zamanlarda mistisizmle ilgili kitaplar okumamdan mıydı bilmiyorum, hayatı hep bir adım önden yaşıyordum.

Birçok kimse ‘Hep düşündüklerimi söylüyorsun’ diyordu.

Bir çok kimseye de ben düşündüklerimi söylemeden, onlar bana düşündüklerimi söylüyordu.

O gün Bulgaristanlı bir arkadaşla karşılaştım. Uzun zamandır kendinden haber alamıyordum. Bir şeyler anlatmak istedim, olmadı. Birilerine Bulgaristan’dan bahsetmek istedim, yine olmadı. İçimde bir telaş, bir ağrı var sanki. Bu hal üzre akşamı ettim.

Akşam namazından sonra haber aldım. Bulgaristan’da trafik kazası olmuştu. İsimleri uçmak (Ali Uçar) ve yükselmek, aydınlatmak ve bayram, ölüm günü (Bayram Yüksel) anlamına gelen Barla’nın iki güzide şakirdi ahiret alemine irtihal eylemişti.

“Bayram” Barla’yauruç edip “Yüksel”mişti cennete.

“Ali” Barla’ya aşkından tıpkı Asım gibi, Hafız Ali gibi, Hasan Feyzi gibi “Uçar” gibi uçup gitmişti.

Onlar rüyalarının ışığına kuş gibi uçarken, çakı gibi bir tır ezip geçmiş cesetlerini.

Kulağımız yirmi- yirmi bin frekansları arsındaki sesleri ister dikkat etsin, ister etmesin beyindeki duyum organına ulaştırıp burada koruduğu gibi, bazı hayvanların iç güdüleri ile büyük musibetlerden önce bulundukları yerleri terk edip dağlara göç etmesi misali varlığımın soyut ve somut öğelerinde belirli iz düşüm eksenleri ve frekansları vardı.

Bu eksen ve frekansın izdüşüm alanına giren her şey bir anlamla kotlanmıştı. Derin dondurucuya konulan yiyeceklerin bir gün kullanılması gerektiğinde oradan çıkarılması gibi, benim içimdeki bu kot da bu kaza ile çözüldü.

Bayram Yüksel ve Ali Uçar  için birer mezar değil, yeşil türbe yapacağım kalbimin kubbelerinin altında.

Çakıyı, mumu ve türbedar olarak da kuşu onların başına bırakacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum