Değişim Ve Gelişimi Hecelemek

Yaşadığımız çağa, müspet içerik itibariyle özgürlüklerin, manevi değerlerin, bilginin, bilişim teknolojilerinin ön plana çıktığı “Değişim Çağı”, “Bilişim Çağı” diyorlar. Çağa has gelişmelerin maharetiyle dünya global bir köye, hanelerimiz sanal ağlar, bağlar ilişkiler anaforuna dönüşmüş durumda. Bizler bu global dünya köyünün sakinleri olarak, iki günü bir olmayacak şekilde hızlı değişim sürecinin ve bunun etkilerinin tedirgin sakinleriyiz. Bu arenada baş döndürücü değişim karşısında, dengeyi korumak, ayakta kalmak, çıkar bir yol bulmak, istikameti sürdürmek pek kolay değil.

Dünden bugüne süregelen değişim olgusu, reel gerçeklik ve belirleyici sonuçları bakımından Üstad Bediüzzaman’ın “Eski hal muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl!” keskin ifadelerinde başka bir boyut kazanıyordu. Şu halde değişim, mahiyeti, frekansı farkıyla, her varlık sahibi; kişi ve müesseseler için ne anlama geliyordu? Değişim çağının sakinleri olarak bu yeni hal, bizler için, tam olarak neye tekabül ediyordu? Bu ve benzeri soruların karşılığını anlama sadedinde, öncelikle değişimin ne olduğunu, nasıl bir anlam içerdiğini anlamak durumundayız.

Ontolojik olarak değişim, Kainatın Yaratıcısı tarafından konulmuş hayatın dinamik bir kanunudur. Değişmeyen tek şey ezel ve ebed olan Allah’tır. Kadim olan da, değişim de O’nun takdiri ve O’nun koyduğu bir kanunudur. Değişim ezel ve ebed olan “BİR” in, “değişen” varlık aleminden ayrılan “değişmez” mahiyetinin, o nispette kadim olanın kadim olmayana farkının bir göstergesi olarak görülebilir.

Değişim olgusu değişmeyen ölçeğinde kadime, ilkeye, esasa ilişkin sabit olanın ötesinde pergelin seyyar ayağına tekabül eder. Değişmeyen kadim ilkeler olmazsa insan yönünü bulamayacağı gibi, değişim olgusu da olmazsa varlık hayatiyetini sürdüremez, kemalini bulamaz. Denilebilir ki değişim; kadim olanın evrenselliği gereği takdir edilen ölçü dahilinde, hayatın, varlığın devamlılığını var kılmanın fıtri, tabii bir kanunu veya enstrümandır.

Epistemolojik ifadesiyle ise değişim, temellilik veya sürekliliğin karşıtı anlamını taşır. Yani değişim, zaman içerisinde eski durumunda kalmayan “kalbolan” bir özelliktir. Bu bir durumdan başka-yeni bir duruma geçiş ve bu yeni duruma uygun yeni beklentileri gerekli kılmasıdır. Yoksa salt olarak değişim, zatında “değer” taşıyan bir “kıymet” ifade etmez. Değişim ama neyin değişimi? Burada içerik ve mahiyet konusu çok net değil. Değişim iyi bir dalga, bir imkan olabileceği gibi kötü bir dalga, bir tehdit de olabilir.

Öyleyse değişimle birlikte dikkate alınması gereken kavram “gelişim” kavramıdır. Konu edindiğimiz bağlamda, yani müspet kıymet ifadesiyle değişim; gelişmeyi getirdiği ölçüde anlamlıdır. Mesela, çürüme, “yabancılaşma” bir değişim olmakla birlikte ancak, bir imkan, bir “gelişim” değildir ve müspet bir anlam içermez.

Müspet yönüyle “gelişim” farkıyla değişim, bir değerler manzumesi muhtevasında basitten mükemmele doğru yönelimi olan anlamlı bir süreçtir. Bu çerçevede değişim ve gelişim, ihtimaller dairesinin genişliğini, varlık kapasitesinin açılımını, kabiliyetlerin gelişimini, hayatın kemal noktasına müteveccih akışını ve devamlılığını ifade eder. Hülasa bütünsel anlamıyla değişim olgusu; eşyanın tabiatına uygun olarak, kadim değerler ölçeğinde varlık amacını, yapı misyonunu gerçekleştirmek ve var kılmak için ihtiyaç duyulan enstrümanların değişimiyle anlamlı bir gelişim sürecidir.

Değişim bir çok “fırsat”ları, “tehdit”leri birlikte getirdiği varsayılır. Bu sıra dışı zıt kutuplarda ve anlamlarda olabileceği gibi, günün “gece” ve “gündüz” yüzüyle, mevsimlerin “bahar” ve “kış” vb. karakterleriyle de gelebilir. Buna karşılık birey, grup, yapı ve organizasyonlar, bir ölçüde maddi-manevi “kaynak” ve “kabiliyetlere sahip olduğu kabul edilir. Değişimin artı ve eksisiyle kendi zatında “fırsat” ve “tehdit” olmasından daha önemlisi veya asıl belirleyici olan bizim olgular ve olayları okuyuşumuz, hadiseler karşısındaki duruşumuzdur. Yani kadim amaca matuf sahip olduğumuz kaynak ve kabiliyetlerimizle, müspet ve menfi hareket tarzımızın karakteridir. Ne, kendini sıfırlayarak bir ölü duyarsızlığında, olup biteni yok sayarak eski hal üzere devam etmek, ne de ”ateşe elimizi sokarak “hadi yak bakalım” der gibi eşyanın tabiatına meydan okumak doğru bir tutum değildir.

Tevhidi bir bakış açısıyla baktığımızda, fırsatlar mülkün sahibinden “şükür”le mukabele edilen birer “lütuf” olduğu gibi; tehditlerde imtihan dünyasının bir sırrı olarak “sabırla” kabiliyetlerimizi geliştirmenin fırsatına dönüştürebiliriz. Öyle ki zorluklarla mücadele etme ameliyesini geçici olandan geçip, kalıcı olana ulaşmanın bir yolu olarak görebiliriz. Bir yönüyle hayatın getirdiği fırsat ve tehditler, zenginlik ya da fakirlik durumları gibidir. Muhatabı olunan değerler ve maruz kalınan değersizleştirme anlamlılığını oradaki duruşumuzun tayin ettiği muhtemel sonuçları belirler. Şu halde ilgili olgular, durumlar karşısında, ölçü dahilinde fırsatlardan faydalanma ve tehditlerden korunma biçimimiz, imkan ve kabiliyet nispetinde bizim yapıp-etmelerimizin bir sonucu olarak karşımıza çıkar.

Ezcümle irade sahibine bakan yönüyle değişim ve gelişim, kendi etki alanımız içerisinde yaşadığımız “yapısal gelişim” veya “içsel gelişimi” sürecini, hayatiyetimizin varlık amacına uygun bir şekilde devamlılığı için, kadim ilkeler doğrultusunda kaynak ve kabiliyetimizle “değişime uygun cevap vermek” olarak tanımlayabiliriz. Bu çerçevede “yapısal gelişim”i kişi, grup, kurumların varlık misyonu doğrultusunda inanış, tutum, davranış, alışkanlık, bakış açısı ve davranış biçimlerini, Yeni Hale uygun değiştirmek suretiyle tekamül ettirmek, kemal bulmak, varlığın devamlılığını sağlamak vb. anlamlı kılmak olarak düşünebiliriz.

Selam ve muhabbetle…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum