Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU

Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU

Tevafuk

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Bugünlerde çarşı pazara çıkmayı hiç sevmiyordu.

Önce korona hüznü sonra haddini aşan açık-saçıklık dikkat etse bile yaralıyordu.

Artık inanılmaz şekilde ilk bakışa bile gerek duymuyordu harama bakmaya. 

Çarşı-pazara çıktığında gömlek üst cebine küçük risaleler koyuyordu. Genellikle de eve dönerken bu kitaplar hediye edilmiş olurdu.

Oysa çıkarken ne kadar kaygılı ve mütereddit olurdu; kime nasıl verebilirim ki?

Bugün yine öyle oldu. İş icabı 3 Arapça kitapla çıktı sokağa.

Bankamatikten para çekti. İkindiyi camide cemaatle kılacaktı. İlerde Balbey Camii vardı. Ezana az kalmıştı.

Tam tren yolundan geçecekti ki; kaldırıma ve tren yolu kenarına bir sarışın genci oturur gördü. Ortalık sıcak, sıkıcı, kalabalık ve gürültülüydü.

Gencin oturduğu yerin üstünden toz gibi, su gibi bir şeyler düşüyordu. Elini gencin omuzuna dokundu, dükkan dibindeki betona oturmasını işaret etti.

O genç kalkarken cebinden çıkardığı kağıt mendili oturacağı yere serdi. Genç nezaketen engel olmak istedi fakat adama engel olamadı.

Oturmadan önce cörmeni/ Alman mısın dedi gence.

Bu jesti beklemeyen gencin yüzü kızarıktı.

"Rus, Rus" dedi.

 Adam da "Türk, Türküm" dedi.

O an Rusça risale olmasını çok istedi. Olsaydı hediye ederdi.

İçinden nefsi; bunu kendin için, "Rus genç iyi adam" desin diye yaptın diye itiraz etti.

Adam düşündü; hayır bu dediğin müreccih müşevvik olabilir ama esas maksadım; yabancı ülkeye gezmeye gelen bu gence bir insani şefkat pırıltısı ve Müslüman merhameti göstermek dedi nefse. Dönüp bakınca gördü ki; Rus genç arkasında hala hayret ve minnetle bakıp duruyordu.

Şadırvana varınca abdest alanlara selam verdi ve abdest almaya başladı. Ezan da okunmaya başladı.

Baktı ki üstü başı yırtık-pırtık bir adam ahşap oturakta yatıyordu. Zayıf saçı, sakalı karışmış uyuyor gibiydi. Tipik şarapçı gibiydi. Bir zaman kendinin de cami kanepesinde yattığı aklından geçti. O zaman hasta ve çaresizdi. Ama dışardan gören varsa; hasta değil şarapçı ve sokakta kalan zannedebilirdi.

Zihninden şimşek gibi "çok aç" olabileceği geçti. Azarlanmayı göze alıp omzundan dürttü "aç mısın" dedi.

Adam uyanıkmış, "açım" dedi. "Şu dönerciden yersen para vereceğim" dedi. Adam, "söz, tamam, inan" dedi.

İkisinin de anladığı şey şaraba vermeyecekti. Yeterli parayı verdi camiye yöneldi.

Eskiden beri tarihi Balbey Camii mutluluk vericiydi. Daima esnaftan zinde bir cemaati vardı.

Sünneti kılınca sol önünde esmer bir genç gördü. Hemen uzandı; "Suriyeli misin" dedi.

Genç "evet" dedi. Türkçesi iyiydi. Adam gömlek cebinden Arapça Küçük Sözler ve Hutbe-i Şamiye'yi çıkarıp, "hediye" dedi ve uzattı.

O an aklından cemaatten birinin ters tepkisi geçti. Sık olmasa da olabiliyordu. O da nasıl karşılık vereceğinin sağlamasını yaptı.

Camiden çıktı ayakkabısını bağlarken yanında bir genç de aynı işi yapıyordu. Maskeli olduğu için tam anlaşılmıyordu ilkin "takebelallah", sonra "Suriyeli misin" dedi.

"Yok abi Pakistan'lıyım" demesin mi. Adam çok sevindi.

"Ne iş yapıyorsun?"

"Bilim Üniversitesi'nde öğrenciyim."

Adamın gözleri harbiden parladı, yüzünü sevinç kapladı. Çünkü Paki'leri çok seviyordu. Üstelik Türkçe konuşan bir üniversite öğrencisiydi bu Paki.

Birden içi buruldu. Üzerinde Urduca risale olmadığı aklından geçti. Sonra "çaresine bakarız" dedi rahatladı.

Gözünü kaldırdığında bir genç tatlı tatlı gülüyordu bir anlam veremedi o da tebessüm etti.

"Abi Allah kabul etsin" dedi genç. O da aynını dedi.

Kendine çok kızdı o an. Genci çıkaramadığından. Sonra "abi bana kitap verdin ya" deyip kitapları gösterdi. "Haa" dedi adam.

Camiide maskeli olup arkadan baktığı için gencin yüzünü görmemişti.

Hatta Allah biliyor; şu gençle dışarda görüşsem diye içinden geçmişti. Ama Suriyeli bu genç tesbihat yapmadan çıkınca ümidini kesmişti. Meğer dışarda bekliyormuş.

Hamalı imiş. Su değirmenleriyle meşhur. Amik Ovası'nı sulayan nehir önce Hama'ya uğruyor.

Çalıştığı için bu gencin acelesi vardı. 3. kitap olan 33. Söz'ü de uzattı ve "arkadaşlarına hediye et ama mutlaka okuyun" dedi. O da tasdik edip sevinçle ayrıldı.

Hemen yanındaki Paki üniversite öğrencisine dönüp adını sordu; Talha imiş. Sonra kendi adını ve işini söyledi.

Eliyle karşıdaki kebapçıyı gösterdi. Talha "olur" dedi.

Giderken adam; "zindabat Pakistan zindabat Türkiye" dedi sevinçle. Talha'nın gözleri parlıyordu.
Bu ifadeleri 41 yıla yakındır Pakilerin gönlünü çalmak için kullanırdı yine işe yaradığını farketti.

Kasada küçük bir "ben vereyim" münakaşası oldu. Adam kasiyerden; "öğrenci, üstelik Pakistanlı" diyerek yardım isteyince kasiyer; "senin paran geçmez" burda dedi.

Talha ısrar edince genç kasiyer tekrar; "burda senin paran geçmez dedik ya" dedi konu kapandı.

Kebap yerken sohbet koyulaştı. Talha; "Pakistanlıları çok seviyorsunuz" deyince; "evet çok severim" dedi.

Üniversite birinci sınıftaymış. Paralı okuyormuş.

Pencaplıymış. Babası ölmüş. 5 kardeşin en büyüğü imiş. Dişçilik malzemeleri üretiyor ve kazançları iyiymiş.

Adam bir yandan da Talha'ya Risal-ei Nur'u nasıl temin edeceğini düşünüyordu.

Derken aklına yakında bulunan eskiden beri tanıştığı kitapçı geldi.

Yemekten sonra kitapçıya gittiler.

Selamdan sonra Risalelerin olduğu bölüme geçtiler.

Bu mağazada pekçok yayınevinin risaleleri bulunuyordu. Bu durum adamı tarifsiz mutlu etti. Çünkü koskoca bölümü kaplayan başta farklı kırmızılı ciltli Sözler sonra rengarenk küçükler tanıtım için birebirdi.

Adam burda sevinçle, Risale-i Nur'ların 20 yayınevi tarafından basıldığını, 50 dile çevrildiğini ve dünyada eşi benzeri olmayan orijinal eserler olduğunu vurguladı.

Talha bir gevşeklik gösterdi. Adam paradan olduğunu anladı. Yani kitap parasını kendi vermek istiyordu belki de o an yeterli parası yoktu. Adam ise mutlaka hediye etmek istiyordu.

Hemen aklına kırmızı ciltli Gençlik Rehberi ile Küçük Sözler'i hediye etmek geldi. Çözümü böyle buldu. Yani az paralı olursa Talha razı olacaktı.

Üst kat tenhaydı ve tanıdık satıcıdan çay istediler. Çay soğurken 4. Sözü Talha okumaya başladı. Sonra sevinçle "anlıyorum, anlıyorum" diyordu.

Doğrusu adam da anlaşılma sorunu olacağını düşünmüştü. Ama işte az Türkçeli Talha 4. Sözü alıyorum diyordu.

Yakında memlekete gideceğinden Talha'nın annesine 99'luk yeşil tesbih Türkiye hediyesi olarak gidecekti.

Adamın hayalinden o an, Talha'nın büyük sülalesinin ve reisi olan annesinin sevgisini Türkiye ve Rislae-i Nur'a yöneltmek vardı.

Sonra kırmızı çaylar içildi. Kırmızı kitaplar hurma yeşili 99'luk tesbihle paketlendi.

Telefonlar alındı verildi ve karşılıklı inşirah ve kardeşlik duygularıyla ayrıldılar.

Adam evine giderken; "şansa bak ya yine hizmette vurgun yaptık, haza minfazli Rabbi" diyordu.

Bu tür hizmetler özgün, hasbi, harbi olduğundan ve yabancı ülkede olmasından unutulması mümkün olmazdı.

Hızlı, yoğun ve derin etkiliydi. Adam bu işte çok ustalaştığını düşünüyordu.

Gerisi nasip işiydi. Kendiliğinden okumaya devam edebilir veya başka bir nurcu devreye girebilirdi.

Şeytanın üflemesiyle nefis yine dedi, "bu yaptığın çok küçük ve cüzi bir şey, çok seviniyorsun. Zaten bu işlerde hep sevindiriksin. Ayrıca bu yaptığın ne ki çabuk unutulur."

Adam dedi ki; "bırak sevindirik olayım bu da benim huyum. Hem de inkar etme sen de payına düşeni aldın. Söyle bana sevinmedin mi? O zaman dürüst ol küçümseme yaptığımız işi."

"Deniz yıldızlarını tekrar denize atan adamın verdiği cevabı biliyorsun değil mi?"

"Biliyorsun biliyorsun! O zaman sus ve otur oturduğun yerde, ağzımı açtırma benim!"

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum